11 Ekim 2009 Pazar

Kapitalizm, Hürriyet ve Ahlâk

Devletçiliğin Etik Yanlışlığı Üzerine Kısa bir Akıl Yürütme

Yaygın bir yanlış kanaate göre kapitalizm sınırsızlığın ve kuralsızlığın “düzenidir.” Buna göre eğer devletin sopası fertlerin başı üstünde daimi durmasa muhakkaktır ki derhal yağmaya başlarlar. Bu, yarısı doğru olan bir yalandır.


Doğru olan tarafı, devletin, fertlerin, mübadele etmek yerine yağmaya yönelmelerini engellemek için meydana getirilmiş mümkün olan en düşük maliyetli emniyet sağlayıcısı olarak tesis edilmiş olmasıdır.


Bu yalanın zehirli yarısı ise şudur: Devletin varlığı, ilişkilerin yağmaya dayanmasından değil, dayanmamasından dolayıdır. İnsanlar arasında, hayatta kalmanın ancak mübadeleyle mümkün olduğu ferasetinin var olduğu günden beridir, mübadele edilecek değerlerin korunması amacıyla herkes için ve her zaman geçerli olan “mülkiyet” kurumunun keşfedilmesi, mülkiyetin yağmadan önce ve onu aşkın genel bir durum olduğunun delilidir.


Dolayısıyla insan, varoluşunun gereği olarak bir arada yaşarken hayatın sürekli bir mübadele içinde ancak sürdürülebileceğini keşfetmiştir. Çünkü insan toplumları aslan sürüleri gibi tabiat tarafından sınırlanan popülasyonlar halinde yaşamazlar. Aslanlar, ancak avlayabildikleri kadar üreyebilirlerken insanlar için böyle bir “doğal” sınırlama yoktur.Bu durumu ilk dile getiren yanılmıyorsam iktisadın karamsar düşünürü Malthus olmuştur.


İnsan için böğürtlen toplamakla hayatta kalmak yeterli olmadığından ve insan ancak aklını kullanarak, kendisindeki “otomatik hayatta kalmak” eksikliğini gidermek mecburiyetinde olduğundan, tabiatta olmayan şeyleri meydana getirmek mecburiyetindedir. Yani üretmek mecburiyetindedir. Bu noktada tabiatın diğer canlılarından kapanmayacak bir uçurumla ayrılmaktadır.


İnsanı diğer canlılardan ayıran diğer bir özelliği talep endeksi oluşturabilen tek canlı olmasıdır. Herhangi bir aslan sürüsünün lideri “Bu gün canım portakallı jöle istiyor! Madem kralım, bana jöle getirin!” gibi bir talepte bulunamaz. Onun varoluşu kendisi için gereken ve ancak bununla sınırlı şeylerden ibarettir.
İnsanların, birbirlerinden farkı talep endeksleri meydana getirmeleri, farklı üretim veya arz endekslerinin oluşmasının sebebidir.


Üretimin insan varoluşunun zarureti olması, yani insanın tabiattan farlı şeyler meydana getirmesi zarureti, meydana getirilen şeylerin korunmasını da mecburi bir hale getirmiştir. Bundan dolayı mübadele ve üretim insan toplumunun temel halidir. Bundan dolayı, “tabii hal” yağma değildir! Çünkü yağmalanacak şeyler öncelikle üretilmiş, yaratılmış olmalıdır.
Bir şeylerin üretilmesi iki şarta bağlıdır.


Bunlardan birincisi üretim için gereken kaynakların ve araçların, korunması.
İkincisi üretilecek şeylerin mübadele edileceğinin bilinmesi.
Bu iki şartın da temelinde “yağmadan masun olabilmek” ihtiyacı yatar.
Sabanının her an elinden alınıvereceği endişesini taşıyan bir insanın çiftçilik etmek için müşevvikler pek azdır. Öbür yandan ürettiği buğdayın başka bir değerle mübadele edilmeden, güç yoluyla gasp edileceğini düşünen çiftçi de üretmek istemeyecektir.


Bu durum toplumun geneline yayılırsa değer üretmek anlamını kaybeder ve yağma, başat değer olarak yerleşir.


Oysa hepimizin bildiği gibi çalışmak yorucudur. Öyleyse insanlar neden tembelliğe yönelmez de sürekli çalışır ve üretir? Bunun sebebi aynen yağma halinin yok ediciliğinin çölünde yaşanamayacağının bilinmesidir.
Bunların yansıra insanın içinde zaten sürekli bir üretim arzusunun, yaratıcılık hevesinin, ateşinin yandığı da bir hakikattir.


Dolayısıyla gördüğümüz gibi insan toplumlarının tabiatı, insanın yaratılışındaki eşsizlikten dolayı toplayıcı- avcı hayvan sürülerinden kesinlikle farklıdır ve bu yüzden “yağma” bizim için bir tercih olamaz. Dünyanın bir yerlerinde hâlâ avcılık toplayıcılıkla yaşayan ve belki asırlardır hemen hemen hiç değişmediklerini düşündüğümüz kabileler şüphesiz vardır. Bilmediğimiz ise dünyadan tecrit edilmiş yaşayan bu kabilelerin nüfuslarının çok az arttığıdır. Çünkü onlar dünyanın geri kalanındaki insanlar gibi nesillerin sun’i olarak korunması yönteminden yoksundurlar ve bebekleri “tabiat” tarafından aynen aslan yavruları gibi “seçilir”. Dolayısıyla onların hayatta kalmaları için asgari üretim çeşitliliği kâfi görülebilir.


Fakat gözümüzden kaçan asıl husus şudur: Hayatta kalmayı sağlayan araçlar kabilenin genel kullanımına tahsis edilmemiştir. Avcı için bıçağı ve mızrağı, değerlidir. Onları belli geleneklere göre ve bedellerle elde edebilir. Av araçlarının kullanımı ancak sahiplerince mümkündür. Özgür cinsel hayat fantezilerine ve efsanelerine rağmen görünen odur ki “aile”, yani cinsel hayatın “hususiyeti” insan toplumlarının daima temel gereklerinden biri olmuştur. Bildiğimiz kadarıyla evlilik hemen hemen her insan toplumunda özel törenlerle kutsanan bir müessesedir. İki insanın, hayatlarını yalnız ve ancak birbirlerine tahsis etmeleri, ortak mülkiyetin âzâmi sınırını oluşturmuştur. Evli çiftin, hayatlarını, diğerlerinden ayıran mekânın varlığı, bu çiftin, adlarını kendilerinin koydukları ve hayatlarından sorumlu oldukları yavrular dünyaya getirmelerine baktığımızda Marx’ın kabile hayatına dayandırdığı kolektif mülkiyet efsanesinin ne derece sığ ve yanlış olduğu anlaşılacaktır.


Bu durum, bize şunu gösterir:
İnsan hayatını devam ettirebilmek için hayatını, tabii hali yani sulhü bozmak istisna müdahaleden uzak yaşayabilmelidir. Elindeki araçların ve kendine tahsis edilmiş değerlerin şiddet dahil her türlü müdahaleden masun olduğunun teminatına sahip olabilmelidir.

Tekrar edecek olursak: Hayatı otomatik hayatta kalma kodlarıyla değil de ancak kendi akıl yürütmesi ve iradesiyle sürdürülebilen insanoğlu ancak üreterek ve mübadele ederek bunu gerçekleştirebilir. Bunun başka bir yolu yoktur. Çünkü hayatta kalmanın gereklerinin çeşitliliği ve sürekli akıl kullanma mecburiyeti, insanı kendiliğinden çeşitli araçlara sahip olmak ihtiyacına iter ve bu araçlar ağaçta yetişmediklerinden, ancak bu araçları üretenlerin diğer insanlarla karşılıklı mübadelesi ile elde edilebilirler.
( Devam edecek)

Hiç yorum yok: