5 Eylül 2009 Cumartesi

Hangisini Yok Etmeli? Milleti mi? Devleti mi? Yoksa İkisini de mi?

Mustafa Erdoğan’a Bir Eleştiri
Mustafa Erdoğan, son yazısında ulus devletin medeniyet karşıtı bir şey olduğundan bahsediyor. Yazıdan bölümlere, eleştirerek bir bakalım:

“…Türkiye’de şöyle tuhaf bir durum var: Resmi makamların olağan söylem ve tutumlarında hemen hemen daima etnik (Türkçü) bir hassasiyet yansır ama aynı makamlar kritik zamanlarda veya sorulduğunda Türkiye’nin eşit yurttaşlığa dayanan sivil bir cumhuriyet olduğunu söylerler. Bu etnik duyarlılık dış politikada bile etkilidir. Nitekim, Azerbaycan’la “bir millet iki devlet” olmamızın Ermenistan’la iyi ilişkiler kurmamızın önündeki en büyük engeli oluşturmasında bunu gördük.

Türkiye eşit yurttaşlığa dayanan bir cumhuriyet değilse eşitsizlik ispat edilmelidir. Temel hakların kullanımında, ifade hürriyeti ile ilgili toplumun genelini rahatsız eden bazı uygulamalar var mıdır, yok mudur? Türkiye’de etnik grubundan dolayı seyahat hürriyeti kısıtlanan kimse var mıdır? Mülk edinmesi engellenen kimse var mıdır? İş bulması /kurması engellenen kimse var mıdır? Siyaset yapamamış kimse var mıdır? “Kürt nüfusun yarıdan fazlası batıda yaşıyor! Denebiliyorsa eşitsizlikten bahsetmek ahlâkla da bağdaşmaz.

Öbür yandan Ermenilerle veya diğer milletlerle ilgili sorunumuz,varlığımıza yönelik tehditlerden dolayı vardır. Her ne kadar Mustafa Bey bilmese de Azerbaycan ve Anadolu Türk toplumları aynı milletin parçalarıdır,dolayısıyla ailemize yönelik tecavüzlere beraber sahip çıkmamız anormal değildir. Mustafa bey’e göre aslında sorun, bizim topraklarımızda gözü olmayan, hak iddia etmeyen, Türk toprakları üzerinde yakın zamana kadar soykırım yapmamış barışsever bir topluma, sırf milliyetçilikten dolayı düşman olmamızdır. Kanla yazılmış bir ilişkiler tarihinden bu kadar bihaber olmak mümkün müdür?Öbür yandan Azerbaycan ile bir millet olduğumuzu söylememiz Mustafa Bey’i neden rahatsız etmektedir? Eğer kendisi hiçbir millete mensup değilse, kendini bir millete mensup hissedenlerle neden ilgilenmektedir?

Devam edelim:
Türkiye’nin resmi söyleminde bana en ters gelen şey, ulus-devletin Türkiye bakımından olgusal durumu ifade eden bir kavram olmanın ötesinde, insanoğlunun gelişme çizgisinin en “ileri” aşamasını temsil eden, kendi başına “iyi” bir şeymiş gibi görülmesidir. Dahası, Türkiye’de sağ ve sol kanadıyla devletçi-milliyetçiler “ulus-devlet”i kutsal, “mübarek” bir şeymiş gibi görüyorlar. Gerçekte ise, ulus-devlet denen siyasi örgütlenme biçimi modern çağın en fazla iki yüzyıllık tarihi bulunan, tesadüfi bir ürünüdür. Feodal toplumsal-siyasal formasyonlardan, imparatorluklardan ve şehir cumhuriyetlerinden farklı olması da, ulus-devleti otomatik olarak onlardan daha iyi yapmaz.

İnsanoğlunun gelişme çizgisi nedir? Bir liberal olarak bunu tanımlamalıydı Mustafa Bey. Ama sanırım akademik unvanının onu, bizim gibi ölümlülere izah etme ve önerme eziyetinden koruduğunu düşünüyor olmalı. Milletleşme onun kast ettiğini düşündüğüm manada ilerleme çizgisinin bir sonucudur.. Çünkü , aksi kendi “cemaatine” defalarca söylenmiş olmasına rağmen anlamamakta ısrar etiği üzere, millet “homojen” bir topluluk değildir! Millet ortak hukuk arayışının birleştirdiği kavimler cem’idir.
Mustafa Bey ve cemaatinin( Bunu sosyolojik anlamda söylüyorum, “şeriatçı” vs anlamında değil..) hiçbir tanımlama ve aksiyom ortaya koymaya gerek görmeksizin, ortaya konan tanımları peşinen reddetmeleri işin hakikatini, tabiatını değiştirmiyor. Nozick’in “Devletin kendiliğinden, rakip emniyet örgütleri arasındaki doğal seleksiyon ile tekelleşmesi” nazariyesi, aynen Sadri Maksudi’ye atfen kullandığımız “ Bir hukuk çatısı altında teşekkül etmiş kavimler cem’i” tanımıyla örtüşmektedir!

Bu durumda milletleşme zaten hukuk sağlayıcı ihtiyacının, farklılıkları bir çatı altında birleştirmesi demektir. Bu olay esnasında bu farklılıklar kendiliğinden o sırada egemen olan büyük kültüre doğru bir benzeşme göstermiştir.

Ulus devletin tesadüfiliği ifadesi bu açıdan bilimsel değildir. Milletleşme bir modern devlet uydurması değildir! Eğer insanlar bireysel haklarının en az maliyetle korunması yönünde deneme yanılma yoluyla buldukları “devletleşme” metodunu benimsemişlerse, bu metodun doğal sonucu, bu toplumların bir arada yaşama durumunun yarattığı ortak kimlik ve benzeşme olacaktır. Bu neden böyledir de bu toplumlar bir arada ama izole şekilde yaşamamıştır? Çünkü gerek siyasî otoritenin yürütülüşü gerekse egemen kültürün büyüklüğü, “büyük kültür yörüngesine” çekilmeyle sonuçlanmıştır. Bundan kaçmak mümkün müdür? Elbette mümkündür ama bunun maliyeti, beraber yaşamanın faydalarını kesinlikle aşar.

Her şeyden evvel “ulus devlet” terimi problemli ve açıklayıcılığı zayıf bir terimdir, teleolojiktir. Bu terim, ulus diye ırken ve kültürel olarak homojen kitleler kabulüne dayanan bir terimdir. Bu açıdan işin tabiatını açıklamakta başarısızdır. Çünkü ne milletler, ulus devlet tamlamasındaki uluslara benzerler ne de devletleri bu şekilde teşekkül eder. Millet ulus devlet tamlamasındaki homojen kitle olmadığı gibi bir milletin bünyesinde oluştuğu devletin de bu homojenliği gerektirmesi söz konusu değildir.


Mustafa Bey’in açıkça Marksist paradigmalara(Hobsbaum) dayanan ve teleolojik “ulus” yaklaşımı bir bilimsel izah olarak değil ancak akademik provokasyon olarak işe yarayabilir. Bu açıdan “ulus devlet” bir karşı slogandan başka bir şey değildir ve sloganlarla bilim yapmaya kalkmak da abesle iştigaldir.

Doğrusu “Millî devlettir.” Millî devlet ile imparatorluğu ayıran nedir? Sadece hacimleridir. Çünkü çok milletli, kavimli imparatorluklar dahi mutlaka bir kurucu millî unsura dayanır. Rus imparatorluğu bünyesindeki çok sayıdaki kavme rağmen bir Rus devletiydi. Osmanlı, bir Türk devletiydi…

Millî devletin “modern” anlamdaki karşılığı “demokrasidir!”. Yani? Egemenliğin milletçe kullanıldığı hukuk devleti rejimi! Modern kullanım milleti doğurmamıştır, egemenliğin zaten var olan millete devrini öngörmüştür.( “Ön görmek” kehanette bulunmak değil,şart koşmaktır, bu arada…) Bu açıdan millî devletlerin modern halleri imparatorluklardan vs daha “gelişmiş” addedilir.

Kanaatimce, ulus-devletin “insanlık durumu”nun gerekleriyle en iyi bağdaşan özellikleri kendisinde toplayan bir model olduğuna inanmamız için haklı nedenler yoktur. Bu yargıyı, sadece Türkiye gibi etnik-kültürel ulus anlayışına dayanan ulus-devletleri değil, siyasi birliği yurttaşlık temelinde tanımlamak iddiasında olan ulus-devletleri de göz önünde tutarak veriyorum. Aslına bakılırsa, “etnik-kültürel ulus” ile “sivik-siyasal ulus” arasında nitelik değil sadece derece farkı vardır. Çünkü, her ikisinde de, ulusal benliği “biz” ve “öteki” temelinde tanımlayan ve “biz”i yüceltirken “öteki”nin aşağılayan, en azından dışlayan bir öz vardır.”

Paragrafın özü, millî devletin “ötekileştirmeye dayandığı ve bu yüzden inanlık durumlarına çözüm getiremeyeceğidir. Önceki paragraflarda milletleşmenin,yani hukuk birliği iradesinin nasıl “kendiliğinden”( Hayek’i çevirmiş bir insanın, milletleşmeyi bir “icat” olarak kabul etmesi beni hep dehşete düşürmüştür…)b ir benzeşmeye yol açtığını yukarıda izah etmiştik. Bu benzeşme kaçınılmazdır. Bazı engelleyici faktörler yavaşlatsa da benzeşme, beraber yaşamanın asgari şartıdır.
Bu yavaşlatıcı faktörlerin en başta gelenleri dinler ve dillerdir. Bu faktörlere rağmen “Türk Ermen’ilerinden, Alman veya Rus Yahudi’lerinden bahsedebiliyorsak bu, benzeşmenin doğallığını bize gösterir. Bu benzeşmeden dolayı, millî devletler ( ki ABD bu sürecin hızlandırılmış bir örneğidir) içlerinde birbirlerinden tamamen izole olmuş ve düşman ötekiler barındırmaz! Yakın tarihin bütün etnik provokasyonları zaten işin bu tabiatını tahrip etmek için girişilmiş “ötekileştirme” gayretlerinden ibarettir. Dolayısıyla zaten bir hukuk birliği kurmak iradesi göstermiş kavimler, bu benzeşmeden sonra siyaseten ayrılsalar bile, benzeşme, kültürel belirleyici olarak muhakkak hayatlarına tesir edecektir. Yani millî devletin kendi bünyesinde Mustafa Bey’in zannettiği gibi işin tabiatından kaynaklanan bir “ötekileştirme” problemi yoktur!

"Biz”i etnik-kültürel temelde tanımlamakla, söz gelişi insan hakları ve demokrasi gibi evrensel değerleri “Amerikan değerleri” olarak tanımlamak veya “Büyük Devrimin idealleri”yle (Fransa) tanımlamak arasında sonuçta fazla bir fark yoktur. Amerika’nın son yıllarda iyice belirginleşen saldırganlığının arkasında da, kendi milliyetçiliğini bu değerleri yaygınlaştırma iddiasıyla kamufle edebilmesi yatmaktadır. Amerika’nın ulus anlayışının içe dönük yönünün bizdeki gibi marazi bir etnik vurgu içerdiğini söylemek haksızlık olur; ama bu, Amerika’yı oluşturan muhtelif toplulukları bir arada tutması öngörülen “sivik” değer ve ideallerin esas olarak “New England püritanizmi”nden esinlenen WASP değerleri olduğu gerçeğini değiştirmiyor.”


Paragrafın özü “Biz diye bir şey yoktur!”dur. Ferdin varoluşuna saygısından dolayı, Mustafa Bey şüphesiz takdir edilesi bir hassasiyet göstermektedir. Fakat gene görmezden geldiği sosyolojik realiteyle kurucu rasyonalizmi birbirine karıştırmak hatasına düşmektedir. Bütün liberal birikimine rağmen “kolektif haklara” kapı açmaya çalıştığı makalesinden sonra “Bizin” tamamen kurmaca olduğunu iddia etmesi zalim bir çelişki ama ne yapmalı? Birbiriyle hiçbir arada yaşamak istememiş, dolayısıyla hiçbir zaman hukuk birliği için gönüllü olmamış toplumlar zaten doğal olarak benzeşmen uzak kalmış ve ayrılmış toplumlardır.
“Biz”, devlet denen, insanların kurmadığı ,uzaydan gelmiş bir zorlayıcı olan devletin icat ettiği bir şey değildir. Mustafa Bey’in, mesela annesi, babası, kardeşleri, emmi oğulları, emi oğullarının çocukları, eşi tarafından hısımları ve hatta hısımlıkların hısımlıkları arasında hissedilen aidiyet hissinin ifadesidir. Etnik problemde sıkça ortak aileler değerine vurgu yapılmasının sebebi de budur. “Biz” doğal benzeşmenin yarattığı, ortak değerleri paylaşmanın, faturada basılan şirket niteleyicisidir. Dolayısıyla her devletin kurucu milleti, benzerlerini “biz” diye tanımlayan fertlerden oluşur.O “biz” Berlin’de patates bira cehenneminde yüzümüzü güldüren dönerci, Newyork’ta suratındaki gülüşle bizi gariplikten kurtaran fayton sürücüsü veya taksi şoförünün kartvizitidir. “Biz” özü itibariyle düşmanlığı gerektirir mi?
Eğer “ben” özüm itibariyle diğerinden farklı bir bireyken “ötekini” yok etmeksizin onula beraber yaşayabiliyorsam, bunun hayatta kalmanın en ucuz yolu olduğunu anlayabiliyorsam, milletler neden kendiliğinden düşman olmalı? Milletleri kanlı mücadelelere sürükleyen iktidar savaşlarından, ferdi hırslardan bahsedebiliriz. Ama bu “bizin” veya onun kurduğu devletin tabiatının kötü olduğu anlamına gelmez. “Bizin” yanlış yönlendirilebildiği veya tarihsel olarak kültürel kodların güç ilişkileri ile “bizleri” mücadeleye ittiği anlamına gelebilir.
“Devletçiliğin” ( ki bu da aslen modern devirler terimidir) hukuk birliğini ifsat ediciliğinden bahsedebiliriz belki ama bu, “devletin”, bir takım kavimlerin hukuk birliği iradesi ve ihtiyacı ile oluşturulduğu gerçeğini değiştiremez. Hulasa kötü olan “biz” değil, şekli ne olursa olsun herhangi bir iktidar veya otorite tarafından bu kabulün ifsat edilmesidir. Hukuk devleti ideali de zaten “bizin” barışçı ve âdil varoluşunu sağlamak için gözetilir.

“Ulusu ister etnik-kültürel, isterse sivik-yurttaşlık temelinde tanımlasın, ulus-devletin “insanlık durumu”yla en bağdaşmaz olan yönü, sıkı sıkıya kenetlenmiş, birlikçi bir toplum tasavvuruna sahip olmasıdır. Kendi “ulus”larını başka “ulus”lardan -kavramsal ve fiziki olarak- tecrit etmesi, onları merkeziyetçi ve vesayetçi bir kontrole tabi kılması ve uniform değerler aşılama yoluyla onları türdeşleştirmesi sayesinde de bu tasavvuru aşağı yukarı gerçekleştirmiş bulunuyorlar. Onların ulus adını verdikleri bu tasavvur “cemiyet” olmaktan çıkmış, neredeyse “genişletilmiş bir cemaat”e dönüşmüştür. Kısaca, modern uluslar aslında modern cemaatlerdir. Bununla övünmemiz değil, aksine dövünmemiz gerekir.”


Yukarıdaki bütün paragraflar devletin en temel insan ihtiyacına bir cevap olarak meydana getirildiğini dolayısıyla benzeşmenin sebep veya zorlama değil bir netice olduğunu anlatmaya ayrıldı. Dolaysıyla, devlet denen şeyin önce “bir şekilde” meydana getirilmesi, uzaydan düşmesi veya sokaktan bulunması ve sonra “ Hadi şimdi hepiniz yeknesak bir kütle olun!” diye devletin insanlara emretmesi diye bir süreç yoktur.
Millî devletlerin birbirlerinden ayrılmasını izolasyon olarak nitelemekse çok naif ve çocuksu görünüyor. Bu tıpkı “Neden bütün aileler ayrı evlerde yaşıyor!” demek gibi bir şey… Aileler kan bağıyla oluşturuldukları halde kardeşlerin gerek fiziksel gerekse psikolojik olarak ayrı fertler olmaları dahi türdeşliğin ancak enternasyonalist bir paranoya olabileceğinin en güzel örneğidir. Zaten büyük bir hukuk birliği altında kaynaşmış kavimlerin türdeşliğinden bir ihtimal olarak bile bahsetmek bilimsel şüpheciliğe ve belirsizlik şartına aykırıdır.
Devletler insan tabiatının yetersizlikleri ve gereklerinden bağımsız ve üstün olamayacakları için toplumu "kuramazlar"! Buna teşebbüs eden devletler zaten ne gariptir ki entarnasyonalizmi gerçekleştirmeye çalışan devletler olmuşlardır. Milleti insanlık durumuna karşı sayıp onun üstünde bir birlik kurmaya çalışan devletler, benzeşmenin sınırlılığıyla karşılaşmışlardır. Millî devletler kendiliğinden doğan benzeşmelerin mümkün olan en üst sınırlarında yer alır. Mustafa Erdoğan cemiyet derken neyi kast ediyor anlamıyorum ama her ferdinin ayrı bir dil konuştuğu, benzeşmenin hiç olmadığı, “biz “kelimesinin telaffuz edilmediği bir insan beraberliğini kast ediyorsa kurucu rasyonalist ve ütopist Marksistlerle arasında ne gibi bir epistemolojik ve metodolojik fark olduğunu bize ayrıca izah etmeli…

Hasıl-ı kelâm: İnsnan , “eyleminin” keşfettiği en düşük maliyetli bir arada yaşama şeklinin ( ki devletçilik onu, vergilendirme hırsıyla ifsat etmeden önce) sosyolojik sonuçlarını görmezden gelmek belki enternasyonalist ütopyalarımız için sıcak bir battaniye olabilir ama işin tabiatını anlamamıza yardım etmez. İş bu kadarla kalsa gene iyidir. En nihayetinde pasif bir başarısızlık olarak bir köşeye atılabilir. Ama insan tabiatının gereklerinin, eyleminin kendiliğinden doğmuş sonuçlarını reddederek siyaset v’az etmenin sonucu kesinlikle hesap edilemeyen ve istenmeyen diktatörlükler olacaktır. Millî devletler barışçı yönetilebilir ama milleti inkâr eden devletler ancak parçalanma, kaos ve şiddet doğurur.

2 yorum:

selcen dedi ki...

Memleketimin sermayesinin yüzde kırkını elinde tutan,nüfusumuza oranla haksız bir ölçüde kendi adamlarını meclise sokabilen bir etnik yapı hala ağlıyorsa ağzına biber sürmekten başka yapacak şey yokdur.Hemi de halis acı Urfa biberi.Mustafa Bey ne yapar o zaman bilmem artık.Selamlar.

Afşar Çelik dedi ki...

Selcen Hanım, bir tarafın ağzına gelenher şeyi söyleyip de diğer tarafın sürekli susmaya mecbur kalması dabenim tuhafıma gidiyor artık. "Ya bizim dediğimiz ya da savaş!" tarzı bir uzlaşma olabilir mi?

Hayırlısı, gene bekleriz.