15 Eylül 2009 Salı

Etnik Irkçı Siyasetin Kürt Sorununda Yeri Olabilir mi?


Kürt meselesinin çözümünde suçlanan genellikle iki kavram görüyoruz: Lâiklik ve milliyetçilik.
Bilhassa liberal yazarların akla yakın şekilde ortaya koydukları izahlara göre resmî lâiklik anlayışımız, toplumsal birleştiricimiz olan dinin, doğal gelişmesine engel olmuş ve bütünlüğün azalmasına yol açmıştır.

Türkiye’de sancılı bir laiklik algısının egemen olduğu büyük ölçüde doğru... Bu anlayış, toplumun “kendi uygulama şeklini” belirlemesine engel oluyor ve “cemaatleşmeyi” keskinleştiriyor.
Ama bu, Türkiye’nin etnik probleminde bana göre başat bir yer tutmuyor.
Gelelim diğer suçlamaya…

Buna göre devletin “kurucu” felsefesi “etnik” bir milliyetçiliğe döndürülerek Kürt toplumu yok sayılmıştır.

Bu söylem bir doğruluğun ancak bir kısmına tekabül etmektedir. Nedense bunu sürekli telaffuz edenler, şikâyet ettikleri tek parti diktasının Türk milliyetçilerine ettikleri ezayı görmezden gelmektedirler. Burada da “Bize yapılanı sayarız, gayrısı ele olsun..” diye ifade edebileceğimiz bir samimiyetsizlik göstermektedirler.

Bunun yansıra suçlanan Türk milliyetçiliğinin fikri kaynakları hiç incelenmeden, sürekli şekilde nazi özentisi tek parti politikalarının ısıtılıp öne sürülmesi de “bilimsel” etikle pek bağdaşmamaktadır.

Meseleye tarihi bir açıdan bakarak kökeni tespit ettiğini söyleyen bilhassa liberal yazarlarımız, meselenin nedense sadece cumhuriyetin inkârcı politikalarının eseri olduğunu söylemekten hoşlanıyorlar. Oysa İstiklâl Harbi ve öncesinde bilhassa büyük devletlerin Ortadoğu petrol politikalarıyla Kürt aşiretlerinin kaç defa isyan ettiklerini, bölgede Türk devletinin emniyetini kaç kere tehdit ettiklerini, bağlısı oldukları hukuk sağlayıcıyı kaç defa başka devletlerle anlaşarak yok saydıklarını nedense telâffuz etmiyorlar.

Kürt meselesi, tamamen masum ve mazlum bir topluma yönelik hiç yoktan ortaya çıkarılmış bir ırkçı ayrım politikasının eseri değildir. Bu sorunda etnik ırkçılığın ve ayrılıkçılığın “sorun olmak” sorumluluğundan kaçması mümkün değildir.

Bu meselenin tarihi kökeninde etnik ırkçı Kürt hareketlerinin eylemlerinin Türk toplumu ve devleti üzerindeki etkileri inkâr edilerek gerçekten Kürt toplumunun hayrına bir iş yapılabilir mi?

Görünen odur ki Türk devletinin bölgesel olarak zayıfladığı sanılan her devirde bölgede etnik ırkçı isyanlar baş göstermiştir. Mesele bu isyan “geleneğinin” devrin gereklerine göre meşrulaştırılmaya çalışılmasıdır.

Bu meselenin tartışılmasında ana nokta, Türk çoğunluğun iradesinin, izlenimlerinin ve ortak hatırasının etkisinin görmezden gelinmesidir. Bunun yansıra sürekli sosyolojiye aykırı şekilde türk adının devletin bir icadı olduğu safsatasının vurgulanması da etnik kimliğe karşı millî kimliğin reddi gibi bir ikiyüzlülüğü göstermektedir ki tartışmayı tıkayan esas sebeplerden birisi de budur. Millet realitesinin inkârının ırkçı bir temeli olduğu nedense özenle gizlenmektedir.
Çünkü etnik kimlik siyasetinin temeli ırkî farklılık iddiasına dayanmaktadır. Sınırlı bir bölgede sınırlı bir nüfusa ve sıkı akrabalık ilişkilerine dayanan etnik topluluğun teşekkül şartları ve anlayışı ile tarihî bir hukuk birliği altında oluşmuş heterojen ve büyük kültürlü bir toplumu anlamak mümkün değildir. Zaten etnik ırkçı ve onların destekçisi bazı liberal okumuşlar da bunu anlamak yerine peşinen reddederek tartışma alanında pozisyon üstünlüğünü elde etmeye çalışmaktadırlar.

Oysa etnik bir kimlik ne kadar gerçekse millî kimlik bir o kadar gerçektir. Bu, Türk adının cumhuriyetle yaratıldığı safsatasıyla örtülemeyecek bir hakikattir. Dünyada nüfusu iki yüz elli milyon civarındaki koskoca bir millî oluşumun varlığını, adını, cumhuriyetin ilanına bağlamak ne tarih felsefesiyle ne sosyoloji ile ama ne kötüsü ne de entelektüel namusla bağdaşabilir.
Ülkemizdeki etnikçi siyasetin temel sorunu, kendi kabileci mantığından sıyrılamamak, muhatabını kendisi gibi sanmaktır. Oysa Türkiye’de bir Türk “etnisitesi” yoktur. Bunun iki sebebi vardır, birincisi Türk adı gerek ırkî gerekse kültürel olarak büyük bir çeşitliliğe karşılık gelir, ikincisi de Türk varlığının, derin bir egemen devlet tecrübesiyle var olduğu, büyük bir coğrafî dağılımın bir parçası olmasıdır.

Dolayısıyla Türk adı altında pek çok etnik grup rahatça birleşmiştir ama Kürt adının öyle bir kapsayıcılığı yoktur. Bunun sebebi de daha önce belirttiğimiz gibi Kürt etnisitesinin çok sınırlı bir coğrafyada yaşadığı kapalı toplum tecrübesidir.

Bunu dile getirmemizin sebebi şudur: Türk denen heterojen toplumun “egemenlik” hakkının derin tarihi kökenleri ve meşru gerekçeleri vardır. Irkî homojenlik bu gerekçelerden biri değildir! Oysa etnikçi siyasetin yegâne meşruluk gerekçesi, hedef kitlesinin ayırt edilebilir bir genetik farklılığı olduğu iddiasıdır! Bu durumda varlığı, derin tarihi kökene ve çok daha soyut kavramlara dayanan bir kimlik ve bu kimliğin devletini ırkçı gerekçelerle reddetmek saçmalıktan öteye gitmediği gibi aynı zamanda da ahlâkdışıdır.

Türkiye’de derin bir ifade hürriyeti probleminin olduğu inkâr edilmez. Bu problemin pek çok muhatabından biri de şüphesiz etnik topluluklardır. Ama ifade hürriyetinin tek mağduru etnik topluluklar değildir.

Bu ifade hürriyeti sorunu sürekli etnik siyasetin ırkçı perspektifinden “devletin meşruluğuna” indirgenmeye çalışılmakta böylece meşruiyetini kaybeden devletten ayrılmak talepleri haklılaştırılmaya çalışılmaktadır.

Meselenin ihmal edilen diğer yanı, hukuk devletine ulaşmak idelinde etnikçi söylemin yeridir. Mesele bir hukuk devleti teşkil etmekse, yapılacak şey, hürriyetlerin bütün vatandaşlar için tanınmasını sağlamaktır. Dolayısıyla ayrımcılığa uğrayan vatandaşların varlığı, bir hukuk devleti arayışındaki her vatandaş için bir ayıp olmalıdır.
Buraya kadarki akıl yürütmemizde şunu görmekteyiz ki “hukuk devleti” vatandaşların çoğunluğunun olduğu kadar azınlığının da kimliklerine kör ve sağır olmalı, yani ne çoğunluğun ne de azınlığın “tedarik edicisi” olmalıdır. Bu kimliklerin ifade edilmesine ise kısıtlama getirmemelidir.

Oysa etnikçi siyaset “Biz farklıyız!” derken bu farklılığın, çoğunluğun egemenliğini tanımamak gerekçesi olduğundan bahsetmektedir ki meselenin özü de budur. Dolayısıyla neden toplum, ifade hürriyeti konusunda geniş bir mutabakattan bahsederken Kürt sorununun nasıl hâlâ var olabildiğinin cevabı budur.

Çünkü etnik ırkçılar gerçekte toplumsal mutabakatla ve bu mutabakatın niteliğiyle ilgilenmemektedir. Onlar yalnızca “Kürt adının temsili” söylemiyle çoğunluk iradesinden kopabilmenin derdindedirler. Aynı hukuk kurallarının herkese ayrımsız şekilde uygulandığı , hakların tam bir teminat alındığı ideal bir hukuk devletinde etnik siyasetin, etnik ayrımcılığa geçit vermemek dışında ne gibi bir pozitif temsili veya politikası olabilir? Zaten etnikçi söylemlerin temelinde hukuk devleti idealine yönelik bir siyasi ve hukuki birlik değil, “temsilin” , çoğunluktan ırki ve lisani gerekçelerle net şekilde ayrılabildiği federatif yapıdan tam bağımsızlığa kadar çeşitlendiği bir ırkçı otarşi emeli yatmaktadır. Zaten terör destekçisi etnik ırkçı siyasetçiler bunu açıkça ifade etmektedirler.

Unutulan şey, toplumun genelinde rahatsızlık yaratan ifade hürriyeti kısıtlamalarına rağmen toplumsal hayatımızın varisi olduğu kültürel kodların, bu kısıtlamaları kompanse etmesidir. Etnik ırkçılar son olarak bu dengeleme davranışını bozarak kendi toplumsal ayrılıkçı görüşlerini hayata geçirmeye çalışmaktadırlar. Toplumdaki çatlamanın maliyeti üzerinde en ufak fikirleri yoktur. Hesapları, maliyeti ,nefret ettikleri Türk çoğunluğa yıkarak hem maddi refahtan kopmamak hem de çoğunluk iradesinden ayrı şekilde yaşayabilmektir. Oysa bu ikisi ayrılamaz.
Bugün Türk toplumunun, etnik teröre rağmen etnik ırkçılığın tavrına aynı şekilde cevap vermemesinin en büyük sebebi kendi egemenlik alanı hakkındaki ve bu alanı yaratan kültürel kodlarına duyduğu derin güvendir.

Türk milleti kendi egemenlik alanında meşru hak taleplerinin karşılanması konusunda zaten duyarlı olduğunu her kamuoyu araştırmasında göstermektedir. Buna rağmen bir Kürt sorunun varlığında ısrar etmek bu sorundan nemalanarak Türk adının inkârını sağlamaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Türk milletinin kendi topraklarındaki egemenlik hakkı ne sosyolojiye ve tarihe aykırı bir takım marksist ulus kuramlarıyla ne de etnik ırkçılığın zulüm söylemleriyle ortadan kaldırılabilir.

Bir hukuk devletinde, yani fertlerin her birinin ayrı ayrı gerek devlete gerekse kabadayılara karşı hakkının teminat altına alındığı bir devlette etnik problem sadece ifade hürriyetinin sürekli denetlenmesinden ibaret kalacaktır. Türkiye’nin gitmesi gereken yön, her ifade hürriyeti talebine bir siyasî bağımsızlık vermek değil, bu taleplerin şiddet içermedikleri müddetçe kısıtlanmamalarıdır.
Peki Türkiye’deki etnik siyaset acaba bu yönce bir hukuk devleti için mi uğraşmaktadır? Yoksa “hak talebi” adı altında çoğunluk iradesinin inkârına yönelmekte, bu şekilde kendince bağımsızlık istemekte ve bunun için şiddeti de meşrulaştırmakta mıdır?
Buraya kadar etnik ırkçı söylemin mantığının çarpıklığını ve ahlâk dışılığını dile getirirken aynı zamanda şunu da söylemek istedik.

Ülkemizde etnik siyaset, bahsettiği “haklar” söylemiyle bağdaşmayan ırkçı ve saldırgan bir örgütlenmedir. Çünkü ifade hürriyeti taleplerinin muhatabı olan devleti tanımamakta ve kendi meşruiyet sahasını, kurucu egemen çoğunluğa şiddete ve tehdide dayanarak yapmaya çalışmaktadır.

Mevcut etnikçi siyaset ile Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü mümkün değildir. Çünkü meselenin kapsamı ve bağlamı konusunda belirleyici olmaya çalışan etnikçi siyasetin teorik temeli ve benimsediği şiddet metodu zaten hukuk devleti idealine aykırı ve ahlâk dışıdır.



Hiç yorum yok: