20 Nisan 2016 Çarşamba

Felsefenin Şişman Çocuğu Emperyalizm



Aziz dostum Derya Talipağaoğlu, bana son günlerde neden solculara bu kadar çattığımı sordu.

Sosyal medyadaki bazı  tartışmalarımız yazı konusunda beni harekete geçiriyor. Bunlardan biri “Emperyalizm”!

“Ulusal” bir uzlaşma konusu  olsa da “emperyalizm” hatalı ve uyduruk bir terim.

Emperyalizm terimini kimin uydurduğunu tam  bilemiyorum ama genel olarak Marx’a   izafeten kullanılır. Terimin anlamı üzerinde egemen olan Marxtır.

Marx bu terimi, doğrudan doğruya, kapitalist ülkelerin uluslararası ilişkilerdeki tutumlarını nitelemek için kullanır. Ona göre kapitalizm ile emperyalizm arasında doğrudan  ve yapısal bir ilişki vardır. Acaba öyle midir?

Yani toplumsal düzenlerini bireylerin temel haklarına dayandıran, özel  mülkiyeti koruyan ülkeler diğer ulusları sömürmek mi isterler? Ya da diğer ulusları  ya da sosyalist   söylemle “halkları”  sömürmek ancak kapitalistlere has bir kötülük müdür?

Her şeyden evvel Marx’ın kendisini bir idealizm karşıtı olarak konumlandırdığını hatırlatmalıyız. Yani ona göre “ sabit kategoriler”, kimlikler vs yoktu. Her şey “birbirine göre” değerlendirilmeliydi. Bu yüzden de tanımlama yapmaya kalkmak anlamsızdı.  Her şeyin tarihsel ve materyalist bir ilişkiler ağı içinde değerlendirilmesi, ona göre en doğrusuydu. Dolayısıyla bir şeyin, tarihin bir devrindeki anlamıyla diğer devrindeki anlamı farklı olabilirdi. Hatta aslında tarihsel olarak belli bir diyalektiğe göre anlamlandırılmamış şeyler bile anlamsızdı. Kısacası “anlam”  dediğiniz şey, Marx’a göre  nihaî ve kaçınılmaz egemenlerin, yani proleterlerin emrettiği şeylerden ibaretti veya eninde sonunda öyle olacaktı.

Marksistlere göre emperyalistler dünyanın mevcut zenginliğini sömüren ülkeler. Konu doğal kaynaklar olunca bu terimin üstüne atlamamak için insan epey zorlanıyor.

Sorun, işin doğal kaynaklardan ibaret olmaması. Ama bunun ötesinde sorun, Marx’ın uluslararası ilişkiler konusunda zırcahil olması.

John Locke “Hükümet Üzerine Bir İnceleme” adlı iki ciltlik incelemesinde “Uluslararası ilişkilerde doğa durumu egemendir.” der. Yani uluslararası ilişkilerde, toplumdaki adaletin sağlanamayacağını saptar. Böyle midir? Evet kesinlikle böyledir. Çünkü bir ulusun,  herhangi bir toprak parçasında kendi kurallarıyla yaşaması,ancak ve yalnız savaş yoluyla o toprağın kazanılması  ile elde edilen bir “haktır”. Çünkü savaş ya da şiddet, anlaşmazlığın nihai çözümüdür.

Hiçbir ülke, boş toprakların ulusları kendi aralarında çektikleri bir kurayla veya sandalye oyununa benzer bir oyunla elde edilmemiştir. Bunun sebebi de “egemenlik” denen nihai zor kullanma yetkisinin, ancak insanlar arasında meydana getirilebilecek en büyük uzlaşmaya dayandırılması gereğidir ki bu uzlaşmanın toplumsal    ve siyasal adı “ Ulustur”. Şüphesiz adı devlet olan pek çok siyasi örgütlenme vardır ve dünya üzerinde de  bunlardan neredeyse iki yüz tane vardır.  Sorun bu devletlerin çoğunun,  gerçek bir toplumsal ve siyasal uzlaşmaya değil de yalnızca silâhla sürdürülen bir “egemenliğe” dayandırılmış olmasıdır.

Dillerin doğasına kadar inmeye gerek yoktur ama en nihayetinde dillerle ortaklık geliştiren  ve bu ortaklığı yaygınlaştırarak büyüyen ve böylece de uluslaşan topluluklar bugünkü “ulusal devletleri” kurmuşlardır.

“Emperyalizmle” ilgili en önemli iki tanımlayıcı unsur savaşçılık ve sömürgeciliktir.  Bu iki unsur Marx’a göre birbirini sürekli besler ve böylece emperyalistler gene Marx’a göre dünyanın bütün zenginliğini sömürürler.

Marx kendisinin bir idealizm karşıtı olarak tanımlamasına rağmen gerçekte var olan, inkâr edilemeyecek uluslaşma ve egemenlik olgularına rağmen hayalindeki “proleter” ideasına göre bir hurafe geliştirmekten kendisini alamamıştır.  Marx’ın düşüncesini dayandırdığı toplumsal sınıfların hepsi bal gibi birer ideadır.

Dolayısıyla Marx’ın, uluslararası ilişkilerdeki “adil” ve barışçı dünya konsepti de bir ideadan başka bir şey değildir. Sorun, onun idealara dayandığını fark edememesidir. Sorun onun, kendi “ideaları” uğruna  olgulara  tamamen sırt çevirmesidir.

Hal böyle olunca petrol, kömür gibi doğal kaynaklara karşı gelişmiş ülkelerin  ilgilerini “emperyalizm” olarak yorumlarken o ülkelerdeki fikir mülkiyeti ile meydana getirilen  bütün soyut ve somut  ilerlemelere karşı körleşmiştir. Dünyanın en kalabalık materyalist ve hurafeci  Talmut’undan başka bir şey olmayan kitabından bile bir “değer” meydana getiren şeyin, ne olduğunu anlayamamıştır.

Buna karşılık  proleter  diktası adına kurulmuş büyük sosyalist devletlerin, politikalarını yönlendiren “ulusal çıkar” güdüsünün nereden geldiğini ve  sınıf diktasıyla neden ortadan kaldırılamadığını düşünememiştir.

Marx dünyada “emperyalistler” denebilecek sabit bir toplumsal ve siyasal kategori olduğu kanaatine kapılmıştır.  Uluslaşmanın siyasal dinamiğini bilmediği için toplumları sabit kategoriler içinde tanımlamak gerektiğini sanmıştır. Marx bu konuda, saf ve gülünesi bir hayalcidir.  Kendisini belki dinamikçi bir Heraklitosçu olarak görmesine rağmen uluslaşmayı meydana getiren hareketlerin sebepleri ve sonuçları üzerinde hiç mi hiç kafa yormamıştır. Bu konuda güya kafa yoran da ondan sonra dünyaya gelen ve dünyanın sayılı katillerinden biri olan Stalin olmuştur.

Dünyayı “emperyalist” dediği sabit sömürücü kapitalist devletlerle diğerleri arasındaki bir mücadele olarak gören Marx  aslında romantik bir idealist  yazar olmanın ötesine geçememiştir.

Bu yüzden “Emperyalizm”,  uluslararası ilişkiler olgusunu anlamakta faydasız bir terimdir. O, Marx’ın romantizmiyle tıka basa beslenmiş, felsefenin  şişman çocuğudur.







Hiç yorum yok: