Sosyal
medyadaki bazı tartışmalarımız yazı
konusunda beni harekete geçiriyor. Bunlardan biri “Emperyalizm”!
“Ulusal”
bir uzlaşma konusu olsa da “emperyalizm”
hatalı ve uyduruk bir terim.
Emperyalizm
terimini kimin uydurduğunu tam bilemiyorum ama genel olarak Marx’a izafeten kullanılır. Terimin anlamı üzerinde
egemen olan Marxtır.
Marx
bu terimi, doğrudan doğruya, kapitalist ülkelerin uluslararası ilişkilerdeki
tutumlarını nitelemek için kullanır. Ona göre kapitalizm ile emperyalizm
arasında doğrudan ve yapısal bir ilişki
vardır. Acaba öyle midir?
Yani
toplumsal düzenlerini bireylerin temel haklarına dayandıran, özel mülkiyeti koruyan ülkeler diğer ulusları
sömürmek mi isterler? Ya da diğer ulusları
ya da sosyalist söylemle “halkları” sömürmek ancak kapitalistlere has bir kötülük
müdür?
Her
şeyden evvel Marx’ın kendisini bir idealizm karşıtı olarak konumlandırdığını
hatırlatmalıyız. Yani ona göre “ sabit kategoriler”, kimlikler vs yoktu. Her şey
“birbirine göre” değerlendirilmeliydi. Bu yüzden de tanımlama yapmaya kalkmak
anlamsızdı. Her şeyin tarihsel ve
materyalist bir ilişkiler ağı içinde değerlendirilmesi, ona göre en doğrusuydu.
Dolayısıyla bir şeyin, tarihin bir devrindeki anlamıyla diğer devrindeki anlamı
farklı olabilirdi. Hatta aslında tarihsel olarak belli bir diyalektiğe göre
anlamlandırılmamış şeyler bile anlamsızdı. Kısacası “anlam” dediğiniz şey, Marx’a göre nihaî ve kaçınılmaz egemenlerin, yani
proleterlerin emrettiği şeylerden ibaretti veya eninde sonunda öyle olacaktı.
Marksistlere
göre emperyalistler dünyanın mevcut zenginliğini sömüren ülkeler. Konu doğal
kaynaklar olunca bu terimin üstüne atlamamak için insan epey zorlanıyor.
Sorun,
işin doğal kaynaklardan ibaret olmaması. Ama bunun ötesinde sorun, Marx’ın
uluslararası ilişkiler konusunda zırcahil olması.
John
Locke “Hükümet Üzerine Bir İnceleme” adlı iki ciltlik incelemesinde “Uluslararası
ilişkilerde doğa durumu egemendir.” der. Yani uluslararası ilişkilerde,
toplumdaki adaletin sağlanamayacağını saptar. Böyle midir? Evet kesinlikle
böyledir. Çünkü bir ulusun, herhangi bir
toprak parçasında kendi kurallarıyla yaşaması,ancak ve yalnız savaş yoluyla o
toprağın kazanılması ile elde edilen bir
“haktır”. Çünkü savaş ya da şiddet, anlaşmazlığın nihai çözümüdür.
Hiçbir
ülke, boş toprakların ulusları kendi aralarında çektikleri bir kurayla veya
sandalye oyununa benzer bir oyunla elde edilmemiştir. Bunun sebebi de “egemenlik”
denen nihai zor kullanma yetkisinin, ancak insanlar arasında meydana
getirilebilecek en büyük uzlaşmaya dayandırılması gereğidir ki bu uzlaşmanın
toplumsal ve siyasal adı “ Ulustur”.
Şüphesiz adı devlet olan pek çok siyasi örgütlenme vardır ve dünya üzerinde
de bunlardan neredeyse iki yüz tane
vardır. Sorun bu devletlerin
çoğunun, gerçek bir toplumsal ve siyasal
uzlaşmaya değil de yalnızca silâhla sürdürülen bir “egemenliğe” dayandırılmış
olmasıdır.
Dillerin
doğasına kadar inmeye gerek yoktur ama en nihayetinde dillerle ortaklık
geliştiren ve bu ortaklığı
yaygınlaştırarak büyüyen ve böylece de uluslaşan topluluklar bugünkü “ulusal
devletleri” kurmuşlardır.
“Emperyalizmle”
ilgili en önemli iki tanımlayıcı unsur savaşçılık ve sömürgeciliktir. Bu iki unsur Marx’a göre birbirini sürekli besler
ve böylece emperyalistler gene Marx’a göre dünyanın bütün zenginliğini
sömürürler.
Marx
kendisinin bir idealizm karşıtı olarak tanımlamasına rağmen gerçekte var olan,
inkâr edilemeyecek uluslaşma ve egemenlik olgularına rağmen hayalindeki “proleter”
ideasına göre bir hurafe geliştirmekten kendisini alamamıştır. Marx’ın düşüncesini dayandırdığı toplumsal
sınıfların hepsi bal gibi birer ideadır.
Dolayısıyla
Marx’ın, uluslararası ilişkilerdeki “adil” ve barışçı dünya konsepti de bir
ideadan başka bir şey değildir. Sorun, onun idealara dayandığını fark
edememesidir. Sorun onun, kendi “ideaları” uğruna olgulara tamamen sırt çevirmesidir.
Hal
böyle olunca petrol, kömür gibi doğal kaynaklara karşı gelişmiş ülkelerin ilgilerini “emperyalizm” olarak yorumlarken o
ülkelerdeki fikir mülkiyeti ile meydana getirilen bütün soyut ve somut ilerlemelere karşı körleşmiştir. Dünyanın en
kalabalık materyalist ve hurafeci Talmut’undan
başka bir şey olmayan kitabından bile bir “değer” meydana getiren şeyin, ne
olduğunu anlayamamıştır.
Buna
karşılık proleter diktası adına kurulmuş büyük sosyalist
devletlerin, politikalarını yönlendiren “ulusal çıkar” güdüsünün nereden geldiğini
ve sınıf diktasıyla neden ortadan
kaldırılamadığını düşünememiştir.
Marx
dünyada “emperyalistler” denebilecek sabit bir toplumsal ve siyasal kategori
olduğu kanaatine kapılmıştır.
Uluslaşmanın siyasal dinamiğini bilmediği için toplumları sabit
kategoriler içinde tanımlamak gerektiğini sanmıştır. Marx bu konuda, saf ve
gülünesi bir hayalcidir. Kendisini belki
dinamikçi bir Heraklitosçu olarak görmesine rağmen uluslaşmayı meydana getiren
hareketlerin sebepleri ve sonuçları üzerinde hiç mi hiç kafa yormamıştır. Bu
konuda güya kafa yoran da ondan sonra dünyaya gelen ve dünyanın sayılı
katillerinden biri olan Stalin olmuştur.
Dünyayı
“emperyalist” dediği sabit sömürücü kapitalist devletlerle diğerleri arasındaki
bir mücadele olarak gören Marx aslında
romantik bir idealist yazar olmanın
ötesine geçememiştir.
Bu
yüzden “Emperyalizm”, uluslararası
ilişkiler olgusunu anlamakta faydasız bir terimdir. O, Marx’ın romantizmiyle
tıka basa beslenmiş, felsefenin şişman
çocuğudur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder