12 Nisan 2016 Salı

Düşünüyorum O Halde Seçkinim




Çok eski bir dostum, blogda felsefe yaptığımı, bunun da insanlara ağır geldiğini söyledi. Bazılarına göre bu bir seçkincilik bile olabilirmiş.

Söylediklerine itiraz edemeyeceğim, “seçkincilik” eleştirisine bile.

Felsefe, mantığın feneriyle  yol bulmaya çalışan bir keşif çabası, en azından bana göre. Marksistlere göre ise   felsefe akla gerek duymayan bir heykelcilik sanatı.

Herhangi bir Marksist göre felsefenin işi “dünyayı  değiştirmektir”. Elbette dünyayaı tamamen tanıyıp tanımadığı ona sorulmamalıdır, çünkü “her şeyin kuralı”, Marx’ın tarihsel materyalizminde  ortaya konmuştur. Bu “neokabalistik”  yaklaşımla felsefe…

Evet haklısınız her ne kadar “dünyayı değiştirmekle uğraşmalıdır…” diye devam edecek olsam da aslında Marx’ın ve genel olarak sosyalistlerin dünyayı nasıl değiştirmek gerektiğin dair en ufak bir fikirleri yoktur.

Meselâ onlar asla idealist olmadıkları için dünyanın bir çelişkiler yumağı olduğunu kabul ederler. Ama öte yandan çelişkileri ortadan kaldırmanın ebedi huzurun anahtarı olduğunu da düşünürler.  Peki ama  insan toplumu için ( ideoloji zaten başka kimin için olabilir ki?)çelişki nereden kaynaklanır ya da başlıca çelişki nedir? Bunu  cevabını vermek kolaydır çünkü  “yığınları” sokağa dökebilecek, onları yok edici birer hayvan sürüsüne döndürebilecek  kelime bulunuştur: “Eşitsizlik”!

Bu durumda sözün gelişi, bir dal diğerinden uzunsa bu bir eşitsizliktir ve uzun dal budanıp kısaltılmadıkça  adalet sağlanmış olmayacaktır. Aslında marksizmdeki eşitlikle adalet arasındaki ilgiyi biz  hayal ediyoruz; çünkü marksist geleneğin içinde adalet kelimesine pek rastlayamayacağınızı söyleyebiliriz.

Peki ama bu hırçın marksizm eleştirisine neden daldık?

Çünkü marksizmin idealizme  karşı duyduğu sözde düşmanlık o derece bağnazcadır ki kimi neomarksist yazarlarda, bu düşmanlık  bir tür  köktenci anlam karşıtlığına dönüşür. Aslında neomarksist yazarların sanırım tamamı sözcüklerin anlamıyla ilgili hiçbir sorumluluk almaksızın daha  doğrusu aslında düşünmeksizin felsefe yaptıklarını  düşünecek kadar ileri gidiyor.

Yani kelimeleri, anlamları küçümseyerek kitap yazmak gibi bir budalalık,  çağımızın yeni Marksist püriten etiği olarak karşımıza çıkıyor.

Diyalektik denen hokkabazlık bir yandan sizi aslında anlamların olmadığına, dolayısıyla tanımların yapılamayacağına ikna etmeye çalışıyor, diğer yandan anlamlarını inkâr ettiği kavramlar arasında  “görecelik ilişkileri” kurmaya çalışıyor.

Peki ama bu ne anlama geliyor?

Bu, anlamdan, anlamaktan kaçınarak  dünyayı değiştirmemizin ne kadar saçma olacağı anlamına geliyor.

Michelangelo,  yanılmıyorsam Davut heykelini yapmadan önce atölyesine getirdiği mermer bloğa üç yıl boyunca bakmış. Heykeli bitirdiğinde , onu nasıl yapığını soranlara, onun taşında içinde zaten mevcut olduğunu söylemiş. Diyalektik ukalalığa göre bu cevap saçmadır. Çünkü herkes aslında heykelin taşın içinde olmadığını bilmektedir. Oysa Michelangelo, yapacağı heykeli, kafasında o taşın içine öyle uygun bir pozda yerleştirmiştir ki bu fikre göre yonttuğu taştan, heykeli kusursuzca çıkarabilmiştir. Yani Davut’un “ideasını”, hayata geçirmiştir.

O halde ne yapılmalıdır?

Görünen o ki neokabalist Marksçılar ve ezcümle sol aslında  hiçbir şey bilmeden ve düşünmeden taşa  vurmanın yeterli olduğu kanaatindedirler. Çünkü onlar için aslolan, elimizde bir çekicin bulunmasıdır. Proleterlerin eline bir çekiç verir ve  bunu istedikleri gibi kullanmalarına da ebediyen izin verirsek nasıl olsa  dünyayı daha eşit ve mutlu bir şekle sokuncaya kadar onunla istedikleri gibi kırıp dökebileceklerdir. Bunun için herhangi bir şey bilmelerine ve hatta düşünmelerine bile gerek yoktur. Çünkü  gerçek insanlar proleterlerdir ve onlar burjuvaların bütün üst yapı kurumlarının kirinden , riyak3arlığından uzakta saf ve lekesiz canlılardır.( Proleterlerin etik anlamda kesinlikle sorgulanmadığını solcular dahil herkese hatırlatmalıyım.) İyi de proleterleri bu denli “yetkin” görmek idealizmin ta kendisi değil midir? Elbette öyledir. Çünkü marks bir yandan geçişliliği önemsemeksizin sınıfsal kategoriler yaratırken diğer yandan  bu kategoriler arasındaki çelişkilerden bahsetmektedir. Öncelikle ideleri varsaymaksızın kategorizasyona gidemeyeceğini ne yazık ki düşünmemiş ya da  bunu dehşetengiz bir hokkabazlıkla saklayabileceğini  düşünmüştür.

Diyalektik, bütün görecelik maskaralığına rağmen “şeylerin” insan kavrayışını aşan  ilişkiler karmaşasın görmekten acizidir. Dolayısıyla “Önce yap, sonra düşünürüz!”’den başka bir fikri de yoktur.  Dolayısıyla aslında Marksist bir yaratıcılıktan vs bahsetmek de saçmadır.

İnsanın her şeyden önce düşünmesi gerekliliği, düşüncenin, üzerine inşa edildiği şeylerin hem var olması hem de inşa edilmesi gerekliliğini de ortaya koyar.

Sihir olmaksızın sanat olamaz.
Sanat olmaksızın idealizm olamaz.
İdealizm olmaksızın dürüstlük olmaz.
Dürüstlük olmazsa ürün dışında  hiçbir şey olmaz
Önce düşünmek gerekliliği, insanın yaptıklarının sonuçları hakkında düşünmesi anlamına gelir. Çünkü insan dışında hiçbir canlının “uzak vadeye” varacak kadar etkili bir eylemi yoktur. Eğer insanın diğer canlılara göre bir seçkinliği varsa o da sadece bu etkinlikten ve sorumluluktan dolayıdır.

Makarna ve kömürden başlayıp da altın kaplamalı klozete sıçmak  görgüsüzlüğüne kadar varan  bir menfaat düşkünlüğünün içinde sakladığı hayvanlaşma tutkusuna teslim olmak, belki Marksist felsefecilere, eylemci proleter ahlâkı açısından  daha sıcak gelecektir ama ben hâlâ düşünebildiğim  için kendimi mutlu ve dahası  seçkin hissetmeye devam edeceğim.



2 yorum:

Orhun dedi ki...

Valla alenen felsefe yapmak olmuş bu, aman deyim fazla düşünmeyin çarpılırsınız :)

Yazı geniş yelpazeden eleştiriler ve önermeler içeriyor ama her okur gibi ben de kendi deneyim ve eğilimlerimle ilgili kısımlarına konsantre oluyorum. Baştan alayım:

"...sözün gelişi, bir dal diğerinden uzunsa bu bir eşitsizliktir ve uzun dal budanıp kısaltılmadıkça adalet sağlanmış olmayacaktır." alıntısı genel sol anlayışta aynen böyledir. İşin garibi bireyi -tüm becerileri ve potansiyeli ile- merkeze almadan yapılan düşünüşlerde olduğu bu önerme de basit ve "makul" gelir. Çok da tehlikelidir.

Michelongelo'nun taşa yıllarca baktıktan sonra çıkarttığı eseri ile bir sonraki karşılaştırma özellikle ilginç:

"...Görünen o ki neokabalist Marksçılar ve ezcümle sol aslında hiçbir şey bilmeden ve düşünmeden taşa vurmanın yeterli olduğu kanaatindedirler. Çünkü onlar için aslolan, elimizde bir çekicin bulunmasıdır. Proleterlerin eline bir çekiç verir ve bunu istedikleri gibi kullanmalarına da ebediyen izin verirsek nasıl olsa dünyayı daha eşit ve mutlu bir şekle sokuncaya kadar onunla istedikleri gibi kırıp dökebileceklerdir."

Bu zihin dünyasında böyledir de sanatta nasıldır? Karınca kararınca gezdiğim Rusya metro ve sokaklarında gördüğüm kadarıyla elde orak&çekiç ve başak tutan yahut resmedilen figürler arasında gözle görülür hiç bir fark olmadan yapılmış heykel ve resimlerde nasıl bir zevk var? İmparatorluktan kalmış kilise ve saraylarda nasıl bir zevk var? Eline bırakın çekiç alan proleterin dünyayı mutlu etmesini, eline çekiç alan sanatçı bile bu düşün ikliminde kendini mutlu edememiş izlenimi vermiştir bana.

"önce düşünmek gerekliliği" sanırım bu bloğun temel fikri. Evet ne dersek diyelim toplumca kenara bıraktığımız ama tüm gelişmiş dünyanın her zaman öncelediği düşünmek ve sorumluluk, biz umursamasak da varlığını ve önemini kaybetmeyecek.

Saygılar, selamlar...

Afşar Çelik dedi ki...

Yorumlardaki övgü şüphesiz her yazarı sevindirir.

Fakat fakiri asıl sevindiren şey, yazının başka düşüncelere kaynaklık edebilmesi. Yazıyı zevk alarak okuduğunuz için teşekkürler. Dahası başlı başına bir yazı lezzetindeki yorumlarınızı okumak da fakir için bir zevk.

Bir yazıyı okumak aslında hayatı okumaktan pek de farklı değil. Düşünerek yaşadığınız için teşekkürler.

Her zaman bekliyorum.