Çok eski bir dostum, blogda
felsefe yaptığımı, bunun da insanlara ağır geldiğini söyledi. Bazılarına göre
bu bir seçkincilik bile olabilirmiş.
Söylediklerine itiraz
edemeyeceğim, “seçkincilik” eleştirisine bile.
Felsefe, mantığın feneriyle yol bulmaya çalışan bir keşif çabası, en
azından bana göre. Marksistlere göre ise
felsefe akla gerek duymayan bir heykelcilik sanatı.
Herhangi bir Marksist göre felsefenin
işi “dünyayı değiştirmektir”. Elbette
dünyayaı tamamen tanıyıp tanımadığı ona sorulmamalıdır, çünkü “her şeyin kuralı”,
Marx’ın tarihsel materyalizminde ortaya
konmuştur. Bu “neokabalistik” yaklaşımla
felsefe…
Evet haklısınız her ne kadar “dünyayı
değiştirmekle uğraşmalıdır…” diye devam edecek olsam da aslında Marx’ın ve
genel olarak sosyalistlerin dünyayı nasıl değiştirmek gerektiğin dair en ufak
bir fikirleri yoktur.
Meselâ onlar asla idealist
olmadıkları için dünyanın bir çelişkiler yumağı olduğunu kabul ederler. Ama öte
yandan çelişkileri ortadan kaldırmanın ebedi huzurun anahtarı olduğunu da
düşünürler. Peki ama insan toplumu için ( ideoloji zaten başka
kimin için olabilir ki?)çelişki nereden kaynaklanır ya da başlıca çelişki
nedir? Bunu cevabını vermek kolaydır
çünkü “yığınları” sokağa dökebilecek,
onları yok edici birer hayvan sürüsüne döndürebilecek kelime bulunuştur: “Eşitsizlik”!
Bu durumda sözün gelişi, bir dal
diğerinden uzunsa bu bir eşitsizliktir ve uzun dal budanıp kısaltılmadıkça adalet sağlanmış olmayacaktır. Aslında marksizmdeki
eşitlikle adalet arasındaki ilgiyi biz
hayal ediyoruz; çünkü marksist geleneğin içinde adalet kelimesine pek
rastlayamayacağınızı söyleyebiliriz.
Peki ama bu hırçın marksizm eleştirisine
neden daldık?
Çünkü marksizmin idealizme karşı duyduğu sözde düşmanlık o derece
bağnazcadır ki kimi neomarksist yazarlarda, bu düşmanlık bir tür
köktenci anlam karşıtlığına dönüşür. Aslında neomarksist yazarların
sanırım tamamı sözcüklerin anlamıyla ilgili hiçbir sorumluluk almaksızın
daha doğrusu aslında düşünmeksizin felsefe
yaptıklarını düşünecek kadar ileri
gidiyor.
Yani kelimeleri, anlamları
küçümseyerek kitap yazmak gibi bir budalalık,
çağımızın yeni Marksist püriten etiği olarak karşımıza çıkıyor.
Diyalektik denen hokkabazlık bir
yandan sizi aslında anlamların olmadığına, dolayısıyla tanımların
yapılamayacağına ikna etmeye çalışıyor, diğer yandan anlamlarını inkâr ettiği
kavramlar arasında “görecelik ilişkileri”
kurmaya çalışıyor.
Peki ama bu ne anlama geliyor?
Bu, anlamdan, anlamaktan
kaçınarak dünyayı değiştirmemizin ne
kadar saçma olacağı anlamına geliyor.
Michelangelo, yanılmıyorsam Davut heykelini yapmadan önce
atölyesine getirdiği mermer bloğa üç yıl boyunca bakmış. Heykeli bitirdiğinde ,
onu nasıl yapığını soranlara, onun taşında içinde zaten mevcut olduğunu
söylemiş. Diyalektik ukalalığa göre bu cevap saçmadır. Çünkü herkes aslında
heykelin taşın içinde olmadığını bilmektedir. Oysa Michelangelo, yapacağı
heykeli, kafasında o taşın içine öyle uygun bir pozda yerleştirmiştir ki bu
fikre göre yonttuğu taştan, heykeli kusursuzca çıkarabilmiştir. Yani Davut’un “ideasını”,
hayata geçirmiştir.
O halde ne yapılmalıdır?
Görünen o ki neokabalist Marksçılar
ve ezcümle sol aslında hiçbir şey
bilmeden ve düşünmeden taşa vurmanın
yeterli olduğu kanaatindedirler. Çünkü onlar için aslolan, elimizde bir çekicin
bulunmasıdır. Proleterlerin eline bir çekiç verir ve bunu istedikleri gibi kullanmalarına da
ebediyen izin verirsek nasıl olsa
dünyayı daha eşit ve mutlu bir şekle sokuncaya kadar onunla istedikleri
gibi kırıp dökebileceklerdir. Bunun için herhangi bir şey bilmelerine ve hatta
düşünmelerine bile gerek yoktur. Çünkü gerçek insanlar proleterlerdir ve onlar
burjuvaların bütün üst yapı kurumlarının kirinden , riyak3arlığından uzakta saf
ve lekesiz canlılardır.( Proleterlerin etik anlamda kesinlikle sorgulanmadığını
solcular dahil herkese hatırlatmalıyım.) İyi de proleterleri bu denli “yetkin”
görmek idealizmin ta kendisi değil midir? Elbette öyledir. Çünkü marks bir
yandan geçişliliği önemsemeksizin sınıfsal kategoriler yaratırken diğer yandan bu kategoriler arasındaki çelişkilerden
bahsetmektedir. Öncelikle ideleri varsaymaksızın kategorizasyona gidemeyeceğini
ne yazık ki düşünmemiş ya da bunu
dehşetengiz bir hokkabazlıkla saklayabileceğini
düşünmüştür.
Diyalektik, bütün görecelik
maskaralığına rağmen “şeylerin” insan kavrayışını aşan ilişkiler karmaşasın görmekten acizidir.
Dolayısıyla “Önce yap, sonra düşünürüz!”’den başka bir fikri de yoktur. Dolayısıyla aslında Marksist bir
yaratıcılıktan vs bahsetmek de saçmadır.
İnsanın her şeyden önce düşünmesi
gerekliliği, düşüncenin, üzerine inşa edildiği şeylerin hem var olması hem de inşa
edilmesi gerekliliğini de ortaya koyar.
Sihir olmaksızın sanat olamaz. Sanat olmaksızın idealizm olamaz. İdealizm olmaksızın dürüstlük olmaz. Dürüstlük olmazsa ürün dışında hiçbir şey olmaz |
Makarna ve kömürden başlayıp da
altın kaplamalı klozete sıçmak
görgüsüzlüğüne kadar varan bir
menfaat düşkünlüğünün içinde sakladığı hayvanlaşma tutkusuna teslim olmak,
belki Marksist felsefecilere, eylemci proleter ahlâkı açısından daha sıcak gelecektir ama ben hâlâ
düşünebildiğim için kendimi mutlu ve dahası
seçkin hissetmeye devam edeceğim.
2 yorum:
Valla alenen felsefe yapmak olmuş bu, aman deyim fazla düşünmeyin çarpılırsınız :)
Yazı geniş yelpazeden eleştiriler ve önermeler içeriyor ama her okur gibi ben de kendi deneyim ve eğilimlerimle ilgili kısımlarına konsantre oluyorum. Baştan alayım:
"...sözün gelişi, bir dal diğerinden uzunsa bu bir eşitsizliktir ve uzun dal budanıp kısaltılmadıkça adalet sağlanmış olmayacaktır." alıntısı genel sol anlayışta aynen böyledir. İşin garibi bireyi -tüm becerileri ve potansiyeli ile- merkeze almadan yapılan düşünüşlerde olduğu bu önerme de basit ve "makul" gelir. Çok da tehlikelidir.
Michelongelo'nun taşa yıllarca baktıktan sonra çıkarttığı eseri ile bir sonraki karşılaştırma özellikle ilginç:
"...Görünen o ki neokabalist Marksçılar ve ezcümle sol aslında hiçbir şey bilmeden ve düşünmeden taşa vurmanın yeterli olduğu kanaatindedirler. Çünkü onlar için aslolan, elimizde bir çekicin bulunmasıdır. Proleterlerin eline bir çekiç verir ve bunu istedikleri gibi kullanmalarına da ebediyen izin verirsek nasıl olsa dünyayı daha eşit ve mutlu bir şekle sokuncaya kadar onunla istedikleri gibi kırıp dökebileceklerdir."
Bu zihin dünyasında böyledir de sanatta nasıldır? Karınca kararınca gezdiğim Rusya metro ve sokaklarında gördüğüm kadarıyla elde orak&çekiç ve başak tutan yahut resmedilen figürler arasında gözle görülür hiç bir fark olmadan yapılmış heykel ve resimlerde nasıl bir zevk var? İmparatorluktan kalmış kilise ve saraylarda nasıl bir zevk var? Eline bırakın çekiç alan proleterin dünyayı mutlu etmesini, eline çekiç alan sanatçı bile bu düşün ikliminde kendini mutlu edememiş izlenimi vermiştir bana.
"önce düşünmek gerekliliği" sanırım bu bloğun temel fikri. Evet ne dersek diyelim toplumca kenara bıraktığımız ama tüm gelişmiş dünyanın her zaman öncelediği düşünmek ve sorumluluk, biz umursamasak da varlığını ve önemini kaybetmeyecek.
Saygılar, selamlar...
Yorumlardaki övgü şüphesiz her yazarı sevindirir.
Fakat fakiri asıl sevindiren şey, yazının başka düşüncelere kaynaklık edebilmesi. Yazıyı zevk alarak okuduğunuz için teşekkürler. Dahası başlı başına bir yazı lezzetindeki yorumlarınızı okumak da fakir için bir zevk.
Bir yazıyı okumak aslında hayatı okumaktan pek de farklı değil. Düşünerek yaşadığınız için teşekkürler.
Her zaman bekliyorum.
Yorum Gönder