30 Eylül 2013 Pazartesi

Dinci Ahlâkı Tersten Okumak

Ak Parti iktidarında iktisadi büyüme oldu mu olmadı mı belli değil.

Ama fuhuşta %220 ve tecavüzlerde de neredeyse o kadar artış olduğuna dair her gün  istatistikler okuyoruz.

Şu anda Türkiye’de kadınların %70’e yakınının başörtülü/türbanlı olduğunu da yaklaşık olarak biliyoruz.

Türban, erkeği kadından ayırmanın, namuslu olduğunu göstermenin bir aracı olarak kullanılıyor ülkemizde.

O halde nasıl oluyor da cinsel suçlarda bu kadar artış meydana geliyor?

Bunun sebebi siyasal İslâmcılığın “ahlâk”  diye benimsediği şeyin, cahiliye dönemi  erkek merkezli, ilkel otoriter  Arap toplumsal  düzeni olmasıdır.

Ne hikmetse İslâm’dan sonra da Arap toplumunda kadının değersizliği hiç değişmeden sürmüştür. Cahiliye döneminin kadına yönelik vahşeti, ne idüğü belirsiz “ Kadının dininin ve aklının eksikliği”  hurafesinin  İslâmiyet’e sokuşturulmasıyla  gayet güzel devam ettirilmiş.

Bugün “İslâm” diye uğruna  kelle kesilen inancın “ahlâk” dediği şey bundan ibarettir.
Bir de bu tutumun, “kadının değerinden” kaynaklanıyormuş havasıyla savunulması “modern muhafazakârların”  tadına doyamadıkları en lezzetli yalan…

Araplar kadınlarını açıkça mal gibi görüyor. Arap kültürüne özenen küçük topluluklarda kadın çocuk olup olmadığına alınıp satılan kullanılan bir mal…

Ama hiçbir Müslüman toplum, bunu, kendi sapkın Arapçı   cinsel bağımlılık kültürüyle ilişkilendirmiyor. Adı Müslüman olan, içinde Türkiye’nin de bulunduğu  geri kalmış bütün ülkeler, istisnasız  kendi sapıklığını İslâmla açıklamaya çalışan erkek sürülerinin egemenliğinde…

Ülkemizde çocuk tecavüzlerine gösterilen müsamaha korkutucu boyutlara varmış durumda. Üzerine elbise alınırken  çocuk olduğu için fikri sorulmayan kızların ve hatta erkeklerin cinsel münasebette “rızalarının olduğu” saçmalığının,  yargıda  kabul edilmesi tam bir facia!

Bunun yanı sıra ülkemizde yabancı turist kadınların uğradığı cinsel şiddetteki artış da ilginç ve düşündürücü. Ama daha ilginci, sosyal medyada bu  kadınların uğradığı şiddetin onların “namussuzluğu” ila açıklanmaya çalışılması. “ O kıyafetlerle  gelirse başına gelenlere razı olmalıydı” türünden  sayısız twit okumanız mümkün
Bu sapkınlığın temel kabulü, dinci erkeklerin, kendilerini, peşinen birer tecavüz makinesi olarak görmeleri… Onlar, ellerine geçen her fırsatta kadını iğfal etmeyi kendilerine hak sayan ve bir de bunu utanmadan savunabilen insan müsveddeleri.

İşin kötü yanı bu durumu dinci kadınların da kabul etmeleri. Kendilerini  erkek cinselliğinin oyuncağı olarak görmeyi hele bir de  gösterişli yandaş medyada açıkça savununca modernleştiklerini sanıyorlar.
Yani dinci tayfa, cinselliğin erkeğin  tatmininden başka bir işe yaramayan, erkek merkezli  bir iş olduğunu düşünüyor.

Dolayısıyla erkek, istediği ve uygun olan her zamanda  istediği şekilde kadına sahip olabiliyor. Bunu dine göre normal sayan dinciler, Suriye’de dinci teröristlerin insanların karılarını tekbirle gasp edebilmesine hiç şaşmış görünmüyor. Muta nikâhı gibi alçaklıkları, beylerin zevki için  seks kölesi ithal etmek fikirlerini, kocalarına arkadaşlarını ikram etmek fantezilerini bile dinin içine sığdırabiliyorlar.

Türkiye,  şu anda cinsel tatminsizlik yaşayan bir seçmen kitlesinin, sapkın ahlâkî paranoyası ile biçimlendiriliyor.

Türkiye fiilen lâiklikten vazgeçerek aile bağlarının, medeniyetin, nezaketin ve cinsel emniyetin önündeki  son kalkanı da kaybetti. Şimdi nezaketten yoksun, güçlüye itaati dindarlık sanan,  cinsel anlamda aç bir kitlenin keyfî idaresinde Afganistanlaşmaya doğru dolu dizgin gidiyor.


26 Eylül 2013 Perşembe

Şairler Nasıl Geçinir?

Memleketimizde şiir bir geçim vasıtası değildir.

Şiir, işi gücü olup da arada kendini ifade etmek isteyenlerin uğraştığı bir tür okur yazar hobisidir.
Oysa batıda şairler başka hiçbir iş yapmadan şiirleriyle geçinir.

Bu, doğu toplumlarında, moderniteyle uyumsuzluğun  sonucunda oluşan, geri kalmışlığın bir  sonucudur.
Modernite estetik bir konfor arayışı, yüzeysel bir görünüm değişikliği değildir.

 Modernite, ferdin, yarattığı her şeyle beraber,  varlığının bir bütün olarak tanındığı dönemlerin adıdır.  BU yüzden postmodern gibi bir terimle aşılabilecek, aşılmış bir anlayış da değildir.

Modernite, insanın salt manevi olarak değil, üretime katkısı ile maddî olarak da bir değer taşıdığı bilincidir.
Modernitenin sosyoekonomik tezahürü sosyalizm değil, liberalizmdir.

Sosyalizm, liberalizmin yarattığı bütün değer kanaatlerini tersine çevirip insan sevgisi adı altında insan varlığını, yarattıklarıyla beraber bedavalaştırıp değersizleştirmek gayretidir.

O yüzdendir ki bütün sosyalist şairler ancak piyasa düzeni içinde, yani kapitalizmde adamakıllı geçinebilmiştir.
Bunun sebebi nedir?

Bunun sebebi, diğer insanların beğenilerine ve ihtiyaçlarına sunulan ve onlardan talep gören her şeyin, insanlar arasında karşılıklı ve serbest olarak değerlendirilebildiği piyasa düzenidir, kapitalizmdir.
Şairlerin para kazanmasını mantıksız bulanlar futboldan, sinemadan ve televizyondan da para kazanılmasını bir türlü anlayamazlar.

Bunu anlayamayanlar, taleplerinin karşılanabilmesinin bazılarına belli maliyetler yüklediğini fark etmeyen insanlardır. Televizyonda maç izlemekten vazgeçtiği takdirde aslında futbolcuların arzını reddettiğini, reddedebileceğinin farkına varmayan insanlar sadece maç seyrederek aslında  futbolculara “Size ihtiyacım var!” mesajı verdiklerini de fark edemezler.

İnsanların fikirlerinin para etmesi demek bir yandan bize türbin  motorlarını, diğer yandan “Anabel Lee’yi” kazandırır.

Medenî memleketlerde, insan beyninin kendisi, basit şeylerden mürekkep/bileşik ve mükemmel güzellikler üretebilmesi sebebiyle potansiyel olarak “değerli” kabul edilir. Bu yüzden de ürettiği her şey muhakkak talep testine sokulur.

Talep testini geçen ürünler de gördükleri talep nispetinde yaratıcılarına para kazandırır.
Geri kalmışlık birilerinin bize emrettiği bir durum değildir.

Geri kalmışlık, insan beyninin üretim potansiyelini değersiz görerek insanların ileri götüren icatlarından, üretimlerinden yararlanamamak ve diğer toplumlardan bu açıdan geride kalmak halidir.
O yüzden şu idrak edilmelidir.

İleri ülkelerde şairler çok kazanır ama o ilerlemeyi sağlayan şey zaten şairlerin çok kazanmasını sağlayan, mülkiyet hakkına duyulan saygıdır.

Veya şöyle söyleyelim: “İleri ülkelerde şairler para kazanmaz. Şairlerin para kazanması sağlanabildiği  için ülkeler ilerler.”


25 Eylül 2013 Çarşamba

Türk Milliyetçiliği Ve Din İlişkisi Üzerine

Milliyetçilik, bir milletin değerlerine ve varlığına öncelik vermek, onu diğer milletlerden ve toplumlardan görece olarak daha fazla sevmek demek.

Bu, insanoğlunun tabiatından gelen bir duygu. İnsanın aile üyelerini diğer insanlardan daha fazla sevmesi nasıl doğalsa, kendi milletini daha fazla sevmesi de aynı şekilde doğal.

İnsanın kendi milletini sevmesi çok farklı şekillerde tezahür edebilir.  İnsan edindiği kültür gereği bu sevgiyle beraber diğer toplumlara karşı bir düşmanlık da geliştirebilir ama işin özü değişmez. O hâlâ kendi milletini diğerlerinden fazla seviyordur.

Türk milliyetçiliği de Türk Milleti’nin egemenlik, hürriyet ve refahına öncelik  vermekten ibarettir.
Burada milleti, milliyeti oluşturan bütün değerler milliyetçiler için değerlidir
Elbette din de bunlardan biridir.

Sorun “dine verilen önem ve değerin derecesidir.”
Din şüphesiz milletlerin değerlerinden biridir ama sanıldığı gibi birinci derecede önemli değildir.
Din toplumsal hayatımızda uymamız gereken bazı normlara ve dolayısıyla bir ölçüde  ahlâkımıza kaynaklık eder ama bunların asla tek başına kaynağı değildir. Çünkü din, toplumsal kabul görmeden önce de toplumlaşmanın gereği olarak mutlaka belirli ahlâkî kodlar meydana getirilmiştir.

Dinle ilgili iki yaklaşım söz konusu:

Birincisi, bugün dünyayı kana bulayan dini hezeyanların temelindeki anlayıştır. Bu anlayışa göre din, toplu kabul edilip toplu yaşanan ve dolayısıyla toplumun tamamına, hayatın tamamında âmir olması gereken, ilâhî ve tartışmasız bir tür doktrindir. Bu anlayış siyasal İslâmcılığın temelidir.

İkici yaklaşım ise dinin bireysel olarak kabul edilip yaşanması gerektiğidir ki bu da bütün lâik devletlerin temelidir. Bu yaklaşımda bireyin kendi inancını “kendi bilgisi ve mantığı” dahilinde, özgürce yaşaması gerektiği kabul edilir. Bu anlayışta da dinin toplumun genelinde belirli bir şekillendiriciliği olduğu kabul edilir ama   bütün toplumu standart bir şekle sokacak, sokması gereken bir doktrin olduğu kabul edilmez.

Siyasal İslâmcılar inanç ve  ifade hürriyeti yoluyla şeriat devleti propagandası yapabileceklerini sandıklarında işte lâikliğin bu anlayışını istismar ettiklerini gizlerler.

Çünkü lâikliğin temelinde, insanın ancak ve yalnız kendi aklı ve vicdanıyla kabul ettiği kadarıyla dini yaşaması vardır. Lâiklik, birilerinin, din adına veya dini kullanarak diğerleri üzerinde aklî ve vicdanî hegemonya kurmamasının teminatıdır.

Bu yüzdendir ki memleketin yönetimine talip olan partilerin, bu partilerin taraftarlarının  ne tür br toplumsal  düzen  tasavvur ettikleri önemlidir.

Parti programlarında, felsefelerinde, dine bu iki yaklaşımdan hangisine yer verdikleri, siyasal partileri birbirinden ayıran çok önemli bir  ölçüdür.

Türk milliyetçiliğinin en büyük açmazı, salt siyasal bir hareket olmamasıdır.
Bu açmaz, siyasetin, Türk milliyetçiliğinde, gerek entelektüel gerekse ahlâkî olarak baskın hale getirilmiş olmasıyla iyice derinleşmiştir.

Sorun Türkiye’de sağ siyasetin temelde, ideolojisiz oluşudur.

Türkiye’de sağ siyaset belli bir ideolojik taban oluşturmak yerine, büyük halk kitlelerinin yaygın eğilimlerinin peşinde koşmak ve onları çeken vaatlerde bulunmak dışında bir şey yapmamıştır.

Hal böyle olunca   siyasi Türk milliyetçiliği de kalıcı, istikrarlı, gerçek bir ideolojik tercih yapmak yerine, halka hoş görüneceğini düşündüğü bir takım vaatleri, “ideolojileştirmeye” çalışmıştır.

Türk milliyetçiliğinin ideolojisizliği, onun din ve toplum ilişkisine bakışında, ciddi bir boşluk meydana getirmiştir.

Siyasi Türk milliyetçiliği bir yandan “toplumcu” olmak iddiasını güderken bir yandan sosyalizm karşıtı bir tutum benimsemiştir. Buna mukabil sosyalizm eleştirisini metodolojik birey üzerinden yapmadığı gibi aynen sosyalistler gibi toplumun bireyin üstünde ve onun hâkimi olduğu kanaatiyle hareket etmiştir.

Hal böyle olunca, dine,  kendiliğinden/zımnen “kollektif yaşanan  bir doktrin” olarak bakmak eğilimine girmiştir.
Bir kere bu eğilime kapıldığında, dinin, bir partinin ideolojik ve siyasi endişeleri arasında yer almaması gerektiğine dair lâik bağlamın dışına çıkmıştır.

Dinin,  hükümetlerin yürütme erklerinin işi ve yetkisi olmadığını kabul etmek yerine, sözde halk için halk adına, din hakkında ve din için  siyaset üretmek fikrini benimsemiştir. Bunu da  “Türk İslâm Ülküsü” diye ifade etmiştir.

Siyasî milliyetçilik, geçmişte,  toplumların, dinî mensubiyete göre şekillenmesinden kaynaklanan bir  siyasi bakışı, bugüne taşıyarak “muhafazakârlık” ettiğini sanmıştır. Oysa bu günün “toplumları”, belli hukuk ilkelerine, temel haklar kabulüne, tarihe ve kültüre daha  fazla önem veren modern uluslaşma dinamiklerine göre oluşmaktadır.
Siyasi Türk milliyetçiliği ne yazık ki  medenî milletlerin milletşme/uluslaşma dinamiklerini, ideolojik gelişimlerini ve tercihlerini incelemek yerine, Türk toplumunun köylülüğünün, taklitçi muhafazakârlığını kutsamayı tercih etmiştir.

Bu durum onu, Türk köylülüğünü din ile istismar eden siyasal İslâmcılarla aynı çizgiye çekmiştir.
Siyasal Türk milliyetçiliği, dinin siyasi otorite tarafından korunması gereken bir şey olarak görmüştür ki  bu görüşün altında yatan dinci bakış maalesef hâlâ fark edilebilmiş değildir. Dini, toplum adına korumak, kollamak fikrinin, fiilen, şeriatçılık olduğu ne yazık ki anlaşılamamıştır.

Bu yüzendir ki dindarlığın, milliyetçilik için bir ölçü olamayacağı bir türlü anlaşılamamıştır.
Milliyetçilik gerek hedefleri gerekse mensubiyet şuuru açısından dinî referans taşımaz, taşımamalıdır da.
Türk milliyetçiliğini sürekli, “dindarlıkta yarışmakla”  yani dincilikle ilişkilendirmek, onu özünden kopartıp kendiliğinden Arap/vahabi fanatizminin mecraına  çekmektir.

Türk Milleti’ni sevmek, Arap tarihine, Arap mitolojisine, Arap kahramanlarına atıfla apılacak veya öğrenilecek bir şey değildir.

Türk milliyetçileri, maalesef kendilerini, dinciler gibi topluma standart bir ahlâk va’z  etmek  mecburiyetinde hissetmektedirler. Yazılarında  sürekli, Arap Müslümanlarına öykünmek tutkusu belirmektedir.

Türk milliyetçileri, islâm’ın misyonerleri, imamları, şeyhleri vs değildir. Zamanında din yaymak işiyle meşgul Alperenlerin görevlerinin, aslen siyasî olduğunu maalesef unutmuş görünmektedirler. Alperenler Türk siyasî hâkimiyetinin temellerini, o günün geçerli ölçülerine göre din ile atmışlardır, o kadar. Bu, milliyetçiliğin bir dinî tebliğ, imamlık, örnek insanlık, dervişlik, şeyhlik, imamlık  işi olduğu anlamına gelmemektedir.

Oysa bugün siyasal milliyetçilik her genci, birer imam gibi yetiştirmek gayesindedir. Her gence sözde bir din büyüğü örnek verilerek dinî taassup tartışılmaz şekilde o genç dimağlara kazınmaya çalışılmaktadır. Böylece gençlerin, ahlâkı kendi akıl ve vicdanlarıyla geliştirmeleri engellenerek toplum, hayalî bir standart sahabeler topluluğu haline getirilmeye çalışılmaktadır.

Türk milliyetçiliğinin siyasi aktörleri, ne yazık ki lâikliğin ahlâkî, ideolojik ve siyasal gerekliliğini idrak edememiştir. Bu yüzden siyasî milliyetçilik türbanın, siyasal İslamcılığın, tarikatçiliğin ve cemaatlerin güdümüne girmiştir. MHP liderinin bütün gayretlerine rağmen bu bir hakikattir. Bu
gün ülke siyasal İslâmcıların hurafelerine kapılmış “eski ülkücü” tarikatçilerle doluysa bunun sebebi, budur.

Lâiklik,  milletin  her ferdi için her zaman geçerli hukuk kurallarının, dolayısıyla emniyetli bir hayatın oluşturulabilmesinin tek yoludur.

Türk Milleti’nin medeni ve müreffeh bir hayata ulaştırılmasının bu yegâne yolunun, bir asr-ı saadet hayali uğruna terk edilmesinin kaçınılmaz sonucu, “Arap baharı” denen vahşet rejimlerinden veya Kuzey Irak hayvan barınağı benzeri etnik yığışmalardan başka bir  şey olmayacaktır.
Türk milliyetçileri, milliyetçiliğin özüyle ilgili işte bu kadar hayatî bir yol ayrımındadır.




22 Eylül 2013 Pazar

Yeni Bir Kuvay-ı Milliye Derhal Kurulmalıdır

Milli bir cephe ihtiyacı son derece büyüktür.
Bu cephe Türk adının ve kimliğinin tekliği, Türkçe’nin tekliği, Türk millî egemenliğinin tartışılmazlığı üzerine kurulmalıdır.

Bu cephenin iki büyük üyesi MHP ve CHP olacaktır.
Bu iki partinin  siyasal İslâmcılık ve etnik Kürt ırkçılığı karşısında bir araya gelmeleri, yapılarındaki iki büyük çarpıklıktan kaynaklanıyor.

CHP lâiklikle ilgili bilinçli davranmakla beraber etnik ırkçılık karşısında  enternasyonalist ideolojisi yüzünden zayıf düşüyor.  Bu ideolojik zaaf ile bünyesinde hâlâ barındırdığı etnik ırkçı üyeler CHP’nin “Kuvay- Milliye”  mirasından uzak düşmesine sebep oluyor.

CHP Marksizmin etkisiyle saplandığı “ezilen halklar”, “halkların kardeşliği” söylemlerinde etnik ırkçı sosyalistlerin kendileriyle yanı şekilde düşünmediğini, düşünemeyeceğini fark edemiyor. Uluslaşmış sol ile etnik sol arasındaki farkı idrak edemiyor. Bu  yüzden etnik ırkçılığın, kendisini ideolojik zeminde kullanmasına bir türlü engel olamıyor.

MHP’nin zaafiyeti  de gene “ideolojik” olarak siyasal İslâmcılıktan bir türlü kopamaması.
Dini düşüncesinin merkezi haline getirmiş olduğundan “Türk’e göre”  düşünmek işinde ciddi zaafiyet gösteriyor MHP.

Ahlâk için dine muhtaç olunduğu kanaati MHP’de o kadar güçlü ki kendi varlık sebebini ancak dinî referanslarla ortaya koyabiliyor. Bu noktada da siyasal İslâmcı, ümmetçi AKP karşısında taklitçi durumuna düşüyor.

Ayrıca MHP’nin  en büyük büyük fikri zaafiyeti “dinden” bahsederken durmadan Arap tarihine atıfta bulunması. Asr-ı saadet dışında İslâm tarihi diye bir şey yok. Tarih milletlere göre oluşuyor. Hz. Peygamberden sonraki tarih bir döneme kadar Arap tarihidir. Talas muharebesinden sonrasında Türk katkısı başlamıştır.

Müslüman olmalarına rağmen asr-ı saadet de dahi Arap zihniyeti, Hz. Peygamber’in duyurduğu dinle, ancak “faydacı” temelde ilgilenmiştir.

Oysa siyasal Türk milliyetçiliği sahabeye adeta peygamber masumiyeti atfederek her birini birer referans kabul etmektedir. Bu durum onu fiilen siyasal İslâmcılıkla aynı çizgiye çekmektedir.

Müslüman Türkler için Hz. Peygamber’den başka örnek alınacak bir Arap yoktur ve olmamalıdır da. Çünkü din, yalnız ve ancak Hz. Peygamberin şahında, evrensel bir hüviyete bürünmüş, ondan sonra ise dinin içine, siyasal kavgaların, Arap faydacılığının ve kavmiyetçiliğinin hesapları ve yorumları girmiştir. Ak Parti işte bu hesapçılığın ve dinci fesatlığın vârisidir.

Ak  Parti, muhalefetin kendi içinde yaşadığı bu kimlik bölünmelerini sürekli istismar ederek, muhalefeti etkisiz hale getirmektedir. Muhalefetin bir ucundan siyasal İslâmcılığa diğer ucundan etnik ırkçılığa yönelmesi ancak  ülkeyi bölmek, Türk adını silmek için uğraşan BDP’nin  ve Ak Parti’nin işine gelmektedir.

Meclis muhalefet partileri yanlarına İP ve HEPAR’ı da alarak Türk vatanının  bölünmesine karşı  acilen bir güç birliği oluşturmalıdır.

Sözde yeni Türkiye Sevrciliğine karşı, yeni bir Kuvay-ı Milliye derhal kurulmalıdır.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Dinci Muktedirlerin Terbiyesi Nerede?

Bir paket telâşıdır gidiyor.

Elbette bu, haklı bir telâş. “Paket” denen garabet, PKKlı  katiller ve yandaşları için devletin kendini inkârı anlamında, Türk Milleti için de sınırsız demokrasinin  yeni hezeyanlarından biri olarak önümüzdeki hafta patlayacak, görünen o.

Paket üstüne paket  yapan tesettürlü hediyelik eşya dükkânımız,  bu hediyeleri hazırlarken  hediyenin sahibine hiçbir şey sormuyor.

Herhangi bir vekalet çıkarırken bile vekilin yapacağı işlerin sınırlandırıldığı, tek tek sayılarak belirlendiği bir hukuk devletinde, milletin vekilleri önce bir vekaletname alıyor sonra içini kendileri dolduruyor.
Vekillerimiz vatandaşa hakaret ediyor, büyüğü küçüğünü tokatlıyor, milleti tehdit edebiliyor (BDP) vs. vs. vs.
Bütün bu hengâme içinde  dinci parti “ahlâk” söyleminden vazgeçmiyor. Kaç-göçe, kadını örtmeye, gizlemeye, küçümsemeye  yönelik  her şeyi kanunlaştırmaya çalışıyor. Ve öyle görünüyor ki dinciler kendilerine ait, tuhaf, çarpık ve ikiyüzlü bir ahlâk geliştirmişler.
Bunlar belki kabul edilebilir de…

Şu terbiye işi çok ihmal edildi.

Kadını örterek gizleyerek ahlâk satan dinci esnafı, “Lütfen”, “Teşekkür  ederim.”, “Özür dilerim” gibi en basit nezaket cümlelerinden bile yoksun.

Çünkü bunlar onların dağarcıklarında yok.

Çünkü dinciliğin doğasında, güçlüyle güçsüzü eşitleyen terbiyeden eser yok.
Çünkü dincilik, Allah’a, ancak “güçlü ve korkulur, aşkın bir varlık” olduğu için “itaat” etmenin ideolojisi.
Dolayısıyla dinciler için en önemli şey Tanrı gibi hesap sorulamaz bir iktidara ulaşmak. Ondan sonrası, onları bağlamıyor. Muktedir olduktan sonra kimse için nazik davranmak ihtiyacı duymayacaklarını düşünüyorlar ve her fırsatta bunu gösteriyorlar. %50 takıntısı aslında bunun ifadesi. Şu an için ülkenin yarısının kendilerine mutlak muhalif olduğunu bilerek bu kadar kaba davranıyorlar.

Dinci iktidar, nezaketi, güçlü karşısında yaltaklanmak olarak kabul ediyor. Nitekim bu anlayış, en baştan itibaren şu anda toplumun bütün kesimlerinde yaygın kabul görüyor.

Bundan dolayı gezi eylemlerinde eylemcilerin polislere  tutumları da kimse için bir anlam ifade etmedi. Eylemciler polise en ufak küfür etmezken polis en son ODTÜ olaylarında,  göstericilere “Atatürk’ün p.çleri!” diye küfredebildi.

Bu da gösteriyor ki ülkemizde terbiye, artık “nezakete yönelmek ve zarar vermemek” olarak anlaşılmıyor.
Ülkemizde dinci iktidar artık terbiyeyi, mutlak şekilde itaat eden hayvanlar yetiştirmeye yarayan bir şartlı refleks geliştirme işi olarak görüyor.

Eli palalı insanları seven, polisle beraber adam dövmeye giden Ak Gençlik’in nasıl yaratıldığı, böylece ortaya çıkıyor.

Nezaketi meydana getiren terbiyenin dinci taassuptan gelemeyeceği  ortada…

Sorun sadece bir “Lütfen”den ibaret olsaydı belki kabul edilebilirdi. Sorun artık “Lütfen” demeyi gereksiz bulanların, kendilerinden olmayanları, kendilerinin eşiti “insanlar” olarak kabul etmemeleri.

Sorun artık nasıl elde edildiği belli olmayan “millî irade” nam oy yığınının, kendisini,   her türlü insanî endişenin üstünde bir Tanrı addetmesi.

Vatanın ve milletin istikbali işte böyle bir yığının  elinde, oyuncak olmuş vaziyette.


17 Eylül 2013 Salı

Silâhsız Savaş

Deneyimli diplomat ve siyasetçi Onur ÖYMEN’in  özellikle son dönemde diplomaside yaşadığımız kafa karışıklığını gidereceğini düşündüğüm nefis bir kitabı “Silâhsız Savaş”.

Uluslararası ilişkilerin dolambaçlı yollarının anlaşılır bir haritasını sunuyor bize.

Okur yazar her Türk vatandaşının anlayabileceği yalınlıkta yazılmış tam bir uzmanlık eseri
.

Geçmişle bugün arasında köprü kurabilmemizi sağlayan, sebep sonuç ilişkilerini gözeten, olayların tarihsel bağlamını anlatarak  boşlukta hissetmemizi engelleyen muhteşem bir eser.

“Türk müyüz, değil miyiz?” gibi son derece cahilce  tartışmalara son verebilecek, objektifliği elden bırakmadan dünya siyasetleri hususunda ilmek ilmek çalışan bir metin.

Silâhlara söz düşmeden önce sözlerin , fikirlerin çarpıştığı muharebeleri asla yorulmadan anlatan bir diplomasi savaşçısı Onur ÖYMEN.


Bazı şeylerin neden başka türlü olmadığını merak ediyorsanız kütüphanenizde mutlaka bulundurmanız gereken bir kitap “Silâhsız Savaş”. Kesinlikle okunmalı ve kütüphanenizde bulundurulmalı.

16 Eylül 2013 Pazartesi

Rabiacı Ülkücüler Nasıl Oluyor?

Çankırı belediye başkanı eski ülkücü imiş. Rabia Parkı diye bir park açmış. Millet buna şaşıyor.

Bunda şaşacak ne var anlamıyorum.

"Türk-İslam" diye dinci ülküler uydurursanız olup olacağı budur.

Türk milî bilincini Arapçılıkla, dincilikle sulandırdığınızda, artık insanların Türk gibi düşünmesi imkânsız olur.

MHP'nin artık basit bir AKP taklidi haline gelmesi de bu yüzden.

8 Eylül 2013 Pazar

Ülkücü Cihangir'de Neden Oturmaz?

Arslan Bulut ve Yavuz Selim Demirağ kusura bakmasınlar ama Yeniçağ’ı elime aldığımda, ilk baktığım köşe, Selcan Taşçı’nın köşesi. (  Zaten onların da her gün bu merak ve endişeyle kıvrandıklarına eminim ama ne yapayım?).

Neden?

Çünkü  köşesi ince nüktelerle, “hınzırca” tespitlerle dolu.
Selcan Taşçı milliyetçi Türk kadınlarının yüz akı, kesinlikle tartışılmaz.
Son yazısını kendi deyimiyle “ayaküstü” yazmış, iyi ki de öyle yapmış.  Şimdilerde “sokağın nabzını tutmak” denen , “Bahar geldi mangala, hele bakın kangala!” gazeteciliğini tepe taklak edip meseleyi tam da on ikiden vurmuş.

Amma ve lâkin ülkücüleri azıcık fazla kayırmış, kusura bakmasın.
Yazıdan alıntı yapmayacağım ama bir Ülkücü’nün neden Cihangir’de oturamayacağını, tatlı su solaklarının faşizmine bağlarken iğneyi kendimize batırmayı unutmuş.
Tamam… Cihangir tayfası belki solcudur, seçkincidir, ayrımcıdır, şudur, budur…
İyi de “ülkücü” kimdir?

Yani en azından kendini “ülkücü” diye tanımlayanların hayat tarzları, dünyaya bakışları nedir?
Her şeyden önce “Ülkücü” MHPlidir. MHPli olmayana ülkücü denmez. MHP’yi eleştirip de kendini “ülkücü” diye kabul eden insanları da  MHPliler dışlar, “tekfir” eder.  Nereden biliyorum? Çünkü MHP’nin şeriatçılık destekçisi tutumunu eleştiren her yazıda yazarın, birileri tarafından imansızlıkla itham edildiğini her gün görüyoruz.
Ülkücü, MHP dışında milliyetçilik yapılmasını havsalasına sığdıramayan kişidir.
Ülkücü dindar, hatta dincidir. Ülkücü denen insanın muhakkak namaz kılması beklenir.
Ülkücü içki içmez.

Ülkücü kadınlı erkekli toplantılara gitmez. Aile ziyaretlerinde haremlik selamlık düzeni tercih eder.
Ülkücünün eşi, belki kadınlar kolunda faaliyet gösterir ama mesela kocasına rakip olarak parti yönetimine girmeyi falan kendi başına isteyemez. “Beyinin” iznini istemek  “sünnettir” çünkü… Abartılı geliyorsa memlekette kadınlı erkekli ilk toplantıyı yapan Türk Ocakları’ndaki “Hanımlar icra Heyeti” denen saçmalığa bakmanızı istirham ederim. Kadınına “Senin aklın ermez, aklın ve dinin eksiktir, siyaseti, vatanseverliği bana bırak, git kek, börek çay yap, gelirken iki bardak getir abilerle içeceğiz!”  kıvamında davranan insanlar bizim içimizdedir; El kaidecilerle beraber Suudi Arabistan’da, Afganistan’da falan değil…

Ülkücü, Said-i Kürdi’ye “Bediüzzaman” der, evinde Risalelerden mutlaka bir, iki cilt bulundurur.
Ülkücü, “Türk İslâm Ülküsü” denen dinci siyaset tasavvurunu “ülkü” diye benimser. Siyasetin, lâik hayat tarzına, beşeri hukuka ve temel haklar kabulüne değil, “ulemanın” , şeyhlerin, seyyitlerin öğretilerine dayanmasından yanadır.

Ülkücü, kadınla erkeğin ilişkisinde eşitliğe inanmaz.
Ülkücü,  herkesi “İslâm ahlâkında” aynılaştırmayı “ülkü” sanır.
Ülkücü, kadife ceket giymez.

Ülkücü, ağabeylerinin emrettikleri dışında kitap okumaz. Zaten genel olarak pek okumaz. Bırakın Hayek, Mises, Ayn Rand, Bauman, Politzer, Wallerstein, Kroptkin; Stephen King okuyan bir ülkücüye rastlamanız, hemen hemen imkânsızdır.
Ülkücü için felsefe, Gazali’nin fetvasınca “küfür”; ideoloji de Cemil Meriç’ten sekizinci el ezberler gereği “deli gömleğidir.”
Ülkücü,  elleri Türk bayraklı solcuları, ateistleri vs. “Türk” gözüyle değil de “Müslüman ümmeti” gözlüğüyle “kâfir” diye görerek sevmeyen insandır.
Ülkücü, ODTÜ’de gençleri ezen, ormanı yakan, dinci fırsatçılığa “din kardeşliği”  nazarından bakıp da sessiz kalan siyasi taraftır.
Ülkücü, kendi başına düşünüp konuşan, hareket eden insanları, “ağabeyi” bile olsa dövmekten çekinmeyen siyasi fedaidir.

Ülkücü, Türk Ulusu’nun yüce sembolü Bozkurt, dincilerin elinde AKP mitinglerinde oyuncak edilmişken o mitingdeki sahtekârları durdurmadan, öylece  beklemeyi, “terbiye” sanan partilidir.
Ülkücü, Türk bayrağı, dinciliğin   panzerleriyle ezilip yırtılırken onu müdafaa etmek için liderinin emrini bekleyip de kılı kıpırdamayan, vicdanı sızlamayan “şüheda torunudur”.

Ülkücü, hem 80 öncesi komünist tehdidini canıyla durdurmakla övünüp hem de bugün sokaklardaki teröre suskun kalan bununla da övünen; etnik ırkçı terörü ve dinci şiddeti durdurmayı ,işçi, kadın, öğrenci coplayan, ODTÜlü gençlere “Atatürk’ün piçleri” diye küfreden,  cemaatin ve AKP’nin gümüş yüzüklü polislerine  havale etmeyi, vatanseverlik ve sağduyu sanıp kendi kendini nakzeden, kafası dincilikle bulanmış mahallenin kabadayısıdır.

Hal böyleyken ülkücülerin, polis panzerlerine, gövdeleriyle, Türk bayraklarıyla, çiçeklerle, kitaplarla karşı çıkan insanların, sevgilileriyle el ele dolaşıp öpüştüğü, kitap okuyup tartıştığı, Nuri Bilge Ceylân seyrederek Türk olmaktan gurur duydukları bir şehrin, Cihangir gibi bir semtinde zaten oturmayacakları açık değil mi?
Selcan Hanım’ın seçkincilik eleştirisine sonuna kadar katılıyorum da kafasındaki ülkücü tasavvurunu fazlasıyla hayalci ve iyimser buluyorum.

Ülkücü ne Cihangir’de oturmayı ister ne de Batılılaşmış bir toplum parçasıyla ilgilenir.
Ülkücü, zaten Cihangir’in yaşadığı değerlerle bir arada bulunmaz, orada olmayı istemez, orada da oturmaz. Ülkücü Cihangir’i Cihangir yapan, onu izbelikten kurtarıp da yeşerten medeniyeti anlayamaz, ona dahil olamaz.

Ülkücü, istese de Cihangir’de oturamaz.

5 Eylül 2013 Perşembe

Yayın yapabilir miyim?
Bunu ilgilendirebiliyor muyum?

Savaşın Ekonomisi Sosyalizm


Sosyalist ekonomi, açlık algısı ile yönetilen bir savaş ekonomisidir.


Bütün amacı malların, devlet tarafından ve devlete göre âdil dağıtılmasından ibarettir. 

Üretim araçları devletin emrinde olduğundan üretim verimliliğe göre yapılmaz.

Fabrika müdürleri üretimi   her an kıtlık ve savaş içindeymişçesine yaparlar.

Sosyalizmde insanlar piyasanın barış ve huzur ortamını bilemezler. Onlar ancak hiç bitmeyen bir savaş ve kıtlık içinde yürütülen fiilî savaş ekonomisinin karneye dayalı ortamını bilirler.

Sosyalist ekonomi barışın ekonomisi değildir, savaşın ekonomisidir.

Sosyalist ekonomi kısıtlı kaynaklar ve üretim araçlarının, savaş ortamında, en uygun şekilde üretime tahsisi ve temel  ihtiyaç maddelerinin üretimini plânlamakta başarılı olabilir.

Ama insanları sürekli bir savaş durumunda yaşatamazsınız.

Savaşın kısıtlamaları altında kuru ekmekle yaşattığınız insanları, sürekli buna makûm edemezsiniz.

İnsanlara ekmek, ayakkabı, palto dağıtarak onları açlıktan ve soğuktan koruyabilirsiniz. 

Ama bunların dışında bir şey istemelerine izin vermemelisiniz. Çünkü ideolojik olarak insanlar arasında eşitliğin bozulmasına izin veremezsiniz. İnsanlar, ihtiyaçlarını sizin emirlerinize göre ancak belli bir müddet, meselâ savaş hallerinde ,ayarlayabilir. 

Üretimin, savaş hâli dışında, insanların talepleri doğrultusunda çeşitlemesi ihtiyacı hasıl olduğunda ise ayakkabı, ekmek ve paltodan ibaret olan plânlamakta yeteneğinizin sınırlarını fark edersiniz. Carl Menger şeylerin " mal özelliği" kazanabilmesi için onların ihtiyaçlarla ilişkilendirilebilmesi gerektiğini söyler. 

Bu ilişkiyi birey kurmuyorsa, üretilen şeylerin gerçekte iktisadî bir öneminin olup olmayacağı tartışmalıdır. 

Çünkü belli  kalem malların emirlerinize üretiliyor tüketilmesi ancak bu emirleri haklı çıkaracak bir olağanüstü hale bağlıdır.

İş poşet dosya, çöp poşeti, işaretleme kalemi üretimine geldiğinde, eğer insanlara bunları tüketmemelerini  emredemiyorsanız, elinizde sadece güce dayalı bir sadaka dağıtım makinesi kalmış demektir.

Çünkü sosyalist ekonomi insanların, kendi ihtiyaçlarını belirlyebilmeleri durumunda ayakta kalamaz.

Çünkü ne her bir ihtiyaca  hızla cevap verebilecek kaynaklara ve sermaye mallarına ne de bu ihtiyaçları giderebilecek girişimci lik hesaplamasına ve yeteneğine sahiptir.

Bu yüzdendir ki sosyalizm ancak bitmeyen bir savaş gerilimi ile vatandaşlarını uyutur, uyuşturur. 

Savaş tehdidini aklileştirmeden sosyalist ekonominin baskısını sürdürmezsiniz.

Bu yüzden sosyalistler insanları, hiç bitmeyecek  hayalî bir emek sermaye savaşı hurafesiyle açlığa ve sefalete razı etmek isterler. Refahı ahlaken küçümseyip insanları bir  lokma ekmek için Nike devlete minnettar kılmak gayretleri bu yüzdendir.

Sosyalizmi barış içinde sürdürmek imkânsızdır. O savaşın ekonomipolitiğidir.








Cebim nereye gidiyor?