16 Mart 2010 Salı

Dine Dair





Dine Dair
Din nedir?
Hayatın her alanını kuşatan bir tür bürokrasi mi? Yoksa akıl sahipleri için insanın sırtından atması gereken bir çuval hurafe mi?
Memleketimizde en ılımlı cemaatten en katı tarikate kadarki yelpazedeki dindarlar, dinin ayırt edici bir aidiyet olması gerektiğini savunmakta, onu bir tür bürokrasi olarak görmek eğiliminde… Hıristiyanlık’ta bu sorun büyük ölçüde çözüldüğü için Museviliğin bir kavim dini olmasından dolayı tartışmayı belki de ülkemiz üzerinden yürütmekte fayda olduğu kanaatindeyim.
Bunun yanı sıra, dine iki yönden bakışların aşırılığı, daha ziyade bizimki gibi geri ülkeleri ilgilendirmekte…

Her şeyden öne şunu belirtmeliyim ki insanın en temel eylemi “inanmaktır.”
Çünkü en nihayetinde davranışlarımıza yön veren, kendisine ulaşmaya çalıştığımız bir şeyin varlığı ile ilgili güçlü bir kanaat daima bizimledir.
İnançla ilgilendirilen şeyler genellikle dinî unsurlar olagelmiş… Oysa ateistler dahil herkes davranışların, eylemlerin kendisine uyması gereken bir takım doğrular olduğuna daima “inanmışlardır”.
Akıl, düşüncenin ayakları ise, inanç, onun üzerinde yürüdüğü zemindir.
İnsan saf , katıksız bir şüphe içinde yaşayamaz. Bundan dolayı inanmak zorundadır.
Tanrı’ya inanmadıklarını söyleyen entelektüellerin hemen hemen hepsinin ortak inanç paydası, “akıldır”.

Bu, aklı dışlayan köktenci inançlara karşı belki haklı bir tepkidir ama unutulan şudur: İnsanlığın ahlâk değerleri, insanın akıl yürüterek icat ettiği şeyler değildir. Çünkü yanılmıyorsam Montesquieu’nün söylediği, Locke’un da fikirlerinde yerini bulan, “İnsanlar, kendi yaptıkları kanunların yanında kendilerinin yapmadıkları kanunlara da uyarlar”…
Bu bize insan aklının, toplumsal düzenin bütün kurumlarını icat edemeyeceğini anlatmaktadır.
Bunun yanında semavî dinerlin hepsinde ortak olan Hz. İbrahim’in Tanrı’nın varlığını idrak etmek hikâyesi de dinin akıl dışı olduğuna dair önyargının boş olduğunu gösterir.

Semavî dinlerin modern örgütlenmelerinin iktidarla ilişkilerine ve içerdikleri bazı fevkalâde hikâyelere bakarak bunların tamamının safsata olduğunu söylemek ilk planda çok akılcı gelebilir. Ama bu hikâyeler dinin tamamı değildirler, ve hiçbir din sadece bu hikâyelere dayanmaz.
Buna mukabil semavî dinlerden önceki pagan veya çok tanrılı inançların varlığı insanların bir şeylere inanmak ihtiyacını yaşadığını da açıkça göstermektedir.

O halde bütün dinler sadece bir ihtiyacı karşılamak için uydurulmuş ritüellerden mi ibarettir?
Pagan inançlarda esas olan, tabiatın, insan aklının idrak etmekte zorlandığı büyük düzenliliği karşısında duyulan hayret ve hayranlıktır. Pagan, kendisinde bu düzenliliğin bir parçasını bulan, kendisini bu düzenlilikle birleştirmeye çalışan kişidir. Paganın “tanrısı” bu aşkın düzenliliktir.
Bu aşkın düzenliliğe antropomorfik bir gözle bakarak onu kendine yaklaştırmaya ve kavramaya çalışmıştır. Pagan inanışlar tabiattaki düzenliliği keşfetme çabalarında akılcı fakat bu düzenliliğin her şeye kaadir olduğu konusunda akıldışıydı.

Pagan inançlar konusuna “yetenekli” kişiler kendiliğinden öne çıkarak bu inanışların “temsilcileri” , ilk “din adamları” haline geldiler. Bu bir açıdan, sıradan insanların üstünden kavramanın ve anlamanın zorluğunu alıyordu. Fakat buna karşılık bir iktidar ilişkisi meydana getiriyordu. Bu ilişkiye toplumların içinde meydana gelmiş olan yönetim hiyerarşisinin ilgisiz kalması elbette beklenemezdi. Zamanla kişinin, tabiatın düzenlilikleriyle kurduğu kişisel ve huzur verici beraberlik iktidar kanalıyla yaşanan bir ritüele dönüştü. Belki özünde zararsız olan bir inanç, ayrıntılı ve kanun hükmünde caydırıcılığı olan bir aşkınlı talimatnamesine dönüştü.
Semavî dinlerin gelişi, iki şeyi değiştirmiştir.

Bunlardan birincisi tabiattaki düzenliliğin, tabiatın kendisinden değil, onun büyük yaratıcısından geldiği hakikatini ortaya koyarak, insanı tabiatın üstüne yerleştirmişlerdir.
İkincisi, mutlak otoritenin Tanrı olduğu fikrini getirerek insanlara, tartışılmaz ve aşkın bir otoritenin mutlak ve kavrayıcı hâkimiyetini hatırlatarak, davranışlarına çekidüzen vermeleri gerektiğini söylemişlerdir. Bu konu bilhassa İslâmiyet’in kabulünde Arap toplumsal dokusuna en aykırı gelen öğe idi. Yoksa Araplar, mevcut toplumsal düzenlerine karışmayan tek bir Tanrı’ya tapmakta muhtemelen herhangi bir mahzur görmezlerdi.
Ne yazık ki semavî dinler de pagan inanışların kaderini paylaşmıştır.
İnsanın tabiatın üstünde olduğunu söylemek bir zaman sonra insanın tabiata karşı “ sorumsuz yetkili” olduğu inanışına dönüşmüştür.

İnsan üstü bir otoritenin varlığının yaratacağı “tarafsızlık ve itaat” duygusu da pagan rahiplerin yerini alan din yetkilileri sınıfıyla iktidar ilişkilerine dönüştürülmüş ve bağlanmıştır.
Problem inancın kendisi değildir.
Problem inancın, özünde bulunmayan bir örgütlülük ve itaat ilişkisi haline getirilmesindedir ki bunun sorumlusu da insanoğlunun kendisidir.
Buradan şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki din adına çıkarılan savaşlar, dinlerin özünden değil, insanların dini iktidar ilişkilerine alet etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Saf akıl egemenliğine dayanan saf seküler bir ortamda barışın sağlanacağını düşünenler, resmî rejimi ateizm olan sosyalist ülkelerdeki insan hakları ihlallerini acaba nasıl açıklayabilirlerdi? “Din zehirdir!” diyen Mao, kimse bilmese de Hitler’den ve Stalin’den çok daha büyük çaplı bir katil ve diktatördü.
Buradan da şu soruya rahatlıkla geçebiliriz. Bir Tanrı’ya ve onun aşkınlığına inanmak için onun temsilcilerine, aracılarına inanmak zorunda mıyız? Bu meselede peygamberleri tartışma dışında tutmakta sayısız faydalar vardır, çünkü hiçbir peygamber, içinde yaşadığımız türde “örgütlü” bir din va’z etmemiştir.

Musevilik, bir kavim dini olmak hasebiyle cemaate bağımlı kılınmış, Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nun resmî dini olduktan sonra, İslâmiyet ise Emevî iktidarından sonra birer cemaat dini haline gelmişlerdir.
Bu dinlerin hızla yayıldığı ve kabul gördüğü dönem, iktidar ilişkilerinin meşrulaştırıcısı değil, bilakis iktidarları ve otoriteyi ferdin hayatına karşı denetledikleri dönemdir. Yani “kuralın” iktidardan üstün olduğunu anlattıkları dönemdir. Son hak dinin peygamberi Hz. Muhammed’den sonra gelen temsilcilerin pek azının onun tevazuuyla ve merhametiyle hareket etmiş olması düşündürücüdür.

Bu durumda karşımıza peygamberlerin insanî üstünlüklerini taşımayan ama onların otoritesini sahiplenen bir “temsilci” sınıfın ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Zaten sorun, bu sınıfın, peygamberlere duyulan doğal bağlılığı, zorla edinmek istemeleridir.
Ne zaman ki dinlerin, insan hayatına karşı varoluşu dikkati ve hassasiyeti, iktidarları meşrulaştıran ve dinlerin özünde var olmayan bir din profesyoneli sınıfı eliyle gizlenmeye başlamışsa, din adına savaşlar ve katliamlar da o zaman başlamıştır.
Soruna böyle baktığımızda kâinatı yaratan bir büyük kudrete iman etmenin, bir profesyonel inanç sınıfına biat etmeyi gerektirmediğini söyleyebiliriz.

Zira insanın kendi aklına ve vicdanına bırakılmış inanmak fiilinin neden başkasının onayı ile geçerli sayılması gerektiğinin cevabı din profesyonelleri sınıfınca verilememiştir.
Bu açıdan bir dinin ümmeti, otorite emriyle bir arada tutulan bir insan topluluğu değil, aynı Tanrı’ya inanmanın verdiği iç huzurunu ve bu inancın gerektirdiği “zararsızlık” ilkesini( ahlâkı) paylaşan bir gönüllüler beraberliğidir.
Eğer dinler zannedildiği gibi salt akıl düşmanı birer kıyım makinesi olsalardı bu güne kadar varlıklarını sürdürebilirler miydi?

Din, belli törenlerden ve gösterilerden ibaret de değildir. Dinin şekli unsurlarının öne çıkarılması, dinin, iktidar meşrulaştırıcı olarak kitlelere hükmetmek için kullanılmasıyla önem kazanmıştır. Özünde yaratıcıya duyulan saf inancın yattığı bir kurumda şeklin, inancın önüne geçirilmesi, ferdin yaratıcıya karşı sorumluluğunu din profesyonellerine ve iktidara yöneltilmesi, yaratıcının otoritesini de bu sınıfların sütlenmesi ile sonuçlanmıştır.
Dinlerin varlığının sürmesi, din profesyonellerinin ve iktidarların zorlamasıyla değil, bilakis, dinin yaşanışını kendiliğinden toplumsal kabullere , örfe kaydıran sıradan insanlar ve dinin özünün yaşanması için aklını kullanan ârifler sayesinde olmuştur.

Dini bir tehdit haline getiren onu kötüye kullanan insanoğlunun iktidar hırsıdır. Bu iktidar hırsı dinin özünde yatan kurallar yeniden keşfedilmedikçe dizginlenemez. Ateizmin de bu iktidar hırsını dizginlemek için öne sürebileceği bir önerme yoktur. Ateizm de şüpheciliği, bütün inançları yok etmek için kullanan diktatörlüklerin elinde bir nihilizm ve umutsuzluk meşrulaştırıcısı olarak hâlâ kullanılmaktadır.
Tanrı’nın olmadığına “inananların”, inancı kötülemeleri dini kendi iktidarlarının sözcüsü olarak kullananların eylemleri kadar zararlı olmuştur, olacaktır.







Hiç yorum yok: