10 Mart 2010 Çarşamba

Demokrasinin Menfaat Mutabakatının Gerçek Anlamı


Demokrasi tartışmalarında temsilin mahiyeti konusundaki belirsizlik, demokrasinin çok değişik anlamlarda kullanılarak istismar edilmesine yol açabilmektedir.

Temsilcilerini halkın “seçtiği” bir tek parti iktidarının da demokratik olduğundan tutun da çoğunluğun her türlü tasarrufundan ayrılabilmek için sayısal gücü kullanmaya varana kadar her tanımın temelinde bu belirsizlik yatmakta.
Demokrasi, en kaba tanımıyla yönetici değişikliğinin mutabakata dayalı ve barışçı yolla yapılabildiği bir rejim.

Burada sorun yöneticinin seçim şeklinden kaynaklanmıyor aslında… Sorun yönetim kelimesine yüklenen yanlış anlamdan kaynaklanıyor.

Burada yönetim kelimesini kullandığımızda kendiliğinden bir yönetici grubun toplum hayatındaki “güdücü” rolünden bahsettiğimizi sanıyoruz. Bu çok yaygın ve neredeyse mümkün olabilecek tek gerçek şekil sanılan bir algılama…
Bir de buna yaygın ve bir o kadar yanlış siyaset tanımı olan “Kaynakların dağıtım şeklini” eklediğimizde ortaya oy sayılarıyla sürdürülen bir hükümdarlık savaşı çıkıyor.

Bu anlayışın günlük hayata yansımasıysa menfaat gruplarının pasta paylaşımı için siyasi partiler aracılığıyla mücadele ettiği korporatist bir “dağıtıcı” devlet düzeni olarak karşımıza çıkıyor.

Demokrasinin kanaatlerin mi yoksa menfaatlerin mi temsiline dayandığına dair tartışmaların tamamı, toplumsal düzenin özünden habersiz yapıldıkları için aslında kısır kalmaya mahkûmdur.

Demokrasiyi “menfaatlerin temsili” olarak gören kesim menfaatlerin birbirleriyle doğal olarak çatıştığı fikrine dayanmaktadır. Öyleyse demokrasi çatışan menfaatlerin barışçı yollarla iktidar için yarışmalarından ibarettir.

Demokrasinin kanaat temsili fikrini savunanlar ise menfaatin anlamı konusunda ilk dönem faydacılarına dair ezberleri dışında hiçbir şey bilmemektedir.

Demokrasinin menfaate temsiline ait bireyci ve kolektivist yaklaşımların ikisi de menfaatin içinde yaşadığı toplumsal düzenin tabiatını göz ardı ederek onu ya bireyin veyahut kollektivitenin salt iyiliği olarak algılamakta.

Bu tartışmalarda eksik olan nokta, demokrasinin, kendisini sınırlayarak, yönetime, seçmenlere yol gösteren ilkelerden bağımsız bir şekilde var olduğunun sanılmasıdır.
Demokrasi, belli bir usul ve yetki sınırlamasına tabi tutulmadıkça kendi başına hiçbir değer ifade etmez. Yani onu elde etmemizi ve korumamızı önemli kılan şeyler demokrasiyi şekle sokan bir takım ilkeler ve kurallardır. Aksi takdirde o genellikle çoğunluk diktası ve özel bazı durumlarda da azınlık diktası olmaktan kendini kurtaramaz.

Demokrasinin çatışan menfaatlerin barışçı yarışı olduğunu sananların atladıkları veya hiç bilmedikleri nokta da buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü demokrasiyi var eden, meşrulaştıran menfaat mutabakatı, menfaatlerin her konuda mutabık kalması anlamına gelmez!

Menfaat çatışması anlayışına göre demokrasi yoluyla seçilen yöneticiler menfaat gruplarının mücadelesinde güdücü bir rol oynar ve onlar arasında “adil” bir dağıtım yapmak için devlet gücünü kullanırlar.

Burada her bir menfaat grubunun oylar vasıtasıyla devlet idaresinde güç elde etmesiyle taleplerin meşruiyeti de sağlanmış olur.
Acaba gerçekten öyle midir? Bir talebin veya menfaatin meşruiyeti, onun savunanların sayısına mı bağlıdır?

Demokrasinin günümüzde yaygın anlayışına göre zaten partiler, sivil toplum örgütleri, meslek örgütleri vs tam da bu amaç için bir araya gelmiş insan birlikleridir.

Oysa bu anlayış baştan aşağı sakattır ve hukuk dışıdır.
Çünkü grup taleplerinin veya menfaatlerinin “diğerlerinin aleyhine” sağlanıp sağlanmadığı düşünülmeden bu tip taleplerin haklılığı ve meşruiyetinden bahsedilemez.

Demokrasinin menfaatçi anlayışında bireycilerin dahi yanıldığı şaşaladığı nokta burasıdır.

Devletin bir talep karşılama gücü olduğu bir düzende, menfaatin bireye mi, gruba mı ait olduğunu tartışmak açıkça anlamsızdır.

Mesele zaten devletin taleplere ve menfaatlere cevap vermemesi gerekliliğidir.
Çünkü bir kere talepleri karşılamak işine başladığında derhal günlük hayata müdahale etmeye, kendince “adil” bir takım düzenlemelerle, birilerinin menfaati için diğerlerinin aleyhine eylem kısıtlamalarına gitmeye başlar.
Burada atlanan nokta toplumun asgari bir menfaat uyuşmasını zaten sağlamış olduğu hakikatidir. Bu uyuşmanın özü, temel haklara riayet hususunda varılan kendiliğinden oluşmuş mutabakattır.

Hayat, mülkiyet ve hürriyet (ifade hürriyeti) hakları, dokunulmazlıkları, devredilmezlikleri ve vazgeçilmezlikleri konusunda toplumun kahir ekseriyetinin üzerinde mutabık kaldığı “menfaatlerdir”.

Kendilerine göre çok çeşitli menfaatler benimseyen insanların bir arada yaşayabilmesinin sırrı, bireysel menfaatlerin gözetilmesinde temel haklara yani temel menfaatlerin ihlal edilmemesi yönündeki kendiliğinden doğmuş mutabakattır. İnsanlar bu temel menfaatlere dokunulmayacağı yolunda edindikleri teminat ile ancak kendilerine ait menfaatler belirleyebilirler.Mülkiyet hakkının olmadığı bir yerde mülkiyetle ilgili bir menfaati hayal etmek saçmadır. Mesela özle mülkiyetin lağvedildiği herhangi bir ülkede bir insanın, kendisine ait bir ev ve araba almak hayali kurması, bunlarla ilgili yatırımlarından elde edeceği kârı hesaplaması da imkânsızdır.

İnsanlar yalnızca en temel menfaatleri olan temel haklarının korunması yönünde devletten görev beklerler. Günümüzde modern sosyalist bulanıklaştırma ve anlamsızlaştırma çabalarından dolayı devletin aslî fonksiyonları iyice sulandırılmış neredeyse anlamsız derecede arttırılmış ve en kapitalist bilinen memleketlerde dahi her şeyi “gütmesi” gereken devlet anlayışı kafalara kazınmıştır.

Dolayısıyla insanlar arasındaki menfaat çatışmaları ancak ikincil ve bireysel menfaatleri açısından var olabilir ki bu da temel hakların ihlali söz konusu olmadıkça müdahale edilmesi gerekmeyen bir sahadır. Yani hırsızlık etmeyen, yalan beyanda bulunmayan ve hayata kast etmeyen herhangi iki veya daha çok piyasa aktörünün menfaatlerinin çatışması, ne ahlâkî ne de hukukî olarak müdahale gerektiren bir sorundur. Devletin görevi menfaatleri mukayese etmek veya bunların yerindeliğini belirlemek değil, menfaatlerin temininde hukukun gözetilmesini sağlamaktır. Yani hırsızlığın, cinayetin ve yalanın önüne geçmektir.

Bir demokrasi, toplumun temelinin oluşturan en temel menfaat algılarını idrak edemiyorsa kendiliğinden bir çetelerin temsili sistemine dönüşmesi, neredeyse kaçınılmazdır.

Zira salt oy miktarına dayanan ve bundan dolayı menfaat dağıtabileceğini sanan bir yönetimin hukukla bağlantısı kalmamıştır. Hukukla sınırlandırılmamış her türlü idare de özünde bir çetedir.

Menfaat dağıtımı anlayışının iki sakat yönü vardır.

Birincisi neyin menfaat olduğuna dair, hiç kimsenin sahip olamayacağı Tanrısal bir iktidar hayaline yol açar…

İkincisi, bireysel veya grup menfaatleri arasında seçimler yaparak adaletsizliğe yol açar.

Sınırlı devletin ve daha önemlisi sınırlı demokrasinin gerekliliği yönetimlerin idrak açısından insani sınırlılıktan masun olamayacağı gerçeğine dayanır.
Yönetimin yapabileceği ve en adil kabul edilebilecek şey, temel menfaatlere ( hayat, mülkiyet ve hürriyet) dair toplumsal mutabakatın her hal-ü kârda korunmasını sağlamak bunun dışındaki bireysel menfaatlerin de bu mutabakat çevresinde temin edilip edilmediğini gözetmektir. Bu yapılmadığı takdirde oy sayısı bize adalet hakkında hiçbir fikir veremez. Çoğunluğun mutlaka âdil olacağını savunanlara Hitler’i başa getiren çoğunluğun yasama organından çıkan yasaları hatırlatmak isteriz.
















Hiç yorum yok: