11 Mart 2010 Perşembe

Avatar, Paganizmin Yükselişi Ve Anlam Arayışı



Aslında filmin omurgası “Suretler” ile aynı. “Sürücülerin” yönettiği taklitler üzerinden gelişen iki farklı varoluşçu hikâye ikisi de…
Avatar, modern bir Kızılderili hikâyesi…

Ama amacım burada Avatar’ı film olarak incelemek değil.
Avatar’ı var eden eğilimleri, insanların semavî dinlerle ilişkileri açısından incelemek…

İnsanın aklına şöyle bir soru geliyor: Paganizm semavî dinlerin boşluğunu mu dolduruyor?

Sanırım bu soruya verilecek cevap “evet”…
Peki semavî dinler özlerinde eksik inanışlar mı? İnsanın inanç ihtiyacını karşılamaya yetmiyorlar mı?

Kim ne derse desin insanın en temel felsefî eylemi “inanmaktır”. İnanmak, hayatı kendisine göre yöneltmeye değer şeylerin varlığına hükmetmektir. Agnostikler, ateistler dahi en nihayetinde bir “doğru” inancına göre hareket ederler.
Şüphecilik inanmak eylemini yok edememiştir sadece zayıflatmıştır. Buna rağmen insanlar uğruna mücadele edecekleri şeyler olduğuna daima inanmışlardır.
Bu durumda paganizmin popülerleşmesi veya yükselmesinin sebebi ilk bakışta zannedildiği gibi inancın zayıflaması değildir.

Buradaki sorun, inancın muhatap bulamamasıdır.

Semavî dinler, çok tanrılı, pagan, putperest inançların cevap veremediği bir soyut alana tekabül ediyordu.

İnsanlar hayatlarının anlamına dair soruları, varoluşlarının sebebini semavî dinlerin varlığı ile cevaplayabiliyordu önceleri...

Semavî dinler öncesi iktidar meşrulaştırıcısı inanç kurumu, semavî dinler ile birlikte insanın iktidarlar, otorite üstü, korunması gereken bir varlık olduğu inancını aşılayarak insanlarda kendine saygı duygusunu geliştirmişti.
İnsanlar, dualarını duyacak, herkesten ve her şeyden üstün, iradesi eşsiz, rakipsiz bir kudretin varlığıyla huzur buluyorlardı.
Peki semavî dinler, nasıl odlu da zayıfladılar?

Burada iki sebepten bahsedebiliriz.

Birincisi bürokratikleşme ikincisi siyasallaşma…

Musevilik ve Hristiyanlık’taki ruhban sınıfına yani profesyonel din otoritelerinin teşkiline benzer şekilde İslâm aleminde de her biri birer küçük din halini alan mezheplerle din artık sıradan müminlerin tek başlarına inanıp icra edemeyecekleri , otoriteye müracaat edilmeksizin de yaşatılamayacak bir kurum halini almıştı.
Dine girişin tamamen kişinin iradesine bağlı olduğu ve özel bir cemaat töreni gerektirmeyen İslam bile git gide bir cemaat dini şeklini almıştı.

Bir de bunun üzerine dinlerin dünyevî otoritenin bir parçası haline getirilmesi ile dinlerin semavî dokunulmazlıkları adamakıllı yıpranmıştır.
Bu iki etken ile dinler ancak birer gelenek gibi yaşatılan, kaba aidiyet unsurları olarak sürdürülmeye başlanmıştır.

Zira semavî dinlerin “olgunlaşmasıyla” beraber ilahiyat tartışmalarının bitirilmesi, tek bir yoruma doğru yönelmek eğilimi çok ciddi şekilde kendini göstermiştir. Bu gün sıradan Müslümanlar itikadî mezheplerdeki Allah hakkındaki tartışmaların hiç birini bilmezler.

Dinlerin siyasallaşması ile evrensellikleri zayıflamış ve dinler artık çeşitli ideolojik çekişmelerdeki müşevvikler halini almışlardır.
Mesela sömürge karşıtı Kuzey Afrika önderlerinin İslam anlayışları, dinin sosyalizme/ kolektivizme dayanak olan bir otarşik ve bağımsız “ulusal” yapının meşrulaştırıcısı olduğu yönündedir.

Modern devirlerde İslam aleminde asla tasada ve kıvançta kardeşçe bir birlik sergilenememiştir. Meselâ Karabağ sorununda İslam âleminin kahir ekseriyeti suskun kalmıştır ...

Çünkü dinin siyasallaşması ile beraber, milletler arasındaki yabancılaşma daha da artmıştır. Bu açıdan meselâ İslamiyet’in milletleri aşan bir ümmet bilinci geliştirdiği iddiası ancak siyasal İslamcıların propagandaları arasında kendine yer edinebilmiştir. Bir Hıristiyan kulübü olduğu söylenen AB içinde dahi din ancak Avrupa’yı, Avrupalı olmayanlardan ayıran bir aidiyet nişanı olmaktan öte işe yaramamaktadır.

Dinin bürokratikleşmesi ile dinî inancın mahiyeti ciddi şekilde zayıflamıştır. Çünkü bürokratikleşme ile “şeklî” uygulamanın önemi muazzam şekilde abartılmış ve bu, aidiyeti belirleyecek hale getirilmiştir. (Burada belki “kurumlaşma” demek daha doğru olabilirdi ama “kurum” terimin çok daha geniş ve genel bir anlamı olduğu için semavî dinlerdeki örgütlenmeyi anlatmak açısından en güzel terim bence bürokratikleşmedir.)

Dolayısıyla din karşıtı bütün propagandalar dinlerin şekilciği üzerinden yürütülmeye başlanmış ve bu yolla din’in inanç temelleri de zayıflatılmıştır. Dinin mahiyetiyle ilgili tartışmalar bürokratikleşme ve siyasalaşma ile kesildiğinden bu tartışma alanının yerini, bağlamı saptıran din karşıtlığı almıştır.
Dolayısıyla din artık sıradan insan için basit bir aidiyet etiketi ve şekli uygulamalar alanı haline gelmiştir.

Bu, İslam ülkelerinde beliren radikal İslamcı hareketler için ve bilhassa onlar için böyledir. Bireysel haklar, İslamî anlamda kul hakkı gibi konularda yükümlülükleri ve sınırları gibi hiçbir şey düşünmeksizin şeklî bir şeriat devletinin yeterli olduğuna dair ilkel kanaat, zaman zaman açıkça inanç karşıtı olarak beliren seküler devlet baskılarıyla iyice keskinleşmiştir.
Burada da mesele bir güç savaşı halini almış ve sıradan insanlar için din artık iktidar mücadelelerinin bir aracından başka bir anlam taşıyamaz olmuştur.
Buraya kadarki tahlilin bir önemli sonucu da şudur.
Bir güç edinme aracı olarak saptırılmasıyla din, insanı tabiatın mutlak ve “yabancı” hâkimi haline getirmiştir.

İnsanın çevresine karşı sorumluluklarıyla ilgili İslam’daki ileri kabul dahi, siyasallaşma ve güç mücadeleleri içinde geri plana itilmiştir.

Böylece insan tabiattan kopartılmış ve onunla ilişkisinde yabancılaştırılmıştır.
Bir siyasî mücadelenin piyonu olmak dışında bir anlam ifade etmemeye başlayan dinî mensubiyet, insanın anlam arayışlarına cevap veremez hale gelmiştir. Onu hiç erişemeyeceği Tanrı ile hiçbir bağının olmadığı iddia edilen tabiat arasındaki Araf’ta kimsesiz bırakmıştır.

İşte modern “Yeni Çağ” (New Age) inançlarının yükselişinde kişinin kendi varlığının anlamını kendi başına aramak ihtiyacı yatmaktadır. Fert artık, bir takım adamların komisyonculuğunu yaptığı, önü kesilmiş tartışmalardan dolayı da anlaşılması iyice zorlaşmış bir üstün “antropomorfik” güce inanmaktansa kendisinin de bir parçası olduğu,kaderinde söz sahibi olduğu bir bütünlüğe ait olmayı daha huzur verici bulmaya başlamaktadır.

Elbette bu eğilimin batı ülkelerinde daha güçlü olduğunu belirtmeliyiz. Çünkü doğuda din hâlâ gelenekler içinde ciddi ve tartışılmaz bir yer bulmaktadır.
İşte Avatar, pozitivizmle dirsek temasın kesmeyen, bilinebilir temellere dayanan bir “rasyonel” inanç arayışına cevaptır.

Maalesef meselâ İslam âleminde modern devir inançlarına karşı kökten bir muhalefet ve akıl yürütmekten ziyade nakle dayalı ezberci bir anlayış dışında hiçbir cevap geliştirilememektedir.

Oysa semavî dinler, diğer inançlardan üstün kılan özellikleri doğrudan insanın varoluşuyla ilgilenmeleriydi. Bu derin kavrayış sayesinde semavî dinler tarihte eşi görülmemiş adanmışlıklarla yayılmışlardı.

Modern insan dine baktığında, kendisiyle ilgisiz, daha doğrusu kendisiyle ilgisi tamamen itaate yönelik olan şeklî inanç sistemleri görmektedir.

Şehirleşmemin çok gerisindeki İslâm ülkelerinde ise kapalı toplum/cemaat bağları sayesinde dine şekilci bağlılık hâlâ gücünü bir ölçüde korumaktadır.
Semavî dinlerin profesyonelleri eğer paganizme dönüş olarak gördükleri “Yeni Çağ” inanışlarının yükselişinden şikâyet ediyorlarsa bunun suçunu, modern insanın günah eğiliminden ziyade kendilerinin insana ilgisizliklerinde, şekilciliğe verdikleri aşırı önemde, güç ilişkilerine düşkünlüklerinde aramaları çok daha faydalı olacaktır.



Hiç yorum yok: