4 Mart 2009 Çarşamba

Gerçekten “Bir Başkası” Var mı?

“…Evrensel ve tek bir doğru uygarlık biçimi olduğu fikrinin sonuç olarak bizi felakete götüreceğinin bilincine varmak günümüz liberaleri açısından çok hayatidir... Etyen Mahçupyan da Berlin’den hareketle liberalizme dair bazı varsayımlarını yeniden gözden geçirmek zorundadır diye düşünüyorum... Yazımızı yine Berlin’den bir alıntıyla bitirelim; “Farklılık ve çeşitliliklerin hoşgörüldüğü bir toplum olmak yeterli değildir. Aynı zamanda bu çeşitliliklerin onaylandığı ve özendirildiği toplumlarda insanlar dolu dolu yaşayabilir.””*

Bir gazete yazarı İsaiah Berlin’den yaptığı bir alıntıyı aktardığım şekilde yorumluyor. Amacım bu yazarla polemiğe girmek değildir. Burada bilhassa liberal değerlerin önem kazandığı günümüzde, kolektivist kampın durmaksızın tekrarladığı “Bir başka…” kalıbını kullanan düşünüşe dikkat çekmek istiyorum.

“Bir başkası..” kalıbı neye işaret ediyor? Bu genellikle “doğrunun çok çeşitli” olabileceğine, yöntemlerin değişebileceğine, birden fazla yaşayış şeklinin mümkün olduğuna vurgu yapıyori.

Eğer hiçbir ideolojimiz, yani doğruyu yanlıştan ayırmak için kullandığımız hiçbir fikri kerterizimiz, değer yargımız, ölçütümüz olmasaydı, bu fikri geçerli/ doğru sayabilirdik.

Gelin görün ki herkes muhakkak bir felsefe üzre yaşar. Bu, insan olmanın gereğidir, çünkü “neyi yapmamamız gerektiğine” dair kanaatlerimiz olmasaydı toplumlaşamaz, bir araya gelmez ve neslimizi sürdüremezdik. Bu, şu anlama gelir, “ne yapmamamız gerektiğine” dair normlarımız bu günden yarına kolayca değişmiyorsa fert olarak her birimizi için” bir ve yalnız bir” doğru var demektir. Bundan dolayı bir biriyle çeliştiğini düşündüğümüz davranışlarımız için ya geçerli bir mazeret bulmaya çalışırız veya bu tip davranışları kendi normlarımız içine bir şekilde yerleştirmeye, rasyonelleştirmeye çalışırız.

İşte insan özgürlüğünün en başta gelen doğal sınırı budur! Eğer sınırsızca ve aklımıza geldiği gibi davranmıyorsak bu silâhlı güçlerin komiserliğinden dolayı değil, doğruyu yanlıştan ayırmak için sürekli müracaat ettiğimiz değerlerimizin ve normlarımızın(ferdî deolsa) tek bir şekilde biçimlendirdiği vicdanımızın gözetimi sayesindedir.

Toplumsallaşma, fertlerin, “adil davranış” ile ilgili çok genel bir mutabakatının neticesidir.

Meselâ hırsızlığın “kötü” sayılması, varoluşsal bir gerekliliktir, yukarıda değindiğimiz gibi neslimizi sürdürecek bir toplumlaşma için elzemdir. Hırsızlara değişik kültürlerde farklı yaklaşımlar, bu eylemin “evrensel” bir kötü kategorisine girmesini engellememektedir. Çünkü insanın varoluşu her yerde aynı “kurallara”, sınırlara taabidir.

Çerçeveyi biraz daha daraltırsak ulaşımın son iki yüzyıldaki kadar kolay olmadığı, bilginin nakil yavaş nakledildiği, kültürel etkileşimin ancak savaşlarla yoğun ve hızlı yaşanabildiği dönemlerde insanların mahallî kültürlerini mukayese etmeleri, hele bunların birbirleriyle etkileşerek değişmeleri son derece zordu.

Şüphesiz o dönemlerde mahalli topluluklarda büyük bir çeşitlilik de vardı ama bu çeşitlilik bu gün anladığımız anlamdaki modern devlet güncesinden ziyade, mahalli iktidarların insafına kalmıştı.

Ulaşımın hızlanması, bilginin hızla çoğaltılması batıyı diğer kültürlere göre daha farklı bir yere taşıdı. İktidarın, Tanrı sömürücü kilise elitleri ve onların himayesindeki hükümdarların metafizik egemenliğinden alınıp doğrudan, etten kemikten insanın kendisine verilmesi düşüncesi, ferdin, diğer her şeyden daha önemli olduğu kanaati, hayatlarımızın, hukukun teminatı altına alınmasını sağladı.

Bu “paradigma” değişikliği, batılı toplumların maddi ilerlemesinin önünü açtı.

Daha sonra bu paradigmaya karşı çıkan kolektivist fikirler kendi paradigmalarını geliştirdi ve bunları hayata geçirmek fırsatını da buldu. Bu belki de bilinçli ilk “bir başkası” arayışıydı.

“Bir başkası” arayışı, insan toplumunun başka başka şekillerde de “var olabileceği” iddiasından başka bir şey değildi. Buna örnek olarak ilkel ve yalıtılmış kabilelerin sosyolojisi sürekli “delil” olarak öne sürülmüştür. Ama bu delilleri öne sürenler , bu kabilelerin neden çoğalamadığını, kültürlerinin neden “yaşamadığını”, “değişmediğini”, ticaret toplumlarının yapısının bu kabilelerle mukayese edilip edilemeyeceğini hiç sorgulamamıştır.

En nihayetinde, toplumun üzerinde temellendiği özel mülkiyet gibi bir temel kavramı reddederek de toplumu var edeceğini iddia edenler, devlet zoruyla bir arada durabilen, sıkıntılı, fakir, huzursuz bir yığından gayrisini ortaya koyamamışlardır.

Çünkü insanı, “kendi mutluluğunu kendi bildiğince” aramaktan mahrum etmişler, “bu şekilde” davrandıklarında da amaçlarından çok farklı bir şekle ulaşmışlardır.

O halde “insanın kendi mutluluğunu aramakta bağımsız olması” şeklinden başka bir şekil onun varoluşuna uygun değildi!

İnsanın mutlu olmak gayesini, kendi bildiğince gerçekleştirmeye çalışması, bu gün, içinde yaşadığımız ve “medeniyet” diye nitelediğimiz vasatın temel ve vazgeçilmez kıstasıdır. Bu gün, gittiğimiz yerde benzerlerimizi bulacağımızı, hayatımızın, yaşadığımız yerdeki kadar emniyette olacağı teminatını bize vererek seyahat etmemizi sağlayan şey de bu vasatın oluşumunu sağlayan medeniyet paradigmasıdır”.

Evlerine ayakkabıyla giremediğiniz ve çok sıkı davet kurallarına tabi olan Japon toplumundan, çok daha gevşek toplumsal kuralların yaşandığı İskandinav ülkelerine kadar kendimizi emniyet içinde hissedebildiğimiz her coğrafyada egemen olan paradigma tektir!

Yazarımız, liberalleri, “…Evrensel ve tek bir doğru uygarlık biçimi olduğu fikrinin sonuç olarak bizi felakete götüreceğinin bilincine varmak günümüz liberaleri açısından çok hayatidir..” diyerek uyarıyor.

O halde insan varoluşuna uygun çok çeşitli “uygarlık” biçimlerinin var olduğunu düşünüyor. Yani? İnsanın varoluşunda özel mülkiyetin yerini önemsemeyen, onun hürriyetini hiçe sayabilen veya hayatını herhangi bir iktidarın insafına terk edebilen “medeniyetlerin” de var olabileceğini söylüyor. “Bir başkası” arayışının bildiğimiz ezberini tekrarlıyor. Bu satırlarıyla yazarımız zımnen, neyin kabul edilebilir, arzulanır ve doğru olduğuna dair hiçbir kanaat geliştirilemeyeceğini söylüyor.

Oysa insanlar tam da bunun aksine sürekli, hayatta kalmalarının en düşük maliyetli ve ahlâklı yolu için çabalayıp duruyor ve bütün refah devleti uygulamalarına rağmen, hayatın kendisini anlamaya çalışan liberal demokrasiye ulaşmaya çalışıyorlar.

Bu arada, Berlin’den alıntılanan cümle yazarın fikriyle tam anlamıyla ilgisiz... Berlin’in cümlesinde ifadesini bulan çeşitlilik, “varoluşa düşman olanın yaşatılmasına izin verilmesi” anlamına gelmiyor. Oysa yazarın “mutlaksızlık” anlayışından beslenen sayısız totaliter ve otoriter “bir başkası” arayışından bahsetmek mümkün. Yazarın alıntıladığı cümle aslında, tam da yazarın argümanının aksine, çeşitliliği koruyacak “evrensel” liberal bir demokrasiye işaret ediyor, bir başka deyişle, çeşitliliği koruyacak tek evrensel paradigmanın “liberalizm” olduğunu ifade ediyor.

Bu bakışı fazlaca “batılı” bulanlarımız olacaktır şüphesiz ama bu bakışı hızlı, korkusuz şekilde eleştirebilmek imkânının hangi paradigmayla sağlanabildiği düşünüldüğünde, artık bazı temel fikri yapıların, nereden kaynaklanırlarsa kaynaklansınlar, hepimizin varoluşu için daha uygun, daha elverişli, kullanışlı ve düşük maliyetli olduğunu da sanırım kabul edeceklerdir.

Bu açıdan, mevcut hayat tarzımızı değiştirmeksizin,dünya ile daha kolay bütünleşebilmek, ifade imkânlarımızı geliştirebilmek , bunları teminat altına alabilmek, kendimize ait varlıkların içinde bir değer ifade ettiği, bütün bunların bizatihi bir değer olarak kabul edildiği birden fazla “medeniyet” bulabiliyorsak ne âlâ!

Yazarın liberallere öğütlerinin mikyası kolektivizmin göreceli ve teleolojik etiğidir. Bu “etiğe” göre hareket edildiğinde nerelere varıldığı eğer SSCB, Kuzey Kore, Komünist Çin, Küba ve hatta mülkiyete kabaca tasallut edilebilen karma ekonomilerde görülmemişse elbette her şey söylenebilir.






· “Isaiah Berlin’in liberalizmi”: Rasim ozan Kütahyalı: Taraf:28/02/2009









Hiç yorum yok: