23 Aralık 2014 Salı

Artık Köyden İnelim Şehre


Köylülük görebildiğim kadarıyla “milliyetçi camianın”  yumuşak karnı. Köylülük hakkında en ufak bir eleştiri derhal gayet “Müslümanca” bir “nakil işgüzarlığıyla” susturulmağa çalışılıyor.

Bu da bize köylülüğün, özellikle günümüzde hakkıyla incelenmediği dahası ancak eski kayıtların romantizmiyle algılandığını gösteriyor.

İşin aslı bugün esas problemimiz “kenar mahalleleşme” veya  “gecekondululuk”tur.O halde neden köylülük üzerinde bu kadar duruyoruz?

Son sözü en başta söylemek pahasına söylememiz gerekiyor ki: Köylülük  kenar mahalleleşmenin kaynağıdır. Günümüz şehir hayatının, dünyayı algılama biçimimizin, bilgiye bakışımızın, uluslaşmamızın önündeki  en büyük engelin kaynağıdır. Çünkü kenar mahallenin kapalı toplum yapısı  köyden köken alır.

Özellikle kendisini “milliyetçi” olarak görenlerde yaygın olarak  ortaya çıkan köy romantizmi, bize köylülüğün toplumsal, siyasal ve dinsel yönlerden ayrıntılı biçimde incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Peki ama neden? Çünkü , uluslaşmamızın açıkça tehdit edildiği bir dönemde,  “milliyetçilerin”,  yaygın cehalet ve taassuplarının kökenini  umursamamak üstelik de bu kökenle övünmek gibi bir  tutumları var da ondan.

Köylülük tartışmalarına milliyetçilerin köy sosyolojisiyle ilgili tarihi metinlerini aktararak cevap vermek ne anlama gelir? Önce buna bakmamız lâzım?

Bir konuyu tarihi metinlerle cevaplamaya kalkmak anakronizmin ta kendisidir. Çünkü köylülükle ilgili yazıların yayınlandıkları tarihlerde toplumumuzun zaten kahir ekseriyeti köylerde ikamet etmektedir. Dolayısıyla  üzerine demokrasinin, egemenliğin, hukukun inşa edileceği toplumsal malzeme köyde bulunmaktadır.

Buna karşılık ülkenin cahil ekseriyeti de köyde barınmaktadır. Dolayısıyla “toplumun geneline” hitap edecek bir şeyler söylendiğinde bu çoğunluğun da idrak edebileceği şeyler söylenmelidir. Dolayısıyla da eski Türkçülerin köye romantik bakışları hem onu kültürün kaynağı olarak görmelerinden hem de köylüyü “millet yolunda bir iyiliğe” sevk edebilmek gayretindendir! Bu da ancak köylü egosunun, “şehirli bir üstünlük” duygusuyla uluslaşmaya katılmasıyla mümkün olabilirdi!

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bütün köycü yönelimin esası veya amacı, köyleri birer “küçük şehir” birer küçük medeniyet merkezi haline getirmektir!

Türkiye köy toplumu üzerine  güzellemeler yazan arkadaşlarımıza meselâ Sovyet dönemi  köylerini gezmelerini hararetle tavsiye ederdim. Tataristan’da bir köyde, kitabevinin, gençlik  merkezinin bulunduğunu görselerdi sanırım, ezberden veya “kopyala yapıştır usulü” bir akademik dehayla  naklettikleri Akçura’nın hayalinde, nasıl bir köy olduğunu daha iyi anlayabilirlerdi.

Köy  bir “kapalı toplumsal” yapıdır.

Kapalı toplumsal yapı, kabaca cemaat/topluluk ile kendisini belli eder.  Görünüşte, inanışta, yaşayışta birebir aynılaşmak “amacını” güden, adeta tek bir akılla düşünerek kendini “güvenceye” aldığını düşünen insanların beraberliğidir.

Peki bu yapı tesadüfen mi oluşmuştur? Elbette hayır.

İşbölümünün azlığı ( ki eskiden ilkokullarda öğrendiğimiz köy tanımı içinde, nüfusla beraber anılan ikinci faktör buydu) , nüfus azlığı, ulaşım güçlükleri, enerji kaynağına uzaklık( bu artık o kadar büyük bir zorluk değil) gibi faktörler köy toplumunu zaten doğal olarak “yalıtılmış” bir hale sokmaktadır. Buna mukabil dikkat edilirse “teknolojik gerilik” bir faktör olarak sayılmamıştır. Çünkü köylü artık kendisinde olmasa bile kiralık bir teknoloji ile işini görebilmektedir. Bunun yanı sıra LCD televizyonlar, uydu çanakları, Doğu Anadolu’nun en ücra köylerine dahi girmiştir.

İşbölümünün azlığı köyde yapılacak fazla bir  iş olmadığına işaret eder. Tarım  veya hayvancılık dışında, haddecilik, soğuk demircilik, marangozluk,  radyo televizyon tamirciliği, ayakkabıcılık gibi en temel zanaatler dahi köyde icra edilemez. Çünkü bunları ayakta tutacak hammaddeler  ve sermaye malları ne köyde üretilebilir ne de kolay kolay köye getirilebilir.

Bu durum köyü kendi içinde kapalı bir hale getirir.

Kapalı bir toplumda topluluk üyelerinin uyması gereken kurallar şehirden son derece farklıdır.

Bu kurallar, köy yaşantısının gerektirdiği ölçüde “somut” ve toplumsal  tekdüzeliği yüzünden de sayıca azdır. Bu kuralların denetimi de geleneklerin en tutucu şekilde yaşanması ve benzeşmeyi sürdürmekle gerçekleştirilir.

Dolayısıyla köy toplumunun aklında, beklentileri, amaçları, menfaatleri,  gelir düzeyleri, etnik kökenleri, toplumsal tabakaları arasında farklılıklar olan insanların bir arada yaşayabilmelerini sağlayabilecek bir kurallar dizgesi kavramı yoktur! Bu, doğrudan doğruya köyle ilgili yapısal bir durumdur.

Bu aslında,  “toplulukla”  “toplum”  arasındaki farkın ta kendisidir.

Bu aslında  kabileleşmeyle uluslaşma arasındaki farkın ta kendisidir!

Gökalp’in Türk köylüsünün irfanını aktarırken kullandığı “dili dilime dini dinime”  ölçüsü bu açıdan kapalı bir toplum üyesinin “ulus”/”millet” gibi bir yapıdan ne anladığının göstergesidir. Bugün biliyoruz ki bir ulus içinde farklı dinlerden üyeler bulunabileceği gibi büyük bir dil ailesinin birbirini anlamakta zorluk çeken üyeleri dahi  bir milletin/ulusun mensubu olabilirler.

Ulus/millet yukarıda özelliklerini saydığımız, beklentileri, amaçları, menfaatleri,  gelir düzeyleri, etnik kökenleri, toplumsal tabakaları arasında farklılıklar olan insanların belli bir hukuk birliği, emniyet ve adalet tekeli çatısı altında  rızaya dayalı olarak meydana getirdikleri birliğin adıdır.

Demek ki millet ve milliyet kavramlarının  fikri kaynağı köy değildir ve olamaz da. Dolayısıyla milliyetçiliğe köyden bir sebep veya meşruiyet devşirmeye çalışmak en başta sosyolojik olarak yanlıştır.

Ulus/millet gibi devlet veya hukuk birliği yaratabilen “toplumlaşmaya” yönelik bir toplumsal yapı, köylülük bilinciyle  “oluşturulamaz”!

Hal böyle olunca milleti, ancak din ve dil  ile ölçen bir bilincin “milliyetçiliği” ile  milleti, toplumlaşmış bir yapının siyasi, hukuki ve kültürel  belirmesi olarak ele alan  bilincin milliyetçiliği, şüphesiz farklı olacaktır.

Bugünkü sıkıntımız, Gökalp’in mensubiyet bilincinin varlığına sosyolojik bir delil olarak gösterdiği bir tanımı, milliyetçiliğin yegâne vazgeçilmez tanımı sanmaktır.

Bundan dolayı da “ne yapılması gerektiğini” köylüye sormayı  bir tür köylü sevgisi sanmak, özüne dönmek saymak,  milliyetçiliğin siyasi kampını günden güne ilkelleştirmektedir.

Köylülüğü Türkçü’lerin yazıları ile savunmaya çalışmanın hatalı yönü, bu yazıları içeriğine dikkat etmeden aktarmaktır. Bundan sonraki hata da “köye yönelmeyi”,  “köylüleşmeye çalışmak” olarak anlamaktır.

Oysa köye yönelmek köyün imkânsızlıkları içinde dahi işbölümünü gerçekleştirebilmek, bireyselleşmeyi kurabilmek ve kapalı toplumsal yapının gelişmeyi engelleyici katı yapısını aşabilmek amacını taşımaktaydı. Köy enstitüleri, köy kökenli insanlardan  şehir idrakine sahip insanlar yetiştirme projesidir; yoksa  şehir yaşantısını köylülüğe teslim edip de bütün şehirleri , tezek kokulu metropoller yapmak değil…

Bugün köylere giden siyasetçilerimiz köylüye dinin hakikatlerinden bahsetmek yerine köylünün ilkel din algısını, “ilmihal Müslümanlığını”  teşvik ederek  oy toplamağa çalışıyorsa  bu durumda köylülüğün geriliğini dürüstçe ve korkmadan ortaya koymak bir toplumsal sağlık meselesidir.

Elbette köylülerimiz Türk modernleşmesini eteğinden tutarak geriletmemiştir. Ama köye yönelik aşırı fırsatçı ve dalkavukça politik ilgi Türk siyasetini inanılmaz geri bırakmıştır. Türk milliyetçileri de maalesef bu “halk dalkavukluğunu” köylü sevgisi diye aklîleştirerek Türkçülüğün  sulandırılmasına ve en nihayetinde ümmetçi bir melez milliyetçiliğe dönmesine sebep olmuşlardır.

Çözüm köylüleşmek değildir. Çözüm köyü yükseltmektir. Bu da köye uyarak olmaz, köyü eldeki imkânlarla şehirlilikle  entegre etmekle olur. Yani?

 Köylere daha fazla “mele”/molla değil öğretmen yollayarak…

 Öğretmenlere laik ve ulusal bir devlet bilinci aşılayarak…

Köylerin ulaşım imkânlarını artırarak…
Pozitif bir teşvik verilmese dahi  tarımsal ve hayvansal üretim maliyetlerini düşürecek tedbirler alarak…

Milliyetçiliğin içindeki köylülük, içinde   bir ulusun büyüklüğünü ve gelişmişliğini barındıran bir saflık değildir. Bu anlaşılmadıkça “milliyetçilik”  Orta Anadolu taşra dindarlığının üç hilâl  takıntısından başka bir şey olamayacaktır.











6 yorum:

selcen dedi ki...

Gökalp’in Türk köylüsünün irfanını aktarırken kullandığı “dili dilime dini dinime” ölçüsü bu açıdan kapalı bir toplum üyesinin “ulus”/”millet” gibi bir yapıdan ne anladığının göstergesidir. Bugün biliyoruz ki bir ulus içinde farklı dinlerden üyeler bulunabileceği gibi büyük bir dil ailesinin birbirini anlamakta zorluk çeken üyeleri dahi bir milletin/ulusun mensubu olabilirler. Gökalp de bugüne göre geridedir bence.Türkleşmek ve islamlaşmak ne demektir?

Afşar Çelik dedi ki...

Selcen Hanım önemli bir noktaya temas etmişsiniz. Türk kimliğinin tarih içinde ve hanedanlarda ne anlama geldiğini bilmeden konuşuyoruz çoğu zaman.

Bu açıdan yorumunuz son derece dikkat çekici. Teşekkür ediyorum.

Saygılar.

Afşar Çelik dedi ki...

Selcen Hanım önemli bir noktaya temas etmişsiniz. Türk kimliğinin tarih içinde ve hanedanlarda ne anlama geldiğini bilmeden konuşuyoruz çoğu zaman.

Bu açıdan yorumunuz son derece dikkat çekici. Teşekkür ediyorum.

Saygılar.

Afşar Çelik dedi ki...

Selcen Hanım önemli bir noktaya temas etmişsiniz. Türk kimliğinin tarih içinde ve hanedanlarda ne anlama geldiğini bilmeden konuşuyoruz çoğu zaman.

Bu açıdan yorumunuz son derece dikkat çekici. Teşekkür ediyorum.

Saygılar.

Peride dedi ki...

Yazı güzel, Selcen Hanım'ın tesbiti daha güzel.Teşekkürler

Afşar Çelik dedi ki...

Peride Hanım,

Kesinlikle haklısınız. Yazarı aşan okurları görmek kadar güzel bir his yok.