31 Temmuz 2014 Perşembe

Türk Hukukuna Karşı Cemaatler Koalisyonu


Son günlerde sokaklarda, Selahattin Demirtaş’ı destekleyen bir grup “aydın” insan görüyorum .

Bu insanlar Selahattin Demirtaş’ta ezilmiş halkların yükselen genç ve dinamik temsilcisini görüyorlar, anladığım kadarıyla. Zaten Demirtaş da sürekli “Bu topraklarda halkların çok acı çektiğinden” bahsedip duruyor.

Yani aslında bu topraklarda “halklar” denen topluluklar varmış da bir de onları ezen başka bir halk varmış gibi bir hava yaratılıyor ve bu da   yarı aydınlarımızın hümanizmini gıdıklıyor.

Seçim propagandaları, demokrasi, insan hakları,  hukuk devleti vs. sürekli vurgulanıyor. Bu çağdaş değerlerin egemen kılınması gerektiği söylenip bunların yerleşmesine türk egemenliğinin engel olduğu söyleniyor.

Sokaklarda demokrasi adına  bebek katillerinin propagandası yapılabiliyor, Türk adını ağza almanın faşizm ve ırkçılık olduğu her ortamda söylenebiliyor ve hâlâ Türkiye’de  faşist, ırkçı bir Türk egemenliğinin olduğu düşünülebiliyor. Üstelik de bunu, ülkeyi   fiilen şeriat rejimiyle yönetip Türk bilincine sahip asker ve sivil bürokratlara karşı devletin bütün gücüyle saldırıp da hâlâ mağdur olduğunu söyleyen bir parti yapıyor.

Bunları yaparken arkasına halk desteğini aldığını görüyoruz.

Peki ama Türk Ulusu böyle bir partiyi neden ve nasıl destekleyebiliyor?

Cevabı aslında basit: Türk Ulusu, bugün insanlara mücadele azmi ve kararlılığı kazandıran, onlarda hukuk idealine bağlanmak arzusu uyandıran şeyin ne olduğunu, kısacası özgürlüğün maliyetini unutmuş durumda.

Şayet Demirtaş vb bebek katili yardakçılarının söyledikleri gibi bir  halklar kırımı söz konusu olsaydı ve bu tutum bir resmi bir tutum olarak sürdürülseydi, ortada “halkaların kardeşliği” denen sovyetik Stalinist  safsatayı savunacak herhangi bir yarım akıllı yarı aydın kalmamış olurdu.

Atatürk bir toplumun barış içinde yaşayabilmesinin ancak  ve yalnız, hukuk önünde eşitlik idealine sarsılmaz bir bağlılıkla gerçekleştirilebileceğini biliyordu. Bu da ancak toplumdaki cemaatleşmeye dayalı  bütün kabilesel, mezhepsel gerilimlerin  üstünde bir hukuk uygulayıcılığıyla olacağını biliyordu.

Sorun şuydu: Bunu kim uygulayacaktı?

Atatürk Türk uluslaşmasının tarihini gayet iyi bilen bir insandı. O sadece Ziya Gökalp’i değil, Sadri Maksudi ARSAL  gibi bir dehayı da tanıyordu. Dolayısıyla tarihimizdeki uluslaşma-devletleşme ilişkisinin fazlasıyla farkındaydı. O, bu yüzdendir ki “Türk” derken Arap, Rum, Ermeni, Sırp, Kürt gibi kabile bilinçli topluluklardan bahsetmiyordu. O bu tip kabileleri bir hukuk çatısı altında birleştirip kendi hukuk  ve emniyet sağlayıcı kimliği içinde birleştirebilecek bir büyük ulustan bahsediyordu.

Kendilerine “halklar” denen Kürt, Ermeni, Rum kabile topluluklarının bunu anlayabilmeleri mümkün müydü?  Ulusal bütünlüklerini tavizsiz savunan ve kabile mensubiyetlerini ulusal mensubiyetin üstünde tutmayı ihanet sayan ülkelerde  bu mümkün kılındı.

Oysa Atatürk’ün bütün ulusal bakışına rağmen Türkiye’de cemaatleşmenin uluslaşmaya karşı direnci kırılamadı. Cemaat yapıları kabileler veya mezhepler olarak varlıklarını ulusal bütünlüğe karşı korudular. Türkiye’de siyaset esnafı maalesef  oy kazancını, cemaatlerin mensubiyetlerini kaşıyarak elde etmek yolunu seçti ve uluslaşmayı sürekli baltaladı. Demokrasimiz de bu yüzden toplumun eğri kalanından kendini yalıtarak hukuk devletini sömürebileceğini keşfeden cemaatlerin güç veya dehşet dengesi haline getirildi.

Cemaat yapıları bundan şikâyetçi değildi. Çünkü onlar zaten kendi kokularını ve dokularını tanıyarak bir arada bulunabilen ve beraber olmak için de bundan gayrısına ihtiyaç duymayan toplumsal yapılardı.

Dolayısıyla kapitalizm benzeri yarı pazar ekonomisiyle Türk toplumsal yapısı, bireysel bir atomizasyona sürüklenmedi ama  cemaatlerin bölünmez  moleküler yapısına indirgendi. Cemaatler, Kürt aşiretleriyle, Nakşi- Kadiri tarikatleriyle Nur vb cemaatleriyle hukuk ve ulus tanımayan  bireylerin birbirine yapıştırıldığı, içine  nüfuz edilemez, hukuk ve medeniyet dışı yapılar haline geldi.

Bugün başımıza gelen şey, uluslaşmanın sağladığı hukuk birliği ve demokrasi idealini kullanıp da ülkeyi ulus dışı bir kabileler konfederasyonu haline getirmek isteyen cemaatlerin Türk düşmanlığı üzerine kurulu koalisyonu. Bu koalisyon belki bugün yasal görünüyor ama ülkenin meşruiyetini ve hukuk düzenini yaratan Türk uluslaşmasını reddettiği için aslında özünde gayri meşru. PKK veya cemaatler bu yüzden aslında tam anlamıyla  varoluşsal olarak düşman yapılanmalar. Bunların varlığına izin verilerek Türk Ulusu’nun  yaşayabilmesi mümkün değildir.  Hukuk birliğine karşı dini veya etnik  bir sebeple karşı çıkıldığında Türk Ulusu’nun  egemenliği için savaşması gerekeceği de asla unutulmamalı.


Hiç yorum yok: