Batılı düşünürlerin bazıları
gerçekliği sorguluyorlar. Özellikle Baudrillard… “Simülasyon ve Simülakrlar”’ını”
okumuştum. Aklımda ne kaldığını pek söyleyemeyeceğim. Şu anda "Şeytana Satılan Ruh" adlı başka bir
kitabını okuyorum ama bu kitabı önsözde söylendiği kadar “zor ama zevkle okunan” bir kitap gibi
gelmedi bana.
Baudrillard gerçekliğin bittiğini
söylüyor.
Bunu söylerken “neye dayandığını”
soruyorum ve karşımda bir takım güncel tespitler buluyorum.
Baudrillard “gerçekliğin”
yokluğuna hükmederken aslında kendisinin bir gerçeklik oluşturduğunu fark
edemiyor galiba. “Gerçeklik yok oldu!” derken “Kendisinden başka bir şey olamayacağı
anlaşılmış bir şeyden” bahsettiğini anlayamıyor gibi.
Neden böyle? Çünkü “ A, Adır!”
dediğiniz anda sınırlı, yanlışlanabilir
veya yanlışlanamaz ama mutlaka gerçeğe
yönelik bir eylemde bulunmuş olursunuz.
Yanlışlanamazlık, sırtını,
gerçeğin “kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılmış” olmak özelliğine
yaslar, yani gerçekliği sömürür.
Baudrillard bir takım güncel
tespitlere dayanılarak buradan hareketle gerçekliğin yok edildiğini,
gerçekliğin aslında var olmadığını vs öne sürüyor. Bunu yaparken de yanlışlanıp
yanlışlanmamak endişesini taşımıyor, aklına geldiği gibi yazıyor.
Sorun şu ki derdini çeker
göründüğü kötülük dahi bir gerçekliği gerektiriyor.
Hayatlarında her istediklerini
anında elde edebilen, sadece
düşünebildikleri için ve anlaşılmaz şeyler zırvalasalar dahi fikir mülkiyetine dayanarak geçinebilen insanların gerçeklik
hakkındaki bu fikirleri özünde “saçmalık”.
Çünkü bir şey söyleyip sonra onun “doğru” olduğunu iddia etmek için yazılan bir
kitap “Gerçeğe en çok ben yaklaşıyorum!” iddiasını güdüyor.
Bunu nereden anlıyoruz? Çünkü
Baudrillard bize bir şey anlatmaya çalışıyor. Peki bunu zırvalık olsun diye mi
anlatıyor? Hayır tam aksine bir tutarlılık ve anlaşılır olmak iddiasıyla kitap
yazıyor. Yani en nihayetinde gerçekliğe muhtaç oluyor. Eğer gerçekliğin ortada
olmadığını iddia ediyorsa gerçekliğin
olmaması durumunun kaçınılmaz ve tartışılmaz bir biriciklik hali olduğunu
söylemiş oluyor.
Eğer söylediklerinin mantıkla
anlaşılamayacağını söylüyorsa bizim onu
nasıl anlamamız gerektiğini belirtmiyor. İnsanın mantık dışında bir anlama
biçimine sahip olup olmadığını bize söylemiyor. Şayet mantık dışında ir idrak kabiliyetimiz
varsa kitabının buna hizmet etmediği
aşikâr.
Şayet şeyler arasındaki ilişkilerin mutlak tutarlılığına
göre akıl yürütmeye çalışıyorsak bize “gerçekliğin” olmadığını bu tutarlılıkla göstermek zorunda.
Aksi takdirde kendisinin “iman edilen bir peygamber” olduğunu söylemek zorunda…
Günümüzde medyanın gerçeklik
algımıza yönelik saldırılarından bahsettiği yerler bir ölçüde kabul edilebilir belki ama gerçekliğin
tamamen “tek kutuplu dünya hayali” eliyle yok edildiği saptaması bütün güncel
örneklerine rağmen saçma.
Bana öyle geliyor ki bütün dolambaçlı ve süslü retorik aslında Marx’tan mülhem ve ona özenen bir yeni sosyalist ve sahte bir felsefenin laf ebeliğinden başka bir şey
değil.
Baudrillard, üzgünüm ama ne
doğunun fakirliğini ve ilkelliğini ne de dinciliğin vahşetini bilen ama sırça
köşkünde, küfrettiği modern teknolojiyi kullanıp sanırım maaşının çok üstünde
bir telifle yaşayabilen bir seçkinci
olarak yaşayıp ölmüş.
Günlük hayatı içinde, dinciliğin
gittikçe artan baskısına, toplumsal ayrışmaya, nefrete, ülkesinin bölünmesine
şahit olan biri olarak Baudrillard’ın kalitesiz Fransız televizyon
yapımlarından duyduğu öfkeyi eleştirebilmek hakkımın olduğunu düşünüyorum.
Ve söylediklerinin kınadığı
televizyondaki tuvalet kâğıdı reklamlarından daha uzun bir etkiye sahip olup
olmayacağını da bilemiyorum.
Gerçeklik bitti mi bilmiyorum ama
ön okumamdan edindiğim izlenim şu: Baudrillard
bitti ve hayat devam ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder