13 Temmuz 2014 Pazar

Gerçeklik Bitti Mi Gerçekten Sevgili Baudrillard?

Batılı düşünürlerin bazıları gerçekliği sorguluyorlar. Özellikle Baudrillard… “Simülasyon ve Simülakrlar”’ını” okumuştum. Aklımda ne kaldığını pek söyleyemeyeceğim. Şu anda "Şeytana Satılan Ruh" adlı başka bir kitabını okuyorum ama bu kitabı önsözde söylendiği kadar  “zor ama zevkle okunan” bir kitap gibi gelmedi bana. 
Baudrillard gerçekliğin bittiğini söylüyor.

Bunu söylerken “neye dayandığını” soruyorum ve karşımda bir takım güncel tespitler buluyorum.

Baudrillard “gerçekliğin” yokluğuna hükmederken aslında kendisinin bir gerçeklik oluşturduğunu fark edemiyor galiba. “Gerçeklik yok oldu!” derken “Kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılmış bir şeyden” bahsettiğini anlayamıyor gibi.
Neden böyle? Çünkü “ A, Adır!” dediğiniz anda  sınırlı, yanlışlanabilir veya yanlışlanamaz ama mutlaka  gerçeğe yönelik bir eylemde bulunmuş olursunuz.

Yanlışlanamazlık, sırtını, gerçeğin “kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılmış” olmak özelliğine yaslar, yani gerçekliği sömürür.

Baudrillard bir takım güncel tespitlere dayanılarak buradan hareketle gerçekliğin yok edildiğini, gerçekliğin aslında var olmadığını vs öne sürüyor. Bunu yaparken de yanlışlanıp yanlışlanmamak endişesini taşımıyor, aklına geldiği gibi yazıyor.

Sorun şu ki derdini çeker göründüğü kötülük dahi bir gerçekliği gerektiriyor.

Hayatlarında her istediklerini anında  elde edebilen, sadece düşünebildikleri için ve anlaşılmaz şeyler zırvalasalar dahi fikir mülkiyetine  dayanarak geçinebilen insanların gerçeklik hakkındaki bu  fikirleri özünde “saçmalık”. Çünkü bir şey söyleyip sonra onun “doğru” olduğunu iddia etmek için yazılan bir kitap “Gerçeğe en çok ben yaklaşıyorum!” iddiasını güdüyor.

Bunu nereden anlıyoruz? Çünkü Baudrillard bize bir şey anlatmaya çalışıyor. Peki bunu zırvalık olsun diye mi anlatıyor? Hayır tam aksine bir tutarlılık ve anlaşılır olmak iddiasıyla kitap yazıyor. Yani en nihayetinde gerçekliğe muhtaç oluyor. Eğer gerçekliğin ortada olmadığını iddia ediyorsa  gerçekliğin olmaması durumunun kaçınılmaz ve tartışılmaz bir biriciklik hali olduğunu söylemiş oluyor.

Eğer söylediklerinin mantıkla anlaşılamayacağını söylüyorsa  bizim onu nasıl anlamamız gerektiğini belirtmiyor. İnsanın mantık dışında bir anlama biçimine sahip olup olmadığını bize söylemiyor. Şayet mantık dışında ir idrak kabiliyetimiz varsa  kitabının buna hizmet etmediği aşikâr.

Şayet şeyler  arasındaki ilişkilerin mutlak tutarlılığına göre  akıl yürütmeye çalışıyorsak bize “gerçekliğin”  olmadığını bu tutarlılıkla göstermek zorunda. Aksi takdirde kendisinin “iman edilen bir peygamber” olduğunu söylemek zorunda…

Günümüzde medyanın gerçeklik algımıza yönelik saldırılarından bahsettiği yerler bir ölçüde  kabul edilebilir belki ama gerçekliğin tamamen “tek kutuplu dünya hayali” eliyle yok edildiği saptaması bütün güncel örneklerine rağmen saçma.

Bana öyle geliyor ki bütün  dolambaçlı ve süslü retorik aslında Marx’tan  mülhem ve ona özenen bir yeni sosyalist  ve  sahte bir  felsefenin laf ebeliğinden başka bir şey değil.

Baudrillard, üzgünüm ama ne doğunun fakirliğini ve ilkelliğini ne de dinciliğin vahşetini bilen ama sırça köşkünde, küfrettiği modern teknolojiyi kullanıp sanırım maaşının çok üstünde bir telifle  yaşayabilen bir seçkinci olarak yaşayıp ölmüş.

Günlük hayatı içinde, dinciliğin gittikçe artan baskısına, toplumsal ayrışmaya, nefrete, ülkesinin bölünmesine şahit olan biri olarak Baudrillard’ın kalitesiz Fransız televizyon yapımlarından duyduğu öfkeyi eleştirebilmek hakkımın olduğunu düşünüyorum.

Ve söylediklerinin kınadığı televizyondaki tuvalet kâğıdı reklamlarından daha uzun bir etkiye sahip olup olmayacağını da bilemiyorum.

Gerçeklik bitti mi bilmiyorum ama ön okumamdan edindiğim izlenim şu: Baudrillard bitti ve hayat devam ediyor.


Hiç yorum yok: