13 Ağustos 2012 Pazartesi

Milliyetçilerin Sosyalizm Özentisi Ve Kapitalizm

Dönüşüm
-Kapitalist domuzları indirin!

- Başkan Nzimande  yeni arabanız geldi.
"Poof"!
- Ne?

Türk milliyetçiliğindeki ideolojik yetersizlik, bilgi noksanlığı  ve  dinci eğilimden kaynaklanan yaygın kollektivist yönelimden bahsetmemiz mümkün.

İçeriksiz kapitalizm  tanımlarına dayandırılan, iktisat felsefesinden uzak, ve tamamen Marksist ekonomi politiğin hurafelerine dayanan bir dağarcık milliyetçi camiada özellikle gençleri ele geçirmiş durumda. Bu çok üzücü.

Özellikle genç kesim, tepkisellikte ve bütüncül düşünüşte sosyalistleri örnek alıyor ve maalesef bunun farkında bile değil.

“Kapitalizm” hakkında konuşurken “kapitalizm” teriminin bir iktisat terimi olmaktan ziyade  piyasa iktisadına karşı yöneltilmiş bir Marksist hakaret  deyimi olduğunu bile bilmeden kendilerince derin tahlillere giriyorlar. İşin kötüsü şu ki tahlilleri birbirinden kopuk  ve yaygın moda ezberlerden öteye gidemiyor.
Ağzını açan, seri üretimin kötülüğünden, tektipleştiriciliğinden, bireyi ezişinden bahsediyor ama kendilerince derin bu keşifler arasında bir  illiyet/nedensellik ilişkisi de kuramıyorlar.
Bunun sebebi Marx’ı bir ahlâk abidesi olarak görerek dünyayı onun hurafeleriyle açıklamayı kendilerince tek zararsız ve ahlâkî biçim olarak  benimsemeleri…

Öncelikle  özellikle genç milliyetçilerin ahlâkla ilgili kabullerinin yanlışlığını ortaya koymamız gerekiyor.
Ahlâkî  yargıda kollektif değer ve normaların kullanılması, ahlâkın öznesinin birey/fert olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Yani hiç kimsenin davranışı, “toplumun suçu olarak” hoş görülemez ve ahlâkî  yargılamadan muaf tutulamaz.

Milliyetçiler, sosyal bilimlerdeki felsefi yetersizliklerinden ve dinci yönelimlerinden dolayı, ferdi/ bireyi, “kapitalizmin uydurduğu bir tür  ahlâkî şeytan” olarak görmek eğilimindeler.
Fert gerçekten sadece kapitalistlerin uydurduğu bir şey mi?

Ama bundan önce kapitalizmin tanımını yapmamız icap ediyor. Bunu yapmamız, kapitalizmin tanımını yaptığını zannederek bozuk gözlerle ona bakıp orasını burasını el yordamıyla yokladıktan sonra  onu tanıdığını sananların fikrî dağınıklığını ve şartlanmasını gidermek için gerekiyor.

“Kapitalizm,    bireyin, hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti temel haklarına tam bir riayetin güvence altına alındığı toplumlarda yürüyen mübadele rejiminden başka bir şey değildir.”

“Kapitalizm” kelimesini türeten ve kendisine bütün olumsuz izlenimleri yüklemeye kalkan sosyalist/kollektivist okula rağmen o yalnızca liberal/özgürlükçü bir iktisadî süreçtir.
“Modanın şeytanî kötülüğü”, “üreticilerin diktatörlüğü” gibi popüler martavallardan sıyrılabilmenin yolu öncelikle  neyi, nasıl yaşadığımızın farkına varmaktır.
Bunu belirtmemizin  sebebi, konunun sürekli  teorik temelde  tartışılmasına karşı özellikle gençlerde  ortaya çıkan hayatın kötü örnekleriyle yanlışlama gayretleri ve tartışmayı küçümseme eğilimi.

Her şeyden önce kapitalizmle ilgili tanımımıza dönmekte fayda vardır.  Meselâ “şeytan üreticiler” fikriyle  dünyayı keşfettiğini sanan gençlerimiz ve zaten aslında ideoloji diye bir şeyin olmadığını savunan “ağabeylerimiz”, ayaklarındaki marka spor ayakkabıların veya her yıl ağızlarının suyu akarak  almaya uğraştıkları modelli arabaların, aslında tahkir ettikleri üreticilerin eseri olduğunu maalesef fark edemiyorlar.

 Bunları almaya üreticiler ve reklamcılarca  mecbur edildiklerini çocukça bir saflıkla iddia ettiklerinde ise “Aslında bizim irademiz yok!” demekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Hayatı felsefesiz yaşayanlar, sonuçları görüp nedenleri göz ardı edenlerdir. Kendilerinin tüketime zorlandığını iddia edenler, şunu fark etmemektedirler: Her üretilen gerçekten tüketilmekte veya iktisadi  deyimle talep edilmemekte ve dolayısıyla “mal olmak” niteliğini kazanamamaktadır.
Dünyadaki her icat taleple ödüllendirilmiş midir? Elbette hayır! Peki ama  üreticilerin “tüketici” denen “irade yoksunu” sığır sürüsünü gütmesi ve onu sağması gerekmiyor muydu?
Veya şunu sormamıza izin verilmelidir: Tırnaklarınız için besleyici bir çikolatalı pasta ürettiğimi iddia etsem ve bunun reklâmını yapsam, tepkiniz ne olurdu? “Yahu adam madem üretmiş illâ ki bir hikmeti vardır!” veya “ Ah işte yeni bir şey! Hemen almalıyım!” diyerek markete mi koşarsınız? Yoksa; “Tam bir saçmalık!”, “İşim olmaz!” vs diyerek bana güler miydiniz?
O halde üreticilerin tüketiciler üzerinde şeytanî bir egemenlikleri falan yoktur.
Burada Avusturya Okulu’nun dahi iktisatçısı Mises’in “Herkes, aynı zamanda hem üretici hem tüketicidir…” tespitini hatırlamamız elzemdir.
Marx’ın durağan ve tek yönlü izahının aksine, herkes hem elindeki malı arz eder hem de başkalarının elindeki malı talep eder. Burada dikkat edilmesi gereken ama gereken dikkati asla görememiş husus şudur: Burada bahsedilen  “herkes” zamiri, her biri bir irade sahibi olan fertleri geneller!

Yani her bir fert, başka fertlerin rızasına hitap etmek mecburiyetindedir.  Her alışveriş, fertlerin birbirlerinin “değerlerine” dair karşılıklı gösterdikleri rızanın ifadesidir. Üretici malının değeriyle ilgili beklentisini ifade ettiğinde tüketici bu değer beklentisi ile kendisinin malla ilgili beklentisinin uyuştuğuna ikna olduğunda alışveriş gerçekleşir. Yani alışveriş bir rıza  ve irade eylemidir, bir kandırmaca değil!

Burada kapitalizmin tanımının ilk yarısını hatırlamakta fayda vardır: “Kapitalizm,    bireyin, hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti temel haklarına tam bir riayetin…” Bu şu anlama gelir: Bireyin hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarına riayet edilmediği hallerde kapitalizm var olamaz.

Bu aynı zamanda şu anlama gelir: Diğer bireylerin hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarına aykırı davranan bireylerin, mübadele rejiminde yerleri olamaz.

Yalancı şirketlerin varlığı, kanunsuz işlemler kapitalizmin kötülüğünden  kaynaklanmaz. Hürriyet ortamının kötüye kullanımından kaynaklanır. Hürriyetin kötüye kullanımı hürriyetin kötülüğünden değil, insanların bireysel kötü davranışlarındandır.

Eğer bunu anlayamıyorsanız hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarının reddedildiği veya kısıtlandığı bir rejimde, istediklerinizin olup olamayacağını düşünmelisiniz.
İnsanların yalan söylemeleri, zorbalık etmeleri gibi suçları engellemenin yolu acaba onların hayat, mülkiyet ve ifade hürriyetlerini yok etmek midir?  İnsanların mülkiyetlerini reddettiğinizde, hırsızlık biter mi? İnsanları öldürdüğünüzde, başkalarını öldürmelerini engellemiş olur musunuz? İnsanların konuşmalarını yasaklarsanız, yalan söylemelerini engellemiş olur musunuz?
Eminim sosyalistler ve çoğu milliyetçi, bu sorulara heyecanla “Evet!” diye cevap verecektir.
Eğer insanların suç işlemelerini önlemek ve adaleti sağlamak için onları öldürüp mallarını müsadere edip susturmak yeterliyse neden  dünyadaki  örnek alabileceğimiz devletler, bunları yapmak yerine hukuk karinelerine  bağlı kalmayı ve özgürlükleri korumayı seçmiştir?

Neden insan öldürmekte, insanları susturmakta veya yağmalamakta tereddüt etmeyen SSCB, ayakta kalamamış ve daha önemlisi insanlarını mutlu edememiştir? Sosyalistlerin bu soruya “Sosyalizmin pratiğindeki hatalar…” nakaratıyla cevap vereceğini zaten biliyoruz ama asıl merak ettiğimiz, yıllarca “antikomünist” olmak iddiasıyla mücadele eden milliyetçilerin ne düşündüğüdür.

Milliyetçiler özgürlüğün, bireyselliğin birer fitne sebebi sayıldığına dair siyasal  dinci telkinlerden fazlaca etkilenmişlerdir. Bunun bir sebebi de toplumsal tabanlarının büyük ölçüde köylü oluşudur.   Çoğu milliyetçi henüz şehirleşmenin getirdiği farklılığı, menfaat çeşitliliği ve işbirliğini, iş bölümünü  idrak edemeyecek kadar köylüdür. Köylülüğün ayırt edici özelliği ise aynılaşmanın yegâne güvenli yaşam tarzı sayıldığı cemaatleşmenin erdem sayıldığı kapalı toplum  bilincidir…

Böyle bir toplumda liyakatin kişinin faziletleriyle ve gelişmişliğiyle bir ilgisi yoktur. Ülkücülerin lidere, doktrine ve teşkilâta bağlılığına bakın, orada köyünün ihtiyarlarına sorgusuz sualsiz hürmet ederek komşu köyden gelen gelini “dışarılıklı” sayan  köylü zihniyetini bulacaksınız.
Bu zihniyetin, bireyselleşmeyi, aynı toplumsal kimlik altında farklılaşmayı,  farklı menfaatler arasındaki uyumu ve işbirliğini, iş bölümünü anlamasını beklemek fazlasıyla iyimserlik olur…

Ama bu zihniyet sahiplerinin,  “ağabeylerin” dersleriyle beyni yıkanmış  şakirtler haline gelmesi, tarikatlerde Müslümanlık öğrenip geleni geçeni tekfir etmesi,  döneminde her hükümdarlığın tipik müşevviklerinden olan din  egemenliğine yönelik bir siyasî ilkesi olmaktan ileri gitmeyen “ilayi kelimatullah”  gibi terimleri  şeriat devleti kurmak için “Türk İslâm ülküsü” sanması şaşırtıcı değildi.
Aynı zamanda, paylaşmanın erdemini bilmesi  ama bunun erdem olmasını sağlayan şeyin gönüllülük olduğunu anlayamaması da normaldi. Şimdilerde politik analiz yapan hemen her milliyetçinin Marksist hurafeler  ve terminoloji yığınından iştahla yararlanması da bunun delili… İnsanların elindekini devlet zoruyla alarak dağıtmanın ahlaksızlığını idrak edemeyen milliyetçiler, kapitalizmi kötülerken bu yüzden aslında neyi övdüklerinin farkında bile değiller…
Çünkü  milliyetçiler, toplumun kendi köylerindeki gibi aynılaşmış ve değişmez  cemaatlerden ibaret olması halini idealize etmektedir ki bu  değişmez bir sınıfsız toplum ütopyasıyla gayet rahat uyuşmaktadır. Çünkü milliyetçiler Merhum MERİÇ’in “Çünkü sınıf ancak bilinçtir” mealindeki sözde derin Marksist tespitine bağlanmaktaki gayretlerini sınıf fikrinin saçmalığını düşünmek için gösteremeyecek kadar kapalı toplumcudur, köylüdür. Bu yüzden, onların köylülüklerindeki “değişmemek için benzeşmek” refleksi, Marx’ın sınıf bilinci uydurmasına, denk düşmektedir.
Kapitalizm diye tabir edilen piyasa ekonomisi, kahir ekseriyetin hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarına riayeti sayesinde yürür… Eğer ekmek, ayakkabı, simit, kitap almakta zorlanmıyorsanız bunun sebebi, bunları yaparak veya satarak menfaatlerini sağlayan insanların özgür olmalarıdır.
Bir memlekette kaç fırın açılması gerektiğini insanlara emrederek ekmek fiyatlarını düşüremez ve insanların ekmeğe ulaşmalarını kolaylaştıramazsınız.
İnsanlara ne düşünüp ne söylemeleri veya yazmaları gerektiğini emrederek bir memlekette yaratıcı faaliyeti  ve buna  bağlı olarak maddi  ilerlemeyi sağlayamazsınız.
İnsanları öldürerek onlara “Sizi katillerden koruyoruz!” deyip içlerini rahatlatamazsınız.
Piyasa ekonomisi işlemiyor olsaydı herkesin her yeri yağmalaması gerekirdi. Ve eğer herkesin her yeri yağmalaması “norm” olsaydı toplum yok olur, insan nesli tükenirdi. E kaldı ki hiçbir devletin gücü
Biricik yağmacıyı devlet haline getirdiğinizde, yağmayı bütün topluma yayarak adaleti sağlamış olmazsınız, sadece sorgulanamaz ve yargılanamaz büyük bir hırsız yaratmış olursunuz. O yüzdendir ki ağızlarını her açtıklarında, piyasa ekonomisine söven bazı milliyetçiler, neyi niçin istediklerini daha iyi tahlil etmelidirler. Mülkiyeti inkâr hırsızlığı yok etmez, mülkiyetin yağmasını yaygınlaştırır veya tekelleştirir.
Yapılması gereken kötü davranışları genelleyerek sistemleri eleştirmemek, sistemlerin teorik  temellerini ahlâka dayalı bir fayda mantığı ile sonuçları bakımından mukayese etmektir.
Buradaki “ahlâk”, ferdin zarar vermemek iradesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla ferdin zarar vermemek iradesini sakatlayan tutumların varlığı, hem iradeyi yok etmekten dolayı bireyin ahlâkî davranmasını engeller hem de toplumda ahlâkî normların yok olmasına sebep olur.
Bu yüzdendir ki bir serbest piyasa ekonomisi rejimi olarak kapitalizmi,  kendi ahlâkî açılarından kınayan milliyetçiler, “ahlâk için özgürlüğü yok etmek”  çelişkisinin, milleti hangi felâketlere sürükleyeceğini idrak etmelidirler.

Araba almak için araba pazarlarına akın eden ve sohbetlerinin yarıdan fazlası bu olan çoğu milliyetçi,  araba pazarına gidebilmek özgürlüğünün kapitalizmin ta kendisi olduğu ve “devlet eliyle araba pazarı” diye bir seçeneğin de olamayacağı gerçeğini artık idrak etmelidir.

Milliyetçi siteler veya dergiler yayınlamak için çırpınanlar, bunun maddi bedelini ödemenin yeterli olduğu bir özgürlük ortamının, kapitalizmin ta kendisi olduğunu, insanların ceplerinde devletin elinin olduğu bir memlekette, bunun yapılamayacağını bilmelidirler.

Veya hükûmetleri alabildiğine eleştirebilmenin bir hak olduğunu düşünürlerken bunu yapabilmelerini sağlayan şeyin, birilerinin emri değil, hükûmetlerin keyfî müdahalelerine karşı korunması gereken temel haklar olduğunu, bunların da bir komuta düzeni olan sosyalizmin değil  sürekli tahkir ettikleri kapitalizmin temelleri olduğunu artık idrak etmelidirler.

Milliyetçilere düşen, sosyalistlerin  Marx’ın hurafelerine dayanmaktan başka bir şey olmayan ezber analizleri bir tarafa bırakarak yaşadıkları hayatın gerçeklerinin  hangi ideolojinin fikrî ve ahlâkî  temelleriyle uyuştuğunu anlamaya çalışmak… Aksi takdirde sosyalist enternasyonalin taklitçi köylü çocuğu hayranlarından öteye gidemeyecek ve Türkiye’yi kendi köylerine dönüştürmekten başka bir şey de yapmamış olacaklardır.

Hiç yorum yok: