22 Ekim 2010 Cuma

Modern Dindarlığın Yol Açtığı Değer Ve Anlam Kaybı I




Nilüfer GÖLE’nin “Modern Mahrem” adlı kitabıyla sebep olduğu en büyük yanılgı, “geleneksele” karşı “yaratılmış yeni bir değerler kümesinden” bahsettiği idi.

Oysa yazarın bahsettiği modernite yeni bir değerler takımına işaret etmiyordu. Yazar sadece “çağdaş” bir dindar tepkiden, refleksten bahsediyor, bu tepkinin değer yargıları ile ilgili içeriğine ışık tutamıyordu. Kitabın, özünde basit bir ankete dayanmasından dolayı, yaşları gereği “modern” olmaları beklenen üniversite öğrencilerinin “ne olmadıklarını anlatan” ama ne olduklarını açıklamakta aciz kalan kitap ile Türk kamuoyu uzun zamandır “modern türban” diye bir hurafenin peşinden gitmekte.

Gözden kaçan bir başka şey “modern türbanın” gelenekseli reddederken aslında “geleneksel” diye ifade edilen şeyin ne olduğuydu. Ayrıca, “geleneksele” Comteçu “akıl dışılık” bir nitelik izafe edilmesiydi... Sözüm ona modern türban ile genç dindarlar, “akıl dışı”/ “hikmet dışı” buldukları geleneği reddediyor, kendi hikmet dağarcıklarına göre yeni bir giyim tarzı icat ediyorlardı.

Buradaki temel yanlışlara göz atmaksızın, “ yeni modernite” diye algılanan “modern dindarlığın” içeriksizliğini ve sebep olduğu tahribatı anlamak imkânsız.

Bir kere şunu açık ve net bir şekilde belirtmeliyiz ki “geleneksel” denerek üzeri örtülen ve geçiştirilmeye çalışılan kültür, Türk kültürüdür. Fars’ların din devletlerinde dahi tamamen reddedemedikleri örf, nasıl iş başında kalmış ve çarşaf dayatmasına rağmen gevşek bir örtünme modeliyle ayakta kalmışsa, Türk kültüründeki örtünme biçimi de “geleneksel” diye nitelenen şekli ile asırlardır kendini devam ettirmişti.

Öyleyse buradaki ret, “geleneksele” karşı değil, “Türk’e” karşıdır. Nitekim “modern” diye nitelenen üniversite türbanlılığının ortaya çıktığı dönemdeki yaygın akımın, İran’ın Müslüman ülkelere pompalamaya çalıştığı, enternasyonalist dinci devrimcilik olduğu hepimizin malûmudur. Nilüfer GÖLE, anket çalışmasıyla sonuçları ortaya koymuş ama sonuçları meydana getiren güdülenmeye ışık tutamamıştır.

Şule Yüksel ŞENLER’in basit bir modadan etkilenerek kendince tasarladığı bir örtünün bir ideolojik sembol halini alması da “Türk’ü reddetmekle” karakterize üçüncü dünya siyasal dinciliğine özenen siyasal dincilik için sözde modern bir dayanak olmuştu.

“Türksüz bir islâm” amacını güden siyasal dinciliğin içinde beliren “geleneğin reddi” tepkisi orta vadede, siyasal İslamcılığın bölünmesine yol açtı.

Bu ayrışma “entelektüel bir kavramsallaştırmaya dayandığı” sanılan siyasal örtünme şeklinin aslında değerli iktisatçı Erdal ERTÜRK’ün “gecekondu muhafazakârlığı” diye ortaya koyduğu “değer uyuşmazlığının” bir sonucuydu.

“Modern” diye tabir edilen ve aslında çağla değil, ortam değişikliğiyle ve bundan kaynaklanan değer çatışmasıyla kendini belli eden örtünme şekli, Türk milletleşmesine, onun dayandığı değerlere karşı İranvari bir devrimci tepkisellik ve Arapvari bir nakilci tutuculukla siyaset sahnesinde boy gösteriyordu.

Modern isyancılar geleneği, “cahiliye dönemi” ile bir tutuyor ve kendilerini “hak yolun” temsilcileri gibi görüyordu ama meselâ Hz. Peygamberin hikmete dayalı yenileştirmeciliğine en ufak şekilde yaklaşamıyorlardı.

Mesela uzun yıllardır Siyasal İslamcılığ’ın toplumu ayrıştırmakta ahlâksızca istismar ettiği Nur Suresi 31. ayetinde bahsedilen örtünme şeklinin ne olduğu ile ilgili hiçbir tartışmayı hoş karşılamıyorlardı. Hikmete dayandığını iddia ettikleri hareketlerine dayanak gösterdikleri bir ayete “muhkem ayet”( tartışılmaz) olarak bakılması gerektiğini iddia ediyorlardı. Buna mukabil, meselâ dedelerinin Kur’an’la yakınlığının hikmet yönünden kendilerinden çok daha fazla olduğu dönemlerde neden Türk toplumunda “Türban” diye bir örtünme şeklinin meydana gelmediğini düşünmeye yanaşmıyorlardı.

Modern mahrem” aslında nesebin reddiydi, Türk olmaktan utanmanın ve Türk olmanın Müslüman olmaya engel olduğuna dair kafalarda yaratılmaya çalışılan devrimci İslamcılığın ve Vahabî köleciliğinin kabul edilmesiydi.

Nitekim ilk dönemlerinde siyasal dinci kesimde yoğun olarak İran siyasal İslâmcılığı’nın marşlarının dinlenmesi modası daha sonra birer göbek havasını andıran Arapça sözlü ilâhilerin dinlenmesi şeklinde epey sulandırıldı. Nitekim günümüzde dinci denebilecek kanallarda tef ile çalıp söylenen tuhaf, sözde ilâhiler, “Müslüman’ın” Arap şeklinde olması gerektiğine dair siyasal İslamcı garabetin bir ifadesidir.

“Modern türban” “Türk olmayan bir şeylerin” arzusunun ifadesiydi ama “Ne olması gerektiğine” dair özgün bir cevap veremiyordu. Çünkü “modern” olarak pazarlanmasına rağmen şehir kökeni olmayan, “modernin” içermesi gereken yenileştirici yorumları yapabilmek gücünden mahrum bir akımdı.

Modern dindarlık “modernitenin” içerdiği tartışma kültürüyle ilgilenmiyor ve bunu da “Demokrasi bir tramvaydır!” diyerek pervasızca ilân edebiliyordu. Kendi haklılığının ilahiyat çerçevesindeki sorgulanmasına dahi tahammül edemiyordu. Türkiye’deki çarpık demokrasi anlayışını istismar ediyor ve haklılığı sorgulanmaksızın sadece “inanmak ve talep etmekten” dolayı “hak sahibi” olmak istiyordu. Bu yöntemiyle meşruiyet testi kavramını baştan reddediyor, kendisi dışındaki herkesi gayri meşru ilân ediyordu. Oysa demokrasi her talebin “hak sayıldığı” bir rejim değildir.

Modern dindarlık önce toplumu “Müslümanlar” (kendileri) ve Müslüman olmayanlar olarak ikiye ayırıyor, sonra, meşruiyeti tartışılma dışı bırakılmış kendi kavramlarını, topluma dayatmanın, “demokratik hakları” olduğunu iddia ediyordu.


(Devam edecek)

4 yorum:

nevin çelik dedi ki...

Üstelik onların "ötekiler" dediği bizler hala müslüman olduğumuzu söylüyoruz ama yine de dinsiz sayılıyoruz.İmansız diyemiyorlar ama dinsiz diyebiliyorlar rahatça.

Adsız dedi ki...

Bu yazi dizisini kesinlikle bir gazeteye gondermelisiniz.

Afşar Çelik dedi ki...

Evet anacığım dincilerin ötekileştirmesi nedense görmezden geliniyor.

Afşar Çelik dedi ki...

Sayın adsız dediğiniz şey nasıl yapılır, bilmiyorum.. Zaten bu yazıyı yayınlayacak herhangi bir gazete olduğunu da sanmıyorum...

İltifatınız için çok teşekkür ederim, okuyanların işine yaramış ise ne âlâ...