28 Ekim 2010 Perşembe

Demokrasi Üzerindeki Etnik Irkçı Demografik Kıskaç


Demokrasinin başlı başına bir hak yaratıcısı olmadığına ne kadar dikkat çeksek azdır.
İfade hürriyetinin tanındığı barışçı bir seçim rejimi olan demokrasi çeşitli eğilimlerin yönetim taleplerinin dile getirilmesi mümkündür.
Buna rağmen, demokrasinin bir parmak sayısı diktası olmadığı bütün modern liberal demokrasilerde - ki adı “sosyal” olmakla beraber kullandığı terimleri liberalizmden ödünç alan sosyal demokrasilerde bile bu böyledir.- evrensel hukukun normlarına ve bunun yanı sıra devleti kuran millî çoğunluğun örfüne kökten aykırı ve bunları yıkıcı fikirlerin demokrasi piyasasına çıkarılmadığı, çıkarılmaması gerektiği de bir başka unsurdur.


Avusturya’da parmak çoğunluğunu ele geçiren ırkçı partiye izin verilmemiştir. Esasen Alman Anayasası da nazi benzeri ırkçı siyaseti yasaklamaktadır.
Bundan dolayıdır ki bir talebin meşruiyeti, onu ortaya koyanların sayısına bağlı değildir.


Her talep şüphesiz bir menfaate işaret eder, her hakkın birer menfaat olması ise bu noktada kasıtlı tahriklerde sık sık kullanılır.
Her hak bir menfaattir şüphesiz. Yalnız haklar, talep edilmeksizin herkes için ve her zaman geçerli olan temel menfaatlerdir. Hakların yokluğu durumunda geride insanlığın var olmasını sağlayacak hiçbir şey kalmaz. Bu, hakları diğer menfaatlerden ayıran temel farktır.


Oysa her talep, birer menfaate işaret etmekle beraber her menfaat birer hak değildir. Çünkü talebin işaret ettiği her menfaat, herkes için ve her zaman geçerli bir menfaat özelliği taşımayabilir.
Bu hem bir ilgi hem de bir maliyet meselesidir.
Gelelim Türkiye’deki etnik ırkçılığın taleplerinin “hak” olup olmadığına.
Burada iki fikir ileri sürülmektedir.


Birincisi Kürtlerin ezildiğine dair fikirdir ki ülkenin her yerinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlık belgeleriyle (nüfus cüzdanları) istedikleri her şeyi yapabilenlerin ezilmekten bahsetmesi açıkça yalandır.


İkincisi Kürt’lerin ayrı bir ulus olduğu ve kendi kaderini tayin hakkı olduğudur. Zaten diğer bütün “hak” talepleri de buradan kaynaklanmaktadır. Adı Türkiye olan bu ülkenin, adını veren ulus Türk’tür. Türk’ler dünya üzerinde nüfusları üç yüz milyonu bulan büyük ve kadim bir ulustur ki Türk’lerin ulus olmak vasfı Kürtlerle mukayese edilemez. Bu topraklarda belirleyicilik hakkını eline almış olan ulus Türk’lerdir. Yani bu toprakların adını veren egemenleri Türk’lerdir ki Türkler kendi egemenlikleri altındaki milletleşememiş toplulukları da kendilerinden bilen nadir uluslardandır. Dolayısıyla bu topraklarda “başka bir ulusun “ olup olmadığına dair tartışma bundan bin küsur yıl evvel kesin surette bitirilmiştir.
Bunları belirtmemizin sebebi şudur:


Kürt’lerin ezilme masalları, devlet bürokrasisinin bir vakit toplumun geneline uyguladığı bir takım kısıtlamalardan ayrılamayacak bir ifade hürriyeti sorunundan başka bir şey değildir ve Türk hukuk birliği altında, bu hukuk biriliğinin teminatıyla her Türk vatandaşının kendi yerel kültürü ile ilgili ifade hürriyetini kullanmasına da hiç kimsenin itirazı yoktur. Bu tip bir topluluk ister birkaç milyon, isterse birkaç yüz kişiden oluşsun, Türk ulusu, onun egemenlik hakkına saygı duyan herkesin ifade hürriyeti hakkını korur.
İkinci husus Türkiye’deki Kürt sayısına dayandırılmaktadır ki bunun tespit şekilleri inanılmaz derecede ırkçı ve ahlâk dışıdır. Türkiye’deki “etnik mozaiğin” ispatı için açıkça ırkçı yönelimli genetik deneylere dayanılmaktadır.


Oysa Türkiye’de mensubiyet şuuru, Kürt etnik ırkçı ağalarının tasavvurunun çok ötesinde soyut değerlerle kendini gösterir.
Dolayısıyla genetik farklılıkları ispat edilmiş her topluluğun ayrı bir egemenlik alanına sahip olması gerektiğini söylemek de ırkçılıktır.

Böyle bir topluluğun sayısının ne olduğu önemli değildir. Çünkü siyasetin üzerinde yürütüldüğü demokrasi ortamını var eden millî egemenlik sahasında daha önce de dediğimiz gibi evrensel hukuk normlarına aykırı bir ırkçı yaklaşımın salt belli bir sayıdaki kişilerce savunuluyor diye hayata geçirilmesi söz konusu olamaz. Kaldı ki devleti şekillendiren Türk örfüne aykırılığı , sayısal baskıyla kabul ettirmeye kalkmak Türk ulusuna düşmanlık ilân etmektir.

İkinci Dünya savaşı, hukuku açıkça çiğneyen milyonlarca Alman’a karşı yapıldı. Milyonlarca Alman’ın sözde meşru , seçilmiş liderinin ırkçılık ve yayılmacılık politikası “demokratik” bir hak olarak kabul edilmemişti.
Neticede milyonlarca Alman öldü ve hakkın yerini bulması için milyonlarca müttefik askerinin ölmesinden de kaçınılmadı.

Dolayısıyla “PKK halktır, halk PKK!” sloganları PKK’nın etnik ırkçı emellerini meşrulaştırmaya yetmez. Bir “halkın” topyekûn ırkçı terörü desteklemesi ne bu hareketin ırkçı bir terör hareketi olduğu gerçeğini değiştirir ne de bunu destekleyen milyonlara meşruiyet kazandırır.

Çünkü diyelim, bir milyon kişinin, kendilerine “hak” sağlayan bir ulusun egemenlik hakkını yok sayması o ulusun egemenlik hakkını ortadan kaldırmaz. O ulusun fertlerinin yükleneceği bir maliyetle, birilerinin kendilerine siyasi menfaat talep etmesine de “hak” denilemez. Bu ülkede “haklar” Türk ulusunun egemenliğindeki hukuk biriliği teminatından dolayı vardır. bunu inkâr edenlerin herhangi bir temel menfaate sahip olabilmeleri mümkün değildir, yargılanma hakkı ancak vatandaşlar için vardır, düşmanlar için değil…

Demokrasi, millî egemenliğe düşman ifadelerin siyasetini meşrulaştırmaz. Bunlar sözde büyük sayısal gruplara dayansalar bile. Hakların kaynağı siyasi rejimler değil, hukuktur, yani başkalarının temel menfaatlerine gösterilecek saygı hakkında kurduğumuz büyük ideal mutabakatı…

Türk ulusu varlığı ve bekası için sayısı yüz binleri, milyonları bulan nice düşmanla savaşmıştır ve gerekirse gene savaşabilir. Düşmanın kalabalığı meşruiyeti getirmediği gibi mücadele azmimizi de yıkamaz. Demokrasi yoluyla Türk ulusuna düşmanlık gösterenlerin demokrasi sahasından atılmaları ve lâyık oldukları muameleyi görmeleri hem millî egemenliğin hem de evrensel hukukun bir gereğidir.



Hiç yorum yok: