27 Ekim 2010 Çarşamba

Millî Egemenlik Ve Demokratik Yönetim


“Demokrasi ile yönetmek” diye bir sıkıntıdan sık sık bahsedildiğini hepimiz işitmişizdir.
Gerçekte böyle bir sıkıntı var mıdır?


Bu, “demokrasiden” ne anladığımıza bağlıdır.

Demokrasi, yasama organının halkın oylarıyla, barışçı şekilde değiştirildiği siyasi rejimin adıdır ve bundan başka da bir şey değildir.


Gelişmiş ülkelerde dahi sürekli dile getirilen sorunlar, “daha az demokrasiden” değil,“daha az ifade hürriyetinden” kaynaklanmaktadır ve bunun sebebi demokrasinin yetmezliği değil, hakların fiilî kullanımındaki bir takım yetersizliklerdir.


Demokrasi ile ilgili bahsettiğimiz açmaz,, demokrasinin” demografik çok başlılık” sanılmasından kaynaklanmaktadır.


Bunun yanı sıra, “demosun”, ahalinin tanrılaştırılması hali ile de bahsettiğimiz açmaz beslenmektedir.


Birincisi, bir memlekette, nüfusları birbirine yakın ve birbiriyle uzlaşmayan, birbirinden ayrılıkları açıkça belli olan topluluklar var ise (Irak, Afganistan, vb.) bunların “egemenlik” paylaşımları sorun yaratabilir ki bu durumda bu topluluklar nüfusları oranında katılacakları bir temsili demokrasi kurabilirler. Kaldı ki bu bile, nüfusu fazla olanın diğerlerinin hakkını yiyebilmesine imkân verebilir. Nitekim bugün Irak’ta sözde parlamentoya rağmen kürt azlık, nüfusu kendisine yakın Türkmen toplumunu yok etmek için elinden geleni yapmaktadır.
Bundan ayrı şekilde günümüz modern devletlerinin esasını teşkil eden “kurucu bir millî çoğunluğa” dayanma durumunda, devletin şeklini bu kurucu millî çoğunluk belirler. Çünkü bu millî çoğunluklar, devletlerini genellikle, savaşlar ile tartışılmaz şekilde kabul ettirmiş toplumlardır.


Millî devletler, egemenliklerini savaşlar ile dünyaya tartışılmaz şekilde kabul ettirmiş milletlere dayandıklarından, bu hakkın, yani egemenlik hakkının, yani belirleyicilik hakkının “demokrasi” vasıtasıyla” tartışılır hale getirilmesi imkânsızdır. Demokrasi, ancak egemenliği tescil edilmiş millî yapıların egemenlik şemsiyesi altında kalınarak yürütülebilecek bir barışçı rejimdir. Bu egemenlik hakkının reddi veya ihlali, barışın ortadan kalkması demektir. Bir milletin millî egemenliğini reddeden veya ihlal edenlerin, millî egemenliği “hukuk sınırlamaları” dışında sınırlamaya veya paylaşmaya kalkanların “demokrasiden” yararlanmaları mümkün değildir.


Demokrasi, ancak millî egemenliğin tartışılmaz şekilde kabulünün sağladığı sükûnet ile anlamlıdır.


Nitekim savaşlar, millî egemenliklere karşı tecavüzler neticesinde çıkmaktadır ve hiçbir ülkede “işgal altında veya savaşla demokrasi” diye bir şeyden bahsedilemez. İkinci Dünya Savaşı’nda işgalci ülkeler yenildiği için bu ülkelerde ve işgal ettikleri ülkelerde demokrasi tesis edilebilmiştir ki işgalci/mütecaviz ülkelerde dahi, bu ülkelerin kurucu millî çoğunluklarının egemenlikleri toptan ve daimi şekilde reddedilememiştir.

Bundan dolayıdır ki herhangi bir ülkede, millî egemenin belirleyiciliğini reddeden herhangi bir grubun “demokratik hakkından” bahsedilemez. Demokrasi egemenliğin paylaştırılması değildir.
Eğer demokrasi, bir ülkede her azlık grubunun, kendine göre bir yasama meclisi, bir yürütme organı seçebilmesi anlamına gelseydi, bu gün dünyada hiçbir hukuk sağlayıcı devlet meydana getirilemez, dünya paramparça olurdu. Nitekim dünyada binden fazla etnik topluluk varken çok daha az millî devletin var olması, devletleşmenin ancak belli bir “bütünleşme” ile sağlanabildiğinin delilidir.


Egemenliklerini diğer milletlere nihaî şekilde savaşlarla kabul ettirmiş milletlerin, kendi içlerindeki “farklılıklara” egemenliklerini teslim etmeleri düşünülemez.
Devletin işleyişine “demokrasi” yoluyla müdahale etmek, yani devlet işleyişinin mekanizmasını şekillendiren resmî dil, eğitim, öğretim, egemenlik timsallerini reddetmek veya bunları “demografik orana” dayanarak reddetmek veya bunlara ortak olmaya kalkmak, yukarıda bahsettiğimiz şekilde “düşmanlık ilânıdır”.


Demokrasi ile yönetmek sözde açmazında çözüm, azlık grupların, millî çoğunlukların belirlediği devlet düzeni içinde kendi özel ifade sahalarında, ifade hürriyetlerini kullanmalarıdır.
Demokrasi ile yönetmek sözde açmazındaki ikinci problem de “demosun” tanrılaştırılmasıdır.
Bir vatanda, kendi belirleyiciliğini dünyaya ilân etmiş egemen milletler dahi, egemenliklerini belli kurallar dahilinde kullanır. Bu da demokrasinin, “çoğunluk diktası” olmasını engeller. Yani “nüfus” bir Tanrı değildir.


Bir devleti belli ilkelere göre kuran millî çoğunluğun, üzerinde mutabık kaldığı bu ilkeler, her geçici siyasî çoğunluğun üzerinde tartışıp da günübirlik değiştirebileceği ilkeler değildir. Meselâ ABD’de toplumsal yaşantının üzerine inşa edildiği Anglosakson hayat tarzı, hürriyet anlayışı ve dil bütünlüğü “millî irade” adı altında her çoğunluk grubunun değiştirivereceği, üzerinde tartışacağı, değerler ve ilkeler değildir. ABD’de azlık grupları haklarını ancak, milletleşmeyi sağlayan değer ve ilkelere bağlılık şartıyla savunabilirler.

Bu durum, azlıkların, millî çoğunlukların belirleyiciliğine taabi olması sorumluluğunu doğuran ikinci unsurdur. Egemenliğin temel haklara uygun kullanılması durumu, azlıklara mensup fertlerin ifade hürriyeti haklarının teminatıdır ki bu teminatı sağlayan hukuk birliğini oluşturan millî çoğunluk da bu yüzden meşru egemen ve belirleyicidir.


Burada söz konusu olan bir unsur da şudur ki millî devletler, “azlıklarını” dahi büyük ölçüde milletleşmelerine dahil etmiş toplumların oluşturdukları devletlerdir. Millî çoğunlukla “uzlaşamaz” farklılıklar sergilemeyen azlık gruplarının ayrı bir “millî egemenlikten” bahsetmelerinin “demokrasi” ile bir ilgisi yoktur. Demokrasi ayrı egemenlik alanları açmanın bir aracı olamaz. Çünkü bu demokrasinin gereği olan barış şartının, “millî egemenliğin reddedilmesi” sebebiyle ihlali anlamına gelir ki bunu reddeden fertlerin meşru temsil organlarında görev almaları ve hatta vatandaş olarak haklardan yararlanmaları düşünülemez.


Bir milletin egemenlik hakkını “demokrasi ile tartışmaya açmaya kalkmakla”, ona silah çekmek arasında bir fark yoktur. Bu ikisi de düşmanlık ilânıdır ve beraberliği sağlayan kural sorumluluğunun bittiğini gösterir. Böyle bir durumda egemenlik hakkını elinde bulunduran millî çoğunluğun, kendi egemenlik hakkını reddeden ve ihlal eden fert ve gruplara karşı herhangi bir hukukî “koruma” sorumluluğu kalmamıştır.


Demokrasinin yönetimleri barış yoluyla değiştirmek dışında bir anlamı yoktur. Onun anlamını hele millî egemenliği tartışmaya açacak kadar genişletmeye çalışmak, hukukun, “demografik” gerilimlerle bozulmasına ve kaosa yol açar.




Hiç yorum yok: