Kiminle konuşsanız “ Kim olursa
olsun, insanların insanca yaşadığı bir
ülke istiyorum!” temennisini şimdilerde
sıkça duyar olduk.
Bu temenni, Atatürk’ün bize gösterdiği “çağdaş uygarlık” hedefinin benimsendiğinin kanıtı ve bu açıdan
kesinlikle çok sevindirici.
Mesele “insanın nasıl insanca yaşatılacağında” düğümleniyor.
Aşırı olmayan, enternasyonalist
eğilimli fakat buna karşılık Atatürk mirasını da reddedemeyen ana akım sol
seçmen düzeyinde konu nasıl anlaşılıyor?
Enternasyonalist eğlim,
insanların insan oldukları için eşit sayılmaları gerektiğini ,dolayısıyla bütün
kimliklenmelerin, özünde ayrımcılığı ve ötekileştirmeyi getirmekten dolayı “insanlık
dışı” sayılması gerektiğini savunuyor.
Buna karşılık Marksist/Leninist kampın Stalinist yorumuna dayalı geliştirilen
“ezilen halklar” söylemiyle “kimliklenmenin”,
ancak ezilen halkların hakkı olduğu düşünülüyor. Lenin’in, “Milliyetçilik azınlıklar için devrimcilik,
çoğunluklar için faşizmdir!” safsatası ana akımın, kimliklenmeyle ilgili düşünsel temelini oluşturuyor.
Sosyalizmin temelinde
insanlara “kolektif doğruların gücüyle”
güven ve mutluluk getirmek hayali yatıyor.
Keza liberalizmde özellikle
liberteryen okul “gerekli bir kötülük” olarak adlandırdığı devleti, asgari
emniyet/zorlama müdahalesi ve âzamî
adalet duyarlılığı ihtiyacından dolayı olumluyor.
Her iki ideolojide de siyasi bir
birliğin parçası olan insanların mutluluklarının, onların haklarının teminat
altına alınmasıyla sağlandığı düşünülüyor.
Sosyalizm hakları, birey esaslı
anlamlandıramadığı içindir ki daha en başta bireysel iradelerin ve akıl yürütmelerin atomize evreninde derhal
çürümeye başlıyor.
Liberalizm ise hukuk dayanağının metodolojik
birey olduğunu keşfetmesiyle çağdaş demokrasilerin “hukuk devleti” idealine
ışık tutuyor. Çağdaş demokrasilerdeki
kasıtlı veya kasıtsız yanlış uygulamalar, düzeltmelerin gene de bu
ilkelere dayanarak yapılmasından dolayı
kuramı yanlışlamıyor.
O halde insanın insanca yaşadığı
bir devletin nasıl olması gerektiğine dair kabaca bir yaklaşım geliştirmemiz gerekiyor.
Herkesin “insanca” yaşadığı bir
devlet, insanların kimliklerine bakılmaksızın zorbalıktan korunduğu,
anlaşmazlıkların gene kimliklere, mensubiyetlere bakılmaksızın ayrımsız şekilde
giderileceğine dair bir güvencenin
sağlandığı devlettir ki bunun diğer adı “hukuk
devletidir.”
O halde çözüm belli olmalıdır.
Bir ülkede yaşayan insanları, hiçbir kimlikle tanımazsak, onları sadece insan
oldukları için korumuş oluruz.
Ne yazık ki dünyada “bu işler
öyle olmamaktadır.”
Peki gerçek dünyada işler nasıl
yürür?
Her şeyden önce birilerinin
adalet ve emniyet sağlayacağına dair bir
güven içimizde oluşmalıdır. Peki bu güveni herkes için hissedebilir miyiz?
Söylediklerinden hiçbir şey anlamadığımız bir insanın iyi niyetine sığınabilir
miyiz? Elbette sığınamayız. Ne zamanki o yabancının dilini ve geleneklerini öğrenir ve bunlara taabi olmaya
başlarız ancak o zaman o yabancı bizim için “güvenilir” biri haline gelebilir.
Bu noktada biraz duraklayıp uygarlığa bakmalıyız belki
de.
Freud uygarlığın, insanlığın
doğal güdülerinin sınırlanmasıyla ortaya çıktığını düşünüyordu. Eğer
güdülerimize hiçbir sınırlama getirmeseydik kendi türümüzü kısa zamanda yok ederdik.
Peki ama kendi kendimizi yok
etmemizi gerçekten ve sürekli
engelleyecek şey bir düzeni nasıl kurabilirdik?
4 yorum:
Uzun yazmak başarı gibi görünsede, yaşam ''yalınlaştırmanın'' zor olduğunu yüzümüze çarpar...saygılar...
Hocam merhaba
Kendi çapımda geriden geriden geliyordum ama bu yöntem yazıyı belki de tam kavranması zamanda ıskalamak olunca vazgeçtim.
Önce teoriyle başlamışsınız. Sosyalizme eleştirel bir dokunuştan sonra teoriyi açıyorsunuz ve yazı tempo kazanıyor. Burada naçizane bir öneri: Solun günah çıkartmaya ve Kürtçülüğü destekleyip buralara getirdiğini söylemeye niyeti yok. Bu zihni iyi bilen bir yazar sosyalist demagojiyi biraz daha mercek altına almayı düşünür müsünüz? (sonra bittabi, uygarlaşma açık ara daha önemli bence) Malum, aklımızı Marksist tasalluttan kurtarmadan, Kürtçülüğün "haklı" olduğunu için için düşünen kitleyi kıpırdatamayacağız.
Yazının ayrıştığı ifade "...Peki gerçek dünyada işler nasıl yürür? Her şeyden önce birilerinin adalet ve emniyet sağlayacağına dair bir güven içimizde oluşmalıdır. Peki bu güveni herkes için hissedebilir miyiz?" buradan sonrasında bende bir bekleme hali başlıyor. Hala da bekliyorum.
Son bir öneri/ soru daha: Yazılarınız doğum sancıları içindeki yeni ve çağdaş milliyetçilik teorisi... Bunları derli toplu kitaplaştırma tasarısı var mı? Dahası hiç panel, konuşma vs... yok mu?
Uzatmayayım, yormayayım.
Saygılar, selamlar...
Panel, konuşma vs için insanın akademik bir titrinin olması gerekiyor. Türkiye özellikle sağın, entellektüeli ancak "hoca" olarak tanıdığı bir medrese kültürünün etkisi altında. Türkiye için sorun şu: Milliyetçi akademisyenlerin pek çoğunun konuşmak için ya birikimi yok ya da gönlü... Daha da önemlisi onların da dinci bir düşünüşten kopmaya niyetleri yok. Dolayısıyla onların, akıl yürütmeye niyetleri yok.
Kitap...Neden olmasın? Ama hangi yayınevi? Sola sataşan yazıları solun mevvcut mürekkepli imparatorluğu kabul eder mi? Sağın dinciliğini eleştiren yazıları, sağın yayınevleri kabul eder mi?
Sol hatasından döner mi? Zor. Çünkü insanların uluslara değil de sınıflara ayrıldığına İMAN etmiş bir kitleye düşünüş temelinin yanlış olduğunu anlatabilmek çok zor.
Yazının devamı gelecek... :)))
Egün Bey az ve öz yorumunuzla ışık tuttunuz, teşekkürler efendim. Umarım bir gün sizin gibi yazabilirim. Saygılar.
Yorum Gönder