21 Haziran 2015 Pazar

Uluslaşma Ve Uygarlaşma I


Kiminle konuşsanız “ Kim olursa olsun, insanların  insanca yaşadığı bir ülke istiyorum!”  temennisini şimdilerde sıkça duyar olduk.

Bu temenni, Atatürk’ün bize  gösterdiği “çağdaş uygarlık” hedefinin  benimsendiğinin kanıtı ve bu açıdan kesinlikle çok sevindirici.

Mesele “insanın nasıl insanca yaşatılacağında”  düğümleniyor.

Aşırı olmayan, enternasyonalist eğilimli fakat buna karşılık Atatürk mirasını da reddedemeyen ana akım sol seçmen düzeyinde konu nasıl anlaşılıyor?

Enternasyonalist eğlim, insanların insan oldukları için eşit sayılmaları gerektiğini ,dolayısıyla bütün kimliklenmelerin, özünde ayrımcılığı ve ötekileştirmeyi getirmekten dolayı “insanlık dışı” sayılması gerektiğini savunuyor.

Buna karşılık  Marksist/Leninist  kampın Stalinist yorumuna dayalı geliştirilen “ezilen halklar” söylemiyle  “kimliklenmenin”, ancak ezilen halkların hakkı olduğu düşünülüyor. Lenin’in,  “Milliyetçilik azınlıklar için devrimcilik, çoğunluklar için faşizmdir!” safsatası ana akımın, kimliklenmeyle ilgili   düşünsel temelini oluşturuyor.

Sosyalizmin temelinde insanlara  “kolektif doğruların gücüyle” güven ve mutluluk getirmek hayali yatıyor.

Keza liberalizmde özellikle liberteryen okul “gerekli bir kötülük” olarak adlandırdığı devleti, asgari emniyet/zorlama müdahalesi ve âzamî  adalet duyarlılığı ihtiyacından dolayı olumluyor.

Her iki ideolojide de siyasi bir birliğin parçası olan insanların mutluluklarının, onların haklarının teminat altına alınmasıyla sağlandığı düşünülüyor.

Sosyalizm hakları, birey esaslı anlamlandıramadığı içindir ki daha en başta bireysel iradelerin ve akıl  yürütmelerin atomize evreninde derhal çürümeye başlıyor.
 Liberalizm ise hukuk dayanağının metodolojik birey olduğunu keşfetmesiyle çağdaş demokrasilerin “hukuk devleti” idealine ışık tutuyor. Çağdaş demokrasilerdeki  kasıtlı veya kasıtsız yanlış uygulamalar, düzeltmelerin gene de bu ilkelere dayanarak yapılmasından dolayı  kuramı yanlışlamıyor.

O halde insanın insanca yaşadığı bir devletin nasıl olması gerektiğine dair kabaca bir  yaklaşım geliştirmemiz gerekiyor.

Herkesin “insanca” yaşadığı bir devlet, insanların kimliklerine bakılmaksızın zorbalıktan korunduğu, anlaşmazlıkların gene kimliklere, mensubiyetlere bakılmaksızın ayrımsız şekilde giderileceğine dair bir  güvencenin sağlandığı  devlettir ki bunun diğer adı “hukuk devletidir.”

O halde çözüm belli olmalıdır. Bir ülkede yaşayan insanları, hiçbir kimlikle tanımazsak, onları sadece insan oldukları için korumuş oluruz.

Ne yazık ki dünyada “bu işler öyle olmamaktadır.”

Peki gerçek dünyada işler nasıl yürür?

Her şeyden önce birilerinin adalet ve emniyet sağlayacağına  dair bir güven içimizde oluşmalıdır. Peki bu güveni herkes için hissedebilir miyiz? Söylediklerinden hiçbir şey anlamadığımız bir insanın iyi niyetine sığınabilir miyiz? Elbette sığınamayız. Ne zamanki o yabancının dilini ve  geleneklerini öğrenir ve bunlara taabi olmaya başlarız ancak o zaman o yabancı bizim için “güvenilir” biri haline gelebilir.

Bu noktada  biraz duraklayıp uygarlığa bakmalıyız belki de.

Freud uygarlığın, insanlığın doğal güdülerinin sınırlanmasıyla ortaya çıktığını düşünüyordu. Eğer güdülerimize hiçbir sınırlama getirmeseydik kendi türümüzü kısa zamanda  yok ederdik.

Peki ama kendi kendimizi yok etmemizi gerçekten ve sürekli  engelleyecek şey  bir  düzeni nasıl kurabilirdik?

 ( Okurlarımız yazıların uzunluğundan şikâyet etti. Uzun yazıları okunurluğu arttırmak için bölüm bölüm yayınlayacağız...)

4 yorum:

ergün tutuş dedi ki...

Uzun yazmak başarı gibi görünsede, yaşam ''yalınlaştırmanın'' zor olduğunu yüzümüze çarpar...saygılar...

Orhun dedi ki...

Hocam merhaba

Kendi çapımda geriden geriden geliyordum ama bu yöntem yazıyı belki de tam kavranması zamanda ıskalamak olunca vazgeçtim.

Önce teoriyle başlamışsınız. Sosyalizme eleştirel bir dokunuştan sonra teoriyi açıyorsunuz ve yazı tempo kazanıyor. Burada naçizane bir öneri: Solun günah çıkartmaya ve Kürtçülüğü destekleyip buralara getirdiğini söylemeye niyeti yok. Bu zihni iyi bilen bir yazar sosyalist demagojiyi biraz daha mercek altına almayı düşünür müsünüz? (sonra bittabi, uygarlaşma açık ara daha önemli bence) Malum, aklımızı Marksist tasalluttan kurtarmadan, Kürtçülüğün "haklı" olduğunu için için düşünen kitleyi kıpırdatamayacağız.

Yazının ayrıştığı ifade "...Peki gerçek dünyada işler nasıl yürür? Her şeyden önce birilerinin adalet ve emniyet sağlayacağına dair bir güven içimizde oluşmalıdır. Peki bu güveni herkes için hissedebilir miyiz?" buradan sonrasında bende bir bekleme hali başlıyor. Hala da bekliyorum.

Son bir öneri/ soru daha: Yazılarınız doğum sancıları içindeki yeni ve çağdaş milliyetçilik teorisi... Bunları derli toplu kitaplaştırma tasarısı var mı? Dahası hiç panel, konuşma vs... yok mu?

Uzatmayayım, yormayayım.
Saygılar, selamlar...

Afşar Çelik dedi ki...

Panel, konuşma vs için insanın akademik bir titrinin olması gerekiyor. Türkiye özellikle sağın, entellektüeli ancak "hoca" olarak tanıdığı bir medrese kültürünün etkisi altında. Türkiye için sorun şu: Milliyetçi akademisyenlerin pek çoğunun konuşmak için ya birikimi yok ya da gönlü... Daha da önemlisi onların da dinci bir düşünüşten kopmaya niyetleri yok. Dolayısıyla onların, akıl yürütmeye niyetleri yok.

Kitap...Neden olmasın? Ama hangi yayınevi? Sola sataşan yazıları solun mevvcut mürekkepli imparatorluğu kabul eder mi? Sağın dinciliğini eleştiren yazıları, sağın yayınevleri kabul eder mi?

Sol hatasından döner mi? Zor. Çünkü insanların uluslara değil de sınıflara ayrıldığına İMAN etmiş bir kitleye düşünüş temelinin yanlış olduğunu anlatabilmek çok zor.

Yazının devamı gelecek... :)))

Afşar Çelik dedi ki...

Egün Bey az ve öz yorumunuzla ışık tuttunuz, teşekkürler efendim. Umarım bir gün sizin gibi yazabilirim. Saygılar.