“Ülkücü” camianın sevilen yazarlarından biri, “Davamız, İslâm ahlâkına
dayanan bir cemiyet düzeni kurmaktır.” demiş.
Neresini nasıl düzelteceğimize
bir bakalım istedim.
Çünkü bu cümle, Türk milliyetçiliğini
doğrudan doğruya şeriatçılık, faşizm
gibi şiddet ve baskı düşüncelerine kaydırmak mantığının çarpıcı bir
özeti.
Öncelikle kadim bir Türk “ülküsü”
vardır. Bu ülkü de dünyayı Türkçe yönetmektir. Atalarımız dünyayı kızıl (altın)
bir elma olarak görmüş , dünyada Türk töresince hükmetmeyi arzulamışlardır.
Dünyanın az sayıda imparatorluk vasfında kural devletine ayrıldığı zamanlarda
bu ülkü, devletleşmenin omurgası olmuştur. Bu “ülkünün” toplumsal omurgası Türk, mantığı da Türkçe’dir.
Yazarın bahsettiği “dava” Türkçe bir terim değildir. Türk milliyetçilerinin içine de düşüncesinde
Türklük mutlağı olmayan NFK gibi İslâmcı edebiyat hokkabazlarınca sokulmuş bir
terimdir. Dolayısıyla Türklerin “husumet”, “çekişme”, “ haset” gibi kavramlarla
ilişkili olan “dava” ile bir işi olmaz. Çünkü Türk Milleti tarihin en eski
devirlerinden beri “belirleyici” olmak
vasfının farkındadır ve bu vasıf ona bir “üstünlük” duygusu vermiştir.
Aynı duyguya, ulusal devletlerini kurmuş bütün toplumlarda rastlayabilirsiniz.
Bu duygu, “ tarafsız bir hâkimin hükmüne muhtaç” bir dava tarafı olmak yerine, “kendine ait kanunları olan bir taraf”
olmak arzusunu gösterir.
“Dava” kelimesinin mantığı,
ülkeleri, İngiliz ulusal politikalarının oyuncağı olarak kullanılırken hâlâ
şerefli ve onurlu olduklarını zanneden Ortadoğu Arap kabileciklerinin
mantığıdır.
Demek ki “dava” kelimesiyle ifade edilen şeyin Türkle
bir ilgisi yoktur.
Gelelim “İslâm ahlâkına”… “Herkes
için ve her zaman geçerli bir İslâm” diye bir şey yok. Ancak İslâm denen
inancın temellerini kendilerince kabul edip toplumsal düzenlerinde buna
kendilerince yer veren toplumlar var,o kadar.
İslâm denen inancın kabul edilen iki asgari
müştereği var ve bunlar da zaten inancın temelleri: Allah’ın varlığı ve birliği…
Hz. Muhammed’in peygamberliği… Bunların dışında İslâm’ın diğer Müslüman toplumlarla
bizi benzeştirdiği hiçbir özelliği yok!
Çünkü bir yaratıcıya iman ile örfün
değişmesi, herhangi bir gerekirlik/illiyet taşımıyor.
İki örnek verilebilir: Arapların ilkelliği
İslâmla bitmemiştir. Arap toplumunun cahiliye dönemi ilkelliği ve ikiyüzlülüğü,
İslâm’dan sonra örf olarak hem de artarak sürdürülmüştür.
Türk örfü, İslâmla “düzeltilmemiştir”;
aksine İslâm’ın kabulünden sonra “kurala bağlılık” davranışı, şeriatın “hile-i
şeriyeleri” ile sürekli bozulmuş ve Türk
toplumu, Arap riyakârlığı ile İslâm adına zehirlenmiştir.
Ahlâk insan toplumlarında “zarar
vermemek” iradesi olarak yaşar. Davranışların yararlılığına bakılmaz, zararlı olmak potansiyellerine bakılır.
Yaygınlaşmaları halinde toplumun dağılmasına sebep olacak olan davranışlar da
toplumda, “kınama” ve en nihayetinde dışlama (hapis) gibi tepkilerle
reddedilir. Dolayısıyla insan aklı, zaten kendiliğinden, zararlı olanı ayıklamaya çalışır. “Ahlâkî
kınama”, zararlı olanı, yani bireylerin toplum içinde yaşamasına imkân
vermeyeni, eleme sürecinin ilk
basamağıdır.
Dolayısıyla bunun için herhangi
bir ilâhî inanca gerek de yoktur. Çünkü
insan toplumunun devamını sağlayan bireysel rızanın sağlanması için kuralın,
kaynağına bakılmaz; kuralın çalışıp çalışmadığına bakılır.
Bu durumda şunu görüyoruz: Ahlâk,
İslâm’dan çok çok önceleri zaten vardı. Ahlâk, toplumlaşmanın başlangıcıdır.
Topluluklarda da şüphesiz bir ahlâk vardır ama bu ahlâk daha somut ve ilkeldir.
İslâm’ı anlatan Hz. Peygamber,
ahlâkın, Arap kabilelerinin idrakinin üstünde daha genel, daha kapsayıcı, daha
soyut bir şey olduğunu anlatmaya çalışmıştır ama dikkat edilirse Araplar ondan
sürekli, günlük yaşayışlarını doğrudan
düzenleyecek basit hükümler vermesini
istemişlerdir. Hz. Peygamber bu sorulara
genel ilkeler ışığında cevaplar vermiş, cevapsız kalınan ayrıntılarda da Arap
örfünün “uygun” kurallarının sürdürülmesini buyurmuştur.
Dolayısıyla “İslâm ahlâkı” denen
şey, Arap kabileciliğinin günlük ve
basit sorunlarına verilmiş cevapların genelleştirilmesinden ibaret kalmıştır.
Bugün “ahlâk” denildiğinde, “kadının
erkekten her şekilde ayrılması hali” dışında bir şey düşünülememesi
ilkelliğinin sebebi de budur.
“Bir cemiyet düzeni kurmak”… Azıcık
sosyolojik mantığa, sosyal bilimler kitaplığına
sahip hiçbir insanın edemeyeceği kadar büyük bir lâf… Neden?
Toplumsal düzenler, cemaatler,
partiler, dernekler vs ile kurulmaz. Hiçbir bireyin, hiçbir cemaatin aklı, bir “cemiyet düzeni”
kurmaya yetmez! Toplumsal düzenler “kurulmaz”, “oluşur”!
Herhangi bir topluluğun bir
toplumsal düzen kurması demek, o topluluğun/cemaatin, “topluma herhangi
bir şekilde davranmayı emretmesi”
anlamına gelir. Bu denenmiştir, özellikle sosyalizm tarafından.
Toplumsal düzenler sanıldığı gibi
herhangi bir âkil adamlar heyetinin şeriata göre uydurduğu içtihatlara
dayanarak İslâm ahlâkı vs yorumlarıyla
inşaa edilemez, kurulamaz.
Toplumsal düzenler, ahlâkın, yukarıda
bahsettiğimiz zararlıyı yararlıdan ayıklayan, “ akılcı eleme” usulüne bağlı
olarak ortaya çıkar ve bu elemenin, zaman bağlı olarak değişmesiyle de sürekli
evrilir.
“ İslam ahlâkına dayalı bir düzen”
telâkkisi ancak herhangi bir otorite tarafından insanlara “İslâmî” olduğu
düşünülen davranış biçimlerinin emredilmesi anlamına gelir ki (“toplumsal düzen
kurmak” denen şey tam olarak budur) bu
da açıkça şeriat düzenini arzulamak demektir.
Bugün şeriat denen kavramın dinle
özdeşleştrilmeye çalışmasının sebebi de dinin getirdiği inanç dokunulmazlığını
ve kutsallığını, insanların hayatına din adına müdahale etmek vahşetini
eleştiriden masun kılmak için istismar edebilmektir. Kısacası bu, zulmü payidar/kalıcı kılmak arzusunun
inanç yoluyla gerçekleştirilmesidir. Çünkü insanlara onların iradeleri dışında
bir davranış biçimini “ahlâk” diye dayatmak ancak ve yalnız zulümdür, zorbalıktır!
Bugün “ülkücülüğün” yaygın olarak
sayın yazarın sekiz kelimelik cehaleti
ile anlaşılması, şeriatçılığın Türk ülküsünü nasıl istismar edebildiğinin bir
kanıtı.
Şeriatçılık, yani insan toplumunu
din adına Arap örfüyle kesip biçmeyi hayal eden toplum mühendisliği
sapkınlığı, Türk varlığını ve bilincini
yok etmek için “ülküyü” kendine göre biçimlendirmiştir.
Şeriatçılık “ülkü” denen kutsalın
derisini yüzmüş ve ondan kendi Arap yüzüne göre bir maske yapmıştır.
Türk örfünün tarihi derinliği, şimdilerde
adına “ülkü” denen “Arap şeriat davasının” önündeki en büyük engeldir. Sekiz
kelimelik cehaletiyle yazarımız, arzuladığı toplumsal düzenin gelmesi halinde
ülkenin yaşayacağı toplumsal yıkımı ve
vahşeti fark edemiyorsa bunun sebebi, onun sapkın arzusunun hâlâ derin ve köklü
Türk ahlâkı ile engelleniyor olmasıdır.
Türk ahlâkı ve örfü yıkılırsa ne İslâm kalır ne de uygarlık.
“Yüksek Türk, senin için yüksekliğin hududu yoktur!” Gazi
Mustafa Kemal ATATÜRK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder