3 Haziran 2015 Çarşamba

Şeriatçılığa Takılan Ülkü Maskesi


“Ülkücü” camianın sevilen   yazarlarından biri, “Davamız, İslâm ahlâkına dayanan bir cemiyet düzeni kurmaktır.” demiş.

Neresini nasıl düzelteceğimize bir bakalım istedim.



Çünkü bu cümle, Türk milliyetçiliğini doğrudan doğruya şeriatçılık, faşizm  gibi şiddet ve baskı düşüncelerine kaydırmak mantığının çarpıcı bir özeti.

Öncelikle kadim bir Türk “ülküsü” vardır. Bu ülkü de dünyayı Türkçe yönetmektir. Atalarımız dünyayı kızıl (altın) bir elma olarak görmüş , dünyada Türk töresince hükmetmeyi arzulamışlardır. Dünyanın az sayıda imparatorluk vasfında kural devletine ayrıldığı zamanlarda bu ülkü, devletleşmenin omurgası olmuştur. Bu “ülkünün” toplumsal  omurgası Türk, mantığı da Türkçe’dir.

Yazarın bahsettiği “dava”  Türkçe bir terim  değildir. Türk  milliyetçilerinin içine de düşüncesinde Türklük mutlağı olmayan NFK gibi İslâmcı edebiyat hokkabazlarınca sokulmuş bir terimdir. Dolayısıyla Türklerin “husumet”, “çekişme”, “ haset” gibi kavramlarla ilişkili olan “dava” ile bir işi olmaz. Çünkü Türk Milleti tarihin en eski devirlerinden beri “belirleyici” olmak  vasfının farkındadır ve bu vasıf ona bir “üstünlük” duygusu vermiştir. Aynı duyguya, ulusal devletlerini kurmuş bütün toplumlarda rastlayabilirsiniz. Bu duygu, “ tarafsız bir hâkimin hükmüne muhtaç” bir dava tarafı olmak yerine,  “kendine ait kanunları olan bir taraf” olmak  arzusunu gösterir.

“Dava” kelimesinin mantığı, ülkeleri, İngiliz ulusal politikalarının oyuncağı olarak kullanılırken hâlâ şerefli ve onurlu olduklarını zanneden Ortadoğu Arap kabileciklerinin mantığıdır.

Demek ki  “dava” kelimesiyle ifade edilen şeyin Türkle bir ilgisi yoktur.

Gelelim “İslâm ahlâkına”… “Herkes için ve her zaman geçerli bir İslâm” diye bir şey yok. Ancak İslâm denen inancın temellerini kendilerince kabul edip toplumsal düzenlerinde buna kendilerince yer veren toplumlar var,o kadar.

 İslâm denen inancın kabul edilen iki asgari müştereği var ve bunlar da zaten inancın temelleri: Allah’ın varlığı ve birliği… Hz. Muhammed’in peygamberliği… Bunların dışında İslâm’ın diğer Müslüman toplumlarla bizi  benzeştirdiği hiçbir özelliği yok! Çünkü bir yaratıcıya iman ile  örfün değişmesi, herhangi bir gerekirlik/illiyet taşımıyor.

İki örnek verilebilir: Arapların ilkelliği İslâmla bitmemiştir. Arap toplumunun cahiliye dönemi ilkelliği ve ikiyüzlülüğü, İslâm’dan sonra örf olarak hem de artarak sürdürülmüştür.

Türk örfü, İslâmla “düzeltilmemiştir”; aksine İslâm’ın kabulünden sonra “kurala bağlılık” davranışı, şeriatın “hile-i şeriyeleri” ile sürekli bozulmuş ve  Türk toplumu, Arap riyakârlığı ile İslâm adına zehirlenmiştir.

Ahlâk insan toplumlarında “zarar vermemek” iradesi olarak yaşar. Davranışların yararlılığına  bakılmaz, zararlı olmak potansiyellerine bakılır. Yaygınlaşmaları halinde toplumun dağılmasına sebep olacak olan davranışlar da toplumda, “kınama” ve en nihayetinde dışlama (hapis) gibi tepkilerle reddedilir. Dolayısıyla insan aklı, zaten kendiliğinden,  zararlı olanı ayıklamaya çalışır. “Ahlâkî kınama”, zararlı olanı, yani bireylerin toplum içinde yaşamasına imkân vermeyeni, eleme sürecinin ilk  basamağıdır.

Dolayısıyla bunun için herhangi bir ilâhî inanca gerek de yoktur.  Çünkü insan toplumunun devamını sağlayan bireysel rızanın sağlanması için kuralın, kaynağına bakılmaz; kuralın çalışıp çalışmadığına bakılır.

Bu durumda şunu görüyoruz: Ahlâk, İslâm’dan çok çok önceleri zaten vardı. Ahlâk, toplumlaşmanın başlangıcıdır. Topluluklarda da şüphesiz bir ahlâk vardır ama bu ahlâk daha somut ve ilkeldir. 

İslâm’ı anlatan Hz. Peygamber, ahlâkın, Arap kabilelerinin idrakinin üstünde daha genel, daha kapsayıcı, daha soyut bir şey olduğunu anlatmaya çalışmıştır ama dikkat edilirse Araplar ondan sürekli,  günlük yaşayışlarını doğrudan düzenleyecek  basit hükümler vermesini istemişlerdir. Hz. Peygamber  bu sorulara genel ilkeler ışığında cevaplar vermiş, cevapsız kalınan ayrıntılarda da Arap örfünün “uygun” kurallarının sürdürülmesini buyurmuştur.

Dolayısıyla “İslâm ahlâkı” denen şey, Arap kabileciliğinin  günlük ve basit sorunlarına verilmiş cevapların genelleştirilmesinden ibaret kalmıştır. Bugün “ahlâk” denildiğinde, “kadının erkekten her  şekilde ayrılması  hali” dışında bir şey düşünülememesi ilkelliğinin sebebi de  budur.

“Bir cemiyet düzeni kurmak”… Azıcık sosyolojik mantığa, sosyal bilimler  kitaplığına sahip hiçbir insanın edemeyeceği kadar büyük bir lâf… Neden?

Toplumsal düzenler, cemaatler, partiler, dernekler vs ile kurulmaz. Hiçbir bireyin,  hiçbir cemaatin aklı, bir “cemiyet düzeni” kurmaya yetmez! Toplumsal düzenler “kurulmaz”, “oluşur”!

Herhangi bir topluluğun bir toplumsal düzen kurması demek, o topluluğun/cemaatin, “topluma herhangi bir  şekilde davranmayı emretmesi” anlamına gelir. Bu denenmiştir, özellikle sosyalizm tarafından.

Toplumsal düzenler sanıldığı gibi herhangi bir âkil adamlar heyetinin şeriata göre uydurduğu içtihatlara dayanarak İslâm ahlâkı vs  yorumlarıyla inşaa edilemez, kurulamaz.

 Toplumsal düzenler, ahlâkın, yukarıda bahsettiğimiz zararlıyı yararlıdan ayıklayan, “ akılcı eleme” usulüne bağlı olarak ortaya çıkar ve bu elemenin, zaman bağlı olarak değişmesiyle de sürekli evrilir.

“ İslam ahlâkına dayalı bir düzen” telâkkisi ancak herhangi bir otorite tarafından insanlara “İslâmî” olduğu düşünülen davranış biçimlerinin emredilmesi anlamına gelir ki (“toplumsal düzen kurmak”  denen şey tam olarak budur) bu da açıkça şeriat düzenini arzulamak demektir.

Bugün şeriat denen kavramın dinle özdeşleştrilmeye çalışmasının sebebi de dinin getirdiği inanç dokunulmazlığını ve kutsallığını, insanların hayatına din adına müdahale etmek vahşetini eleştiriden masun kılmak için istismar edebilmektir.  Kısacası bu, zulmü payidar/kalıcı kılmak arzusunun inanç yoluyla gerçekleştirilmesidir. Çünkü insanlara onların iradeleri dışında bir davranış biçimini “ahlâk” diye dayatmak ancak ve yalnız zulümdür, zorbalıktır!

Bugün “ülkücülüğün” yaygın olarak sayın  yazarın sekiz kelimelik cehaleti ile anlaşılması, şeriatçılığın Türk ülküsünü nasıl istismar edebildiğinin bir kanıtı.

Şeriatçılık, yani insan toplumunu din adına Arap örfüyle kesip biçmeyi hayal eden toplum mühendisliği sapkınlığı,  Türk varlığını ve bilincini yok etmek için “ülküyü” kendine göre biçimlendirmiştir.

Şeriatçılık “ülkü” denen kutsalın derisini yüzmüş ve ondan kendi Arap yüzüne göre bir maske yapmıştır.

Türk örfünün tarihi derinliği, şimdilerde adına “ülkü” denen “Arap şeriat davasının” önündeki en büyük engeldir. Sekiz kelimelik cehaletiyle yazarımız, arzuladığı toplumsal düzenin gelmesi halinde ülkenin  yaşayacağı toplumsal yıkımı ve vahşeti fark edemiyorsa bunun sebebi, onun sapkın arzusunun hâlâ derin ve köklü Türk ahlâkı ile  engelleniyor olmasıdır. Türk ahlâkı ve örfü yıkılırsa ne İslâm kalır ne de uygarlık.

“Yüksek Türk,  senin için yüksekliğin hududu yoktur!” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK





Hiç yorum yok: