5 Ağustos 2010 Perşembe

Millî Egemenliğe Karşı Etnik Irkçılığın Çarpık Barış Tasavvuru




Etnik ırkçılık için temel sorun, her etnik(ırksal) saflığın kendi “egemenlik” bölgesine sahip olmasıdır.

Onun için konunun özü "egemenliktir”.

Maalesef liberallerimiz de “egemenliği” etnik ırkçılar gibi anladıklarından, “millî egemenliği” sorgularken egemenlik kavramının keyfî işletilmesinin tehlikesinden yola çıkmaktadırlar. Onlar “egemenlik” kavramının, özünde, bir istibdat kaynağı olduğu kanaatini taşırlar ve bunun için ya onun etnik unsurlar arasında bölüştürülmesini( federasyon) veya yok edilmesi gerektiğini ( ayrılmak) söyleyerek hukuk devletini savunduklarını sanmaktadırlar.
Burada öncelikle “egemenlik” kavramının mutlaka olumsuz olup olmadığını araştırmalıyız.
Egemenlik, belirleyicilik demektir.
Bir maddenin şekli üzerindeki belirleyicilik o maddeyle ilgili egemenliğimize işaret eder.
Bu açıdan bir insanın kendi hayatı üzerindeki tasarrufu da onun kendi üzerindeki “egemenliğine” işaret eder.

İster madde, ister davranışlarımız konusunda olsun, bu belirleyicilik bazı unsurlarla tahdit edilmiştir.

Maddeye şekil verebilmemiz için onun tabiatına uygun araçlar kullanmak sınırlaması, kendi hayatımıza şekil verirken, başkalarının hayatlarıyla sınırlanması şekline dönüşür.
Görüldüğü gibi “egemenlik” sınırsız bir belirleyicilik ve güç kullanımı değildir ve olamaz.
Tabiatı icabı sınırlıdır.

Ferdin kendi hayatı konusundaki “sınırlı egemenliği”, onun bir topluluk içinde yaşamak mecburiyetinden kaynaklanır. Yalnız şunu da gözden geçirmekte fayda vardır ki Robinson Crusoe durumunda bile insan, hayatını sürdürmek için vücudunun ve ahlâkının sınırlamalarına uymak mecburiyetindedir.

Bu noktadan bakıldığında, birbirlerine benzeyen ve aynı coğrafyada yaşamak arzusuyla beraberlik kuran fertlerin, bu beraberliklerini sürdürebilmelerinin iki zaruri şartı vardır:

Birincisi, bir arada yaşayabilmek için, fertlerin, birbirlerinin varoluşlarını zedelemeyeceklerine dair belirli bir mutabakat ve bu mutabakatın sürdürülmesini denetleyecek, gerektiğinde zor kullanarak, mutabakatı bozanları cezalandıracak bir organizasyon (devlet)…

İkincisi bu beraberlik içinde meydana gelmiş şartlara, benzeşmeye bir başka grup tarafından müdahale edilmesinin engellenmesi.


İşte genellikle toplumsal zorlayıcılık anlamında anlaşılan “egemenliğin” kolektif yönünün şartları bunlardır.

Bu iki şartın birincisi aynı zamanda milletleşmenin tanımını içerir. Birinci şart, ırktan, dilden, dinden bağımsız şekilde bir arada yaşamak için “kurallar birliğini” kabul eden her topluluğun, kendiliğinden bir millet olarak benzeşmesinin özünü açıklar.
İkinci şart da hukuk birliği( devlet) meydana geldikten sonra bunun sürdürülebilmesinin şartını açıklar.

Bu iki şart da bize şunu göstermektedir ki varlığı belirli şartlara bağlı olan millî“egemenlik” tabiatı icabı, keyfî ve zorba olamaz! Bunun aksi örnekleri bu tanımın yanlışlığını göstermez. Nitekim bunun ski örnek sergileyen milletlerin eninde onsunda kınandıkları, davranışlarını düzeltmeleri için kısıtlandıkları hatta onlarla savaşıldığı göz önüne alınırsa tanımladığımız şartların geçerli olduğu ortaya çıkar.

Millî egemenliğin kötüye kullanılması durumu zaten milleti oluşturan mutabakatın yani ortak hukuk sağlayıcılığı ve âdil davranışın gözetilmesi anlaşmasının ihlâli anlamına gelir.
Neden egemenliği “milletle” bağdaştırıyoruz?
Çünkü egemenliğin tanımı ve tanımın içerdiği sınırlamaları ihtiva eden “egemenlik” ancak milletlerin egemenliğinde vücut bulur.

Milletin, oluşumu icabı hukuk birliğine dayanması ihtiyacı, hukukun milletin mütemmim cüzü olması durumudur ki bu da belirleyiciliğin tek meşru şeklinin “millî egemenlik” olduğuna işaret eder.

Şüphesiz bir derebeyi, aşiret reisi, kabile reisi de kendi bölgesinde “egemenlik” iddiasında bulunur. Nitekim onun dediğinin yapılmaması halinde, itaatsizlerin öldürülmesi genellikle egemenliğin, bu en ilkel ve çarpık haliyle algılanmasına sebep olur. Keza bu gün erkek arkadaşıyla el ele tutuştuğu için bıçaklanıp sonra ambulanstan çıkarken tekrar bıçaklanan kızın, sırf zina şüphesinden dolayı öldürülüp yakıldıktan sonra bahçeye gömülen kadının hayatı üzerindeki aşiret egemenliği, bunun en berbat örneğidir.

Mesele şu ki milletlerde “egemenlik” tabiatı icabı hukuka dayanan, fertlerin benzeşmesinde ortam rolü oynayan bir etkenken, kendini “etnik” sayan topluluklarda “benzeşmeyi zorlayıcı” bir etken haline gelmektedir.

Bir millet yapısı içinde, fertler “kendilerine benzeyen” herkesin aynı kurallarla sınırlanacağı güvencesiyle hareket ederler bu bir yandan benzeşmeyi hızlandırır. Oysa bir kapalı toplum/ cemaat yapısı içinde benzeşme kuralın önündedir. Hatta benzeşme kapalı bir toplumda tek geçerli meşruiyet gerekçesidir. Böyle bir toplumda “kural”, topluluk reisinin emirlerinden ibarettir.

Bu noktada artık millî egemenlik ve etnik ırkçılığın, egemenlik tasavvurları arasındaki “barış” tasavvuru farkına geliyoruz.
Millî egemenlik, milletin tanımı gereği “tarihin bir döneminde belirli bir hukuk çatısı altında ( devlet) bir araya gelmiş kavimler cüz’ü” olması hasebiyle yukarıda saydığımız “ barışçı mutabakat” ve “müdahalesizlik” şartları ile tebarüz eder.

Etnik ırkçılar ise “egemenliği”, salt bir keyfî zor kullanımı olarak ele aldıklarından ( ki burada istisnasız hepsi kolektivist olan etnik ırkçıların Marksist ideolojik alt yapısına dikkat çekilmelidir), onlar için egemenlik, belli bir ırkın, istediği her şeyi yapabilmesi durumudur.
Açıkça İspanyol toprağı olan Katalonya’da, Katalanların ispanyolca’yı tedavülden kaldırmaya teşebbüs etmeleri, Kuzey Irak yığışmasında Soranî dışında Kürt şivelerinin dahi yasaklanması ve türk emlâkinin gasp edilmesi, eski Yugoslavya’yı kana bulayan Sırp etnik ırkçılığı, Ermeni etnik ırkçılığının Karabağ’da giriştiği soykırım, etnik ırkçılığın “egemenliğinin” ne anlama geldiğinin en çarpıcı örnekleridir.

Çünkü etnik ırkçılığın egemenlik anlayışı, “benzemeyeni yok etmek” ve “tehdit yoluyla mutabakat” şartlarını gerektirir. Nitekim bu gün meselâ ülkemizde “Kürt özerk bölgesi” talep eden etnik ırkçılar arkalarına insan ve uyuşturucu kaçakçısı bir terör örgütünü almaksızın konuşamamaktadırlar.


Kürt’ü genetik benzerliğe, egemenliği de benzerliğin keyfi zor kullanıcılığına indirgeyen bu anlayışın barıştan” bahsederken anlatmak istediği şey, millî egemenliği oluşturan toplumsal alaşımın kendiliğinden teşekkül etmiş barışçı mutabakatı ve bu mutabakatın dış müdahalelere karşı korunması için sürdürülen “meşruiyet temini” değildir. Bu yüzden millî egemenliğin şartlarıyla “barış” , “meşruiyetin egemenliğidir”. Barış herhangi bir çatışmasızlık hali değildir.

Oysa etnik ırkçılara göre barış, kaynağı belli olmayan herhangi bir çatışmasızlık halidir. Komşusunun ineğini, sahipleriyle beraber öldürebilen aşiret mensubu için barış, komşusunun ineği tarafından dahi tehdit edilmemek halidir. On yedi yaşında bir kızı Molotof kokteyliyle yakan etnik ırkçı için “barış” o kızın temsil ettiği değerlerle ve normlarla ilişki kurmamak halidir. Etnik ırkçılık kendisinin “kurala altında benzeşmeye” örnek olmadığını ve olamayacağını bilmekte ve bunun aşağılık kompleksini duymaktadır.

Etnik ırkçılar, varlıklarını biyolojik bir kökene indirgemiş, bilinçlerinde kural sınırlaması yer almayan ve bütün siyasî algılamaları da benzerlerini, ırklarını koruyacakları etnik ahırlarda saklamak olan ilkel insanlardır. Onlar bu yüzden “kural altında benzeşmek” diyebileceğimiz milletleşme sürecine direnmektedir. Onlar kendi kapalı toplumlarının akrabalık ilişkilerinin sözde güven ortamını terk edemeyen çocuk zekâlı bireyler topluluğudur. Onlar, barışı, kendi isteklerinin mutlak tatmini olarak algılayan, kural kavramı kafalarında teşekkül etmemiş ilkellerdir.

Bundan dolayıdır ki “Hayatınızı cehenneme çevireceğiz!” tehdidiyle millî egemenliğimizi bölmek istemektedirler.

Bu ilkelliğinden dolayı etnik ırkçılığın “barış” söylemi bir safsatadan ibarettir. Zekâsı, kuralları anlamaya yetmeyen insanlar, nasıl sözleşmelerde dikkate alınmazlarsa etnik ırkçıların söylemleri de öylece reddedilmelidir. Kaldı ki etnik ırkçılığın, kendisini, hayvanlar misali, genetik aynılık üzerinden meşrulaştırmaya çalışması dahi onun insanlığın mutabakat sahasından dışlanması için yeterlidir.

Etnik ırkçılıkla iki türlü “barış” yapılabilir. Ya onun tehditlerine boyun eğerek -ki onu tatmin etmenin bir imkânı yoktur- veya onun şiddet kullanımını kesin şekilde engellayerek. Birinci şıkkı tercih etmek millî egemenlikten, yani barışın tek meşru şeklinden vazgeçmek anlamına gelir. Öyleyse yapılacak iş, kendini “etnik” olarak kabul eden grupların elinden şiddet silâhını almak ve şiddet potansiyellerini ebediyen ortadan kaldırmaktır. Bu iki şıktan başkasının olmaması etnik ırkçılığın tabiatından kaynaklanmaktadır. Ya medeniyetimizi etnik ırkçılığın vahşetine teslim edeceğiz veya onu millî egemenliğin içinde terbiye edeceğiz, varoluşumuzun başka bir şansı yoktur.

Hiç yorum yok: