15 Şubat 2010 Pazartesi

TEKEL Ve Özelleştirme Üzerine Ahlâkî Bir Sorgulama


TEKEL işçileri gündemin en sıcak ve “dokunulmaz” konusu.
Zira bu meselede hakkı gözetmeye çalışmak çok zor.
Uğradıkları gerçekten insanlık dışı muameleden dolayı TEKEL işçilerinin yanında yer almak hepimizin müşterek refleksi oldu ve zaten tartışmalara da damgayı, bu muameleler vurdu.

Dolayısıyla olay en baştan peşin bir hükûmet karşıtlığı parantezine alındı.
Olayı tartışmayı zorlaştıran da zaten bu… Eğer TEKEL işçilerinin haklılığını sorgulayacak olursanız derhal hükûmet taraftarı, hatta emperyalist, işbirlikçi, “Soros çocuğu” vs sayılıyorsunuz, tahkir ediliyorsunuz.

TEKEL işçileri tartışmasına damgasını asıl vuran ise felsefesizlik.
Daha doğrusu tartışmada baş köşeyi kapan ve başka bir fikre de yer bırakmayan marksizmin felsefî tekeli…
Ahlâkın bayraktarlığını kendi kendine üstüne alan ve başka bir ahlâkî anlayışa da yer vermeyen marksizmin, dayanışma sömürüsü ile hepimizin bilincini rehin almasına şahit oluyoruz.

Tartışmaları rehin alan, tartışma alanını fikirlere kapatan Marksizm maalesef bize kendi ahlâkının ne olduğundan bahsetmiyor.

Zaten Marks’ın kendisi de bu tip bir normatif tanım getirmiyor.
Marksist ahlâk, “Burjuva olmayan her şey” olarak tanımlayabileceğimiz, ucu tamamen açık bir tepkisellikten başka bir şey içermiyor.

Bu kadar uzatmamın sebebi şu:
Önce bizi duygusal ve fikrî olarak esir alan şeyin ne olduğunu teşhis etmemiz gerekliliği…

Marx toplumu peşinen sömürenler ve sömürülenler diye ikiye ayırdığında şüphesiz uzun çalışma saatlerinden ve düşük ücretlerden yılmış işçiler için ele geçmez bir şablon sunuyordu.

Marksistlerin hiç sorgulanmadan kabul edilen “mücadele” fikrine göre işçiler mücadele ederek çalışma saatlerini kısaltmış, ücretlerini arttırmışlardı. Oysa bilmedikleri, bilmezden geldikleri, çalışma saatlerini kısaltanın ve ücretleri yükseltenin teknolojik gelişmeler olduğuydu. Ve bu gelişmelerin arkasında da yaratıcı zekâların fikir mülkiyeti ile korunan hakları vardı. Yani marksistlerin Prodhoun’dan beri “hırsızlık” saydıkları temel bir hak…

Yani bir milyon işçinin bir araya gelerek işverenleri tehdit etmesi, fabrikaları sabote etmesi veya hayatı felce uğratması, bir civatanın iki kat daha hızlı imal edilmesi için gereken hızı sağlamıyordu. Oysa teknolojinin gelişmesinden sonra vasıfsız işçinin emeği eski durumuna göre çok daha kabul edilir bir fiyata kavuşmuştu. Çünkü teknolojik gelişme ortalama vasıfsız işçinin kalitesini de yukarı çekmişti.

Marx’ın dünyayı katliamlara ve kana boğmuş ideolojisinin temelindeki “ahlâk” anlayışının çürüklüğü daha en başından ortaya çıkıyordu. Çünkü Marx’a göre kabul edilebilir bir ahlâkî düzen için kolektivistlerce “hırsızlık” sayılan mülkiyetin ilgası ( bunun üretim araçlarıyla sınırlandırılması, tamamen çocukça bir özür dileyicilik ve tevil çabasıdır) ve insanın hayatının maddî temellerinin fikrî inşalarından ayrılması gerekiyordu. Maddî temelleri eline geçirmiş bir proleter diktası altında zaten insanlar “doğru fikirleri” kendiliğinden geliştirecekti.
Marksistler, kolektif bir mülkiyet saydıkları TEKEL’in ne gerçek mahiyetini, ne maliyetini ve ne de varlık sebebini sorgulamaktadır.
Onlara göre “devletleştirilmiş” her şey toplumun malıdır, kolektiftir ve dokunulmazdır.

Onların hedefi, her türlü iktisadî teşebbüsü tedricen veya bir devrimle ele geçirmek ve devletleştirmektir.

O halde TEKEL örneğinden hareketle devlet iktisadî teşebbüslerinin gerçekten “ahlâkî” sayılıp sayılmayacağına bir bakmalıyız. Zira bizi, aksine düşünmekten alıkoyan ve düşüncelerimizi bastıran şey, meseleye “hak” adı altında, ahlâkî bir kılıf geçirilmesidir.

Ahlâk çok kısa ve genel ifade etmek istersek “Zarar vermemek iradesidir.”
Yani başkalarının temel haklarını ihlal etmemek iradesidir.
Nedir bu haklar? Hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti ( hürriyet) haklarıdır.
Bu durumda, kabul ettiğimiz ahlâk tanımı çerçevesinde TEKEL’in bizatihi varlığının ve onunla ilgili özelleştirme karşıtı mücadelenin haklılığını sorgulamaya başlayabiliriz.

TEKEL diğer bütün devlet iktisadî teşebbüsleri gibi ( Bunlara “kamu” yakıştırması tamamen kamuda sempati yaratmak dışında hiçbir işe yaramayan bir saptırmadır. Yoksa bu işletmelerin sahipliğinde kamunun hiçbir rolü yoktur.) devlet tarafından kurulmuş, varlıkları sürekli şekilde hazineden finanse edilen ve bu şekilde iflâs müeyyidesinden korunmuş kuruluşlardır. Sadece iflâstan korunmuş olmaları bile bu kuruluşların işletme olmadıklarının bir ispatıdır.
İflâstan korunmak ne demektir?

İflâstan korunmak demek, sermaye gelir dengesinin gözetilmesinden korunmuş olmak demektir. İflâstan korunmak demek kârlılık hesabı yapılmaksızın istihdam yapılabilmesi demektir. İflâstan korunmak, kısaca maliyetleri başkalarının sırtına yıkabilmek demektir.

TEKEL meselesinde özel olarak gündeme gelen şey de tam olarak budur. İşçiler “ne pahasına olursa olsun” işlerinde kalmayı, devlet bünyesinde çalışırlarkenki “haklarını” korumayı istemektedir.

Mesele şu ki maalesef ne işçiler ne de onları destekleyenler bunun ne pahasına olması gerektiğini düşünmemektedirler.

Dünyada özelleştirmeyi gündeme getiren şey zaten “ne pahasına olursa olsun” devlet kuruluşlarının çalıştırılmasının imkânsız olması gerçeğidir.
Çünkü kendinde sınırsız bir para kaynağı olduğu zehabına kapılan siyasî iktidarlar ve bürokrasi, toplumdan, toplu bir sempati ve mutabakat sağlamak uğruna , “kitlesel yatırımlar” yaratmak ihtiyacı hissetmekte ve akıl almaz büyüklükte kuruluşlar meydana getirmektedirler.

Bu durumda zaten millet, devlet eliyle kurulmuş işletmelerine sahibidir, ne de işletmecisi.

Oysa yukarıda bahsettiğimiz gibi devletin her adımının maliyeti ya iç ve dış borçlanmayla, ya vergilerle veya enflasyonla finanse edilmeli, karşılanmalıdır. Bu üç yoldan başka, devletin “ödeme” kaynağı yoktur!

Mesele şudur ki her üç yol da milletin cebinden para eksilmesine yol açmaktadır.
Üstelik bu eksilme milletin rızasıyla olmamaktadır! Yani milletin emeği, milletin rızası olmaksızın eksiltilmektedir! Bu durumun ahlâkî olup olmadığına bakacak olursak; devlet bizim mülkiyet hakkımızı açıkça ihlal etmektedir! Bunu bir başkası yaptığında ise adına “hırsızlık” denmektedir.

Millet, sözde kendisine ait kuruluşların ne finansman ne istihdam politikaları üzerinde söz sahibidir. Türk milleti, yan gelip yatan on dokuz işçinin, çalışan bir işçinin emeğini sömürmesine engel olamamakta, verimsiz çalışan işçileri kendi “işletmesinden” uzaklaştıramamakta üstelik onarlı kendi vergileriyle sürekli beslemeye mahkûm edilmektedir.

Çünkü devlet işletmeleri(!), piyasanın en şaşmaz terbiye edicisi olan iflâs kurumundan bağışık kılınmış ve bu yüzden şımartılmış kuruluşlardır.
Bu kuruluşların kâr amacı olmadan işletilmesi asıl bu yüzden ahlâksızcadır. Bu kuruluşlarda kâr gözetilmemesi, onları finanse eden milyonlarca vergi mükellefinin parasının bir değeri olmadığını söylemek demektir.
Özelleştirme “kâr” eden, varlık yaratan mucizevî ulusal işletmelerin peşkeş çekilmesi değildir.

Aksine emekleri vergilerle sömürülen milyonların emeklerinin içine akıtılarak hareket ettirilmeye çalışılan popülizm makinelerinin durdurulması demektir.
Özelleştirme, devlet eliyle yaratılan emek enflasyonunun durdurulması demektir. Çünkü devlet özünde bir değer taşıyıp taşımadığına bakmaksızın her emeği alacağını garanti ettiğinde meydana gelen şey tam olarak “emek enflasyonudur”. Ve bu a aynen para enflasyonu gibi hayatı pahalılaştırır. Bu durumda halk genel olarak daha fakirleşir.

Savaş gibi fevkalâde durumlarda yapılan fedakârlıklar, savaş müddetince geçerliyken, milleti, sırf politikacıların ve bürokratların popülizmleri uğruna sürekli bir fedakârlık haline sokmaya aslına bakılırsa en başta TEKEL işçileri karşı çıkmalı.

Hükûmetlere ve bürokrasiye “iş sahası açmak” gibi bir yetki ve hakları varmış gibi kudret veren de zaten “kolektif mülkiyetin” gerçek anlamda mülkiyetle ilgisizliğinin bir türlü anlaşılamaması ve ahlâkî geçersizliğinin gizlenmesidir.
İşte devlet iktisadî (!) kuruluşları çalışanlarının “ne pahasına olursa olsun” çalışma ve maaş güvencesi taleplerinin farkına varılmayan ahlâkî çelişkisi ve fecaati budur.












2 yorum:

Adsız dedi ki...

Toki noolacak toki, devlet her alandan çekilirken, eğitim, sağlık hatta güvenlik özelleştirilirken, Türk özel sektörünün en başarılı olduğu alanlardan biri olan inşaat da neden devletleştirme benzeri politikalar uygulanıyor. Afşar bey bu konuda da birşeyler yazın.
Pek tekelden bahsetmedim galiba:)

Afşar Çelik dedi ki...

Her birine ayrı ayrı temas etmek mümkündür şüphesiz. Genel mantık, devletin yapması gerekenden fazlasına el atarak millî serveti israf etmemesidir.

Sağlık, eğitim devlet elinde gerçekten kaliteli olabilir mi? Ve aslında devlet eliyle yapılan işler bedava mıdır?

Güvenliğin özelleşmesi hatadır. Devletin asıl işi emniyeti ve adaleti sağlamaktır.


Bu açıdan bakıldığında TOKİ hakkında da sizin bir yorumunuzu almak iyi olurdu.

Yeni yorumlarınızı beklerim, sağlıcakla...