26 Şubat 2010 Cuma

Federasyon Tarihî Bir Mecburiyet midir? Osmanlı Neden Yıkıldı?


Tarih denen bilgi ne kadar ilginç...

Bazıları Osmanlı’nın milliyetçilik yüzünden battığını, federatif bir yapıya bürünse, İngiltere gibi kalabileceğini söylüyor veya İspanya gibi…

Buna göre gene aynı noktaya gelmişiz ve bu sefer de federasyon gibi bir çözümü beğenmezsek gene dağılacakmışız.
Bu tahlilin mantığı şudur:
Devlet ancak zor kullanmaya gücü yetiyorsa birliğini sürdürebilir, buna gücü yetmiyorsa derhal gevşemeli, egemenliği paylaşmaya gitmelidir.
Öncelikle… Osmanlı zaten bir modern merkezî devlet değildi. Hükümdarın otoritesinin şeklen tanınması ve buna bağlı vergi mükellefiyetlerinin ( ki bazı eyaletler bundan bile masundu) yerine getirilmesi dışında bir katı bağlılık talep etmiyordu.

Peki Osmanlı’yı en zayıf zamanında bile bir dünya devi olarak ayakta tutan neydi? Bu gün bize bölünme tavsiyesinde bulunan ve bunu demokrasi sananların anlayamadığı şey işte budur.
Osmanlı, hâkim olduğu topraklarda, örneğine rastlanmayacak bir organizasyon ve hukuk birliği temin ediyordu. Dolayısıyla şeklen dahi olsa Osmanlı’ya bağlı bulunmak tebaaya bir hayat teminatı sağlıyordu.

Bu teminat çok önemlidir, zira sömürgeci Avrupalı’ların, toprak algılarından çok farklı bazı değerler içerir.

Bu değerlerden biri Osmanlı’nın, tuğrasının hüküm sürdüğü her yeri “vatan” bilmesidir.
İkincisi hakimiyetini hukuka dayamasıdır. Bu açıdan Osmanlı zaten aslında federasyoncu takımının anlayamadığı bir özerkliği yürütmekteydi.
Osmanlı’nın askerî açıdan zayıfladığı için bölündüğünü düşünen bu takıma Girit ve Mora isyanlarının nasıl bastırıldığı anlatılmalı.

Osmanlı’nın bölünmesinin sebebi işte bu algılama farkıdır.

Çünkü batılılar için sömürgelerin iktisadî değeri dışında bir anlamı yoktu. Dolayısıyla oralardan çekilmekle bir “vatan” kaybedilmiş olmuyordu. Sömürgeci Avrupalı’lar için sömürge toplumları asla “kardeş” ve eşit sayılmamışlardır.
Oysa Osmanlı hâkimiyetinin anlamı tebaaya “emanet” gözüyle bakmaktır ki bu Osman Gazi’den beri sürdürülen devlet geleneğidir.

Bundan dolayı, dinlerine ve geleneklerine zaten hiç karışılmadığı ve son dönemde topladığı meclisiyle zaten kendine göre şekillendirdiği gayet başarılı bir meşrutî yönetimle, şartlara intibak etmiş bulunan Osmanlı, bir anda dünyaya, kökü kendisinde olmayan bir mantıkla bakmaya zorlanmıştır.

Devlet geleneğini oluşturan mantık değiştirildiğinde, devletin işleyişi allak bullak olmuştur. Meşrutiyetin ve Teşkilat-ı Esasiye’nin ilânında unuttuğumuz nokta odur ki bir meşrutî meclis dahi, devletin dayandığı omurgayı inkâr edememiş ve devletin resmî dilinin Türkçe olduğunu kabul etmiştir.

Osmanlı, toplumsal renklerin, toplumsal özerkliğini siyasî özerklikten özenle ayrı tutmak siyasetinde, toplumsal özerkliğin, bir hukuk biriliği içinde yaşatılmasına büyük özen göstelmiştir ki zaten Ermeni, Rum ve cumhuriyet devri Kürt isyanları bu açıdan hafızalarımıza ciddi ihanetler olarak kazınmışlardır.

Osmanlı’nın yıkılışından milliyetçiliği sorumlu tutanlar iki açıdan haksız ve hatta nankördürler.
Birincisi devletin dayandığı aslî unsurun Türk olduğu zaten biliniyordu.
İkincisi “Türk’e dayanan” bir modern millî devlet arayışları ortaya çıktığında zaten Balkanlar elimizden çıkmış, Osmanlı’nın her eyaletinde, düvel-i muazzamanın nüfuz bölgelerinde etnikçi ayaklanmalar baş göstermiş idi.

Osmanlı’da kurucu unsur olan Türk’lerin şüphesiz “hâmi” rollerinden kaynaklanan bir üstünlükleri var idi fakat bu devletin rasyonel şekilde idaresine mani olmuyor, “işe yarar” her fert kökenine bakılmadan siyasette derhal istihdam ediliyordu.

Dolayısıyla Osmanlı “modern” devletlerin cetvelle çizdikleri veya tartıyla oluşturdukları idare mekanizmalarından ayrı, tecrübî bir metotla birliğini yürütüyordu.
Osmanlı’nın bölünmesinin sebebi, bu idare tarzının hava ve su gibi içselleştirilmesi ve ayrılıktan sonra da süreceğinin sanılmasıdır ki aynı mantık(sızlık) bu günde etnik ırkçılarca sürdürülmektedir.
Oysa Osmanlı’dan ayrılan hiçbir ülke daha sonra o yönetim tarzını sürdürememiş, Osmanlı emperyal mantığıyla, Avrupa sömürgeciliğinin arasındaki farkı çok acı tecrübelerle görmüştür. Dikkat edilirse ne Balkanlar, ne Ortadoğu ve ne Kafkaslar, Osmanlı’dan sonra istikrara kavuşmuştur. Buna Kuzey Afrika’yı da ekleyebilirsiniz.
Osmanlı, çok çeşitli topluluklara farkına varmadıkları, çevrelerini kuşatan, kökenini Türk geleneğinden ve İslâm’dan alan bir emniyet atmosferi sunmuştur. Bu ortamda etnik gruplar, kabileler dünyevi zorlukların hallinde kullanacakları bir siyasî ve adlî araç kutusunu hep hazır bulmuşlardı. Osmanlı’dan ayrıldıklarında bu araç kutusundan ve onu kullanan “görünmez elden” mahrum kaldılar.

Osmanlı, milletleşememiş toplumsal yapıların, bir devlet/ hukuk çatısı altında barınmalarına manevî bir anlam yükleyen, onların hepsini kendinden bilen bir devlet idi. Osmanlı, milletleşememiş yapıların taşıdıkları toplumsal gerilimi gayet iyi biliyor ve buna göre onlara muamele ediyordu. Osmanlı milletleşmemiş toplulukların devlet tecrübesinde yaşayacakları sukut-u hayalin de farkındaydı. Osmanlı, milletleşmemiş toplulukların belki de tarihte görüp görebileceği tek ve son hâmi idi.

Bu açıdan bakıldığında “modern siyasetin” ölçütlerini Osmanlı’ya uygulamaya kalkmak at anatomisinden hareketle insanı anlamaya çalışmak gibidir. Zira Osmanlı bürokrasisi, pek çok batılı devletin yeni yeni haberdar olduğu, kabul ettiği pek çok toplumsal grup için teşkilatlanmış çok ayrıntılı bir yapı gösteriyordu.

Bundan dolayı Osmanlı’nın toplumsal “kabullerinin” farkında bile olmayan batı devşirmesi okumuşlarımızın bize, batının kendi toplumsal yapısının neticesi olan “federasyon” şeklini önermesi normaldir ama sağlıklı değildir. Batının modern federasyonlarının derin tarihi kökleri vardır ve bugünün federasyonları ortaçağ derebeyliklerinin egemenlik alanlarından başka bir şey değildirler.

Kaldı ki batıda modern federasyonlar etnik kökenlere göre ayrışmanın değil, millî birliği, bir hukuk çatısı altında oluşturmanın aracı olarak kurulmuşlardır. Bunun en güzel örneği de ABD uluslaşmasıdır. Modern federasyonların hiç birinde ne resmî dil tartışılır ne de ülkeyi oluşturan millî kurucu çoğunluğun egemenlik hakkı.

Osmanlı’nın hukuka dayalı hâkimiyet anlayışını “kazanılmış bir hak” gibi görerek bunun ilelebet ve her şartta süreceğini sananlar Osmanlı yıkılınca enkazının altında kalarak en çok acı çekenlerdir. Bu günkü etnik ırkçılar da sahip oldukları Türkiye Cumhuriyeti teminatının, ırkçı bir kabile devletinde devam edebileceğini sanmaktadırlar. Tarihten asıl ders alması gerekenler, gelişmiş toplumsal yapıya dayanan Türk devlet geleneğine ırkçı saiklerle karşı gelenlerdir.







2 yorum:

selcen dedi ki...

Çok güzel ifade edilmiş düşünceler ve tarihle günceli buluşturan kıyaslar için elinize sağlık diyorum.

Afşar Çelik dedi ki...

İnsan kendini batılı gözlüğüyle tanımaya kalkınca tarih de bambaşka bir hal alıyor. Hoşgelmişsiniz, gene gelin Selcen Hanım.