9 Şubat 2010 Salı

Devletçi Ekonominin İflâs Ettiği Nokta


Tekel işçilerinin durumunda aklın önünü kesen en büyük engel, şüphesiz polisin, teröristlere gösteremediği sertlikle olaylara müdahale etmesi oldu.
Bu durum bütün tartışmaya damgasını öyle bir vurdu ki artık Tekel işçilerinin “haksız” olması ihtimalinden bile bahsetmek cidden cesaret gerektiriyor.
Bu olayda iki tutum birbiriyle kötü bir sinerjiye girerek sorunun tartışılmasını imkânsızlaştırıyor.

Her iki tutumun da ortak özelliği nedensellikten alabildiğine uzak düşmeleri…
Bu iki tutumdan birincisi Marksist kampın tahrikçi yaklaşımıdır. Marksist kamp, “çalışanın” yanında olmak iddiası ile toplumun genelindeki ekonomik ilişkiler bütününü görmezden gelebilmek lüksünü kendine yakıştırıyor.
İkinci tutum, ekonominin maalesef “e”sinden pek de haberdar olmayan milliyetçi cephenin tutumu.

Bu iki tutumu birleştiren de milliyetçilerin iktisaden Marksist /kolektivist olunması gerektiğini sanmaları…
Bu iki kampın tekel işçilerinin eylemini eleştirenlere ettikleri hakaretler gerçekten yüz kızartıcı.

Tekel işçilerinin “haklılığı” sadece onların “işçiliğine” bağlanabilir mi?
Bu zaten Marksistlerin öteden beri vicdanları susturmak için kullandıkları tipik taktiktir.

Marksistlere göre işçiler sömürülen ve peşinen haklı, işverenler de sömüren ve peşinen haksız iki kamptır.

Her şeyden önce çalışma denen şey, emek satıcısının, emek müşterisiyle emek fiyatı üzerinde uzlaşarak ortaya çıkardığı bir mübadele işlemidir.

Dolayısıyla şunu görürüz ki emek de her iktisadî mal gibi bir maldır.

Emeğin iktisadî bir mal olmadığını iddia etmek onu daha mukaddes ve dokunulmaz kılmaz. Sadece emeğin mübadele hürriyetini ortadan kaldırıp fiyatlandırılması işinin emek simsarı sendikaların keyfi müdahalesine açık hale getirir. Sendikaların, emeğin hareketini engellediği, işsizliği körüklediği ve maliyetleri arttırdığı ekonomik bir gerçektir.

Emeğin kudsiyetini tanımak istiyorsak onun, satıcısına ait bir mal olduğunu ve sahibince özgürce mübadele edilebilmesini sağlamalıyız.

Elbette nedenselliği bir tür lüks olarak görerek düşünmeden , buğday için emek harcamadan ekmeği elde etmek, müteşebbisler ve kapitalistler olmaksızın çalışacak fabrika isteyenler için bu sözlerin hiçbir anlamı yoktur.

Muhtemelen derhal önümüze Tekel işçilerine dayatılan kanun maddeleri getirilerek, bu maddelerin neresinde “emeğin özgürce mübadelesinin” yer aldığı sorulacaktır.
Yazının amacı zaten iki yanlıştan bir doğru çıkmayacağını göstermektir.
Hükûmetle işçileri buluşturan ortak payda devletçi ekonomidir.
Hükûmet, emeğin mübadelesine kanun yoluyla müdahale etmekten vazgeçmek istemezken işçiler de devlet istihdamının sebebi belirsiz ve haklılığı tartışılır sürekli iş güvencesinden kopmamak istemekteler.

Eğer Tekel özelleşmiş ise işçilerin “kamu personelini” bağlayan bir kanunla istihdam edilmelerinin ne anlamı vardır? Çünkü sürekli bahsedilen 4C, 657 sayılı devlet memurları ile ilgili kanunun bir parçası.

Tekel işçilerinin 4C statüsüne itirazlarından biri “esnek çalışma” denen performansa dayalı ücret politikası. İşçiler performanslarına bakılmaksızın kendilerine eşit ücret ödenmesini istiyorlar. Devletçiliğin en ahlâk dışı tarafını da bu kör nokta oluşturuyor zaten. Çünkü “eşit işe eşit ücret” diyerek saklanmaya çalışılan bedavacılık, devlet işletmelerinin verimsizliğinin en büyük sebebi.
Buna mukabil, işçiler “fazla mesai” ödentisi almaktan da vazgeçmiyor. Oysa “fazla mesai” ödentisi tam da performansa dayalı ödemelerdir. Ve fakat işçiler herhalde "fazla mesaiden", ürün arttırmayı değil, fazla zaman geçirmeyi anlamaktalar?

Mevcut devletçi ekonomide hiç kimse “eşit işin” ne anlama geldiğini ne izah edebiliyor ne de bunun nasıl ölçüleceğini bilebiliyor. “Performansa dayalı” ücretlendirmede emeğin yarattığı değerin ölçülmesi söz konusu ki emekten yana olanların, neden hiç ücreti hak etmek üzerinde durmadıkları bu noktada merak uyandırıyor. Eğer bir işçi, aynı mesai saatinde akranı bir başka işçi kadar ürün ortaya koyamıyorsa, geçirdiği vaktin maliyeti git gide büyüyen bir zarar çıpası olmayacak mıdır?

Devletçi ekonomilerin iflasını kaçınılmaz hale getiren şey tam da minimum çalışmayla geçirilen ve minimum ürünle bitirilen “boş zamanların” yarattığı kümülatif maliyettir.

Emeğinin ürününe göre değil de geçirdiği zamana göre ücret alan bir işçi için temel müşevvik mümkün olduğunca çalışmadan zaman geçirmektir.

Devletçi ekonomi, sonsuz bir “kaynak” gibi görünen vergi havuzunun, nasıl çalıştıkları asla ölçülemeyen ve sadece belli bir zamanı belli bir yerde geçirmekle mükellef insanlara akıtılması anlamına geliyor.

Tekel işçileri maalesef alışageldikleri hayat standardının kimlerin emeğiyle ve vergileriyle sağlandığını göz ardı etmekteler.

Onlar kaynağının ne olduğunu hiç bilmek istemedikleri bir iş ve maaş güvencesini bize hak olarak sunarlarken bu hakkın maliyetini kimlerin yüklendiğine hiç dikkat etmemekteler.

Her şeyden önce Tekel millî bir işletme ve sahibi de Türk Milleti ise Türk Milleti’nin bu işletmelerde çalışan verimsiz işçileri işten çıkarmaya hakkı var mıdır, yok mudur? Ücretlerini kendi vergilerinden karşıladığı işçilerin, iyi veya kötü çalışmalarına bakmaksızın onları sürekli beslemek Türk milletinin mahkûmiyeti midir?


Bu güne kadar Türk Milleti maaşlarını cebinden karşıladığı işçiler üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunabilmiş midir?


Öyleyse Tekel işletmelerinin millîliğinin ne anlamı vardır? Buradaki “ulusal” veya “millî “ değer olmak, “kolektif olmak” anlamına gelmektedir ki iktisadî açıdan kolektif mülkiyet açıkça anlamsızdır.

Kârından ve zararından sorumlu tutulacak kimsenin olmadığı, iflâs denetiminden vergi zorbalığıyla bağışık kılınmış devlet fabrikalarının, iktisadî anlamda birer “işletme” olmadıkları herhalde açıktır.


İşçiler kamu “işletmeleri” yoluyla işverenleri olan milleti kendilerine mecbur etmekte, onun söz hakkını yok saymaktadır.
Çünkü her ne kadar muhatap hükümet de olsa o fabrikaları işleten şey, milletin alın terinden kesilen vergilerdir.


Mevcut durumda sol devletçi ekonomiyle zaten amaçladığı “proleterya diktatörlüğünü” fiilen hayata geçirmektedir. Yani proleteryanın keyfî egemenliği ve kanun/hukuk üstü mevkisi bir “hak mücadelesi” maskesi altında rahatlıkla yürütülmektedir.
İşçinin işvereni milletin söz hakkı tanınmazken, işçinin piyasada değip değmeyeceği belirsiz bir emeğe her istediği fiyatı biçebilmesi keyfiliği herhalde ancak “diktatörlükle” tanımlanabilir.


İş güvencesi talebi de daha iyi ve kaliteli emeğin piyasaya girmesini, emeğin rekabetini ve özgürce değerlenmesini engellemeye yönelik bir taleptir.
Marksist kamp belli bir kaliteyi tutturan işçilerin kovularak yerine ucuz işçi alınması yoluyla işsizler ordusunun korunduğu saçmalığını iktisat zannederken yetişmiş işgücünün verimliliğinin öldürülmesinin yarattığı maliyetin, acemi iş gücüne verilen düşük ücretin çok üstünde olduğunu maalesef hesap edememektedir.

Çünkü onlar “her şey sabitken” yanılsamasıyla yetişmiş işgücünün eksilmesiyle aslında kalitenin değişmediğini, üretimin hiç düşmediğini sanmaktadırlar.
Devletçi ekonomi de bu tip hesaplamalara karşı kör olduğundan verimliliğinin ölçülmesi imkânsızdır ki bunu bir de vergi havuzunun sürekli devletçe hortumlanması destekler.

Konu Tekel işçilerinin hangi kanun maddesinden nasıl yararlanacakları değildir. Asıl konu devletin milletin vergileriyle canının istediği gibi iş vermeye devam edip etmeyeceğidir.
Özel sektörde kâr ve zarar kapitaliste aitken devlet “işletmelerinde” kâr işçilere zarar da millete aittir.


Eğer işçiler boşa zaman harcamalarına imkân veren ve bunu, milletin aleyhine daha kârlı kılan bir çalışma rejiminden vicdanen rahatsız olmuyorlarsa zaten konuşulacak bir şey yoktur. Ki devletçi ekonominin bundan başka bir şey üretmesi de mümkün değildir.











Hiç yorum yok: