10 Şubat 2010 Çarşamba

AB mi, Darbe mi?

Türkiye uzun zamandır tuhaf bir açmazın içinde debeleniyor.

“Darbe mi, AB mi?” diye özetleyebileceğimiz bu açmaz “doğal” bir açmaz değil. Belki de tercihlerimizi aşan bir açmaz olmadığını söylememiz daha doğrudur.
Türkiye maalesef iktidar partisinin de dâhil olduğu bu kısır tartışmada darbeciler ve ABciler olarak iki kampa ayrıldı.

Bu ayrımı yapanlar da enternasyonalist solcular ve onların liberal camiayı enfekte eden uzantıları.

Yani aslına olmayan bir farklılaşmayı kendileri yaratıyor ve bunun bir gerçek olduğunu da ellerindeki basın gücüyle sürekli dayatıyorlar.

Öyle bir hava hâkim ki ülkeye AB taraftarlığı aynı zamanda etnik ırkçılık ve ayrılıkçılık, sosyalist devlet ( bunun yumuşatılmış hali “sosyal devlettir”), enternasyonalizm, Türk düşmanlığı taraftarlığı ile özdeşleştiriliyor. Liberallerin bu konuda maalesef herhangi bir etki ve yetkileri yok. Onlar ancak kendi camialarına sızan eski komünistlerin sözde hümanizmlerinin dümen suyunda çalkalanarak oradan oraya savruluyorlar.

Öyleyse bu iki durumun gerçekten kaçınılmaz olup olmadığını ciddi şekilde sorgulamamız gerekiyor.

Yani AB üyeliği gerçekleşmezse ülke askerî bir vesayete mahkûm mu olur ve bir ara rejim altında, hürriyetsizlik içinde mi yaşar?

AB üyeliği halinde ülkedeki etnik ırkçı siyasetin ayrılıkçılığı ve terörü nihayete erer ve ülke hızla kalkınır mı? Bu durumda dış ilişkilerimiz anında düzelir ve “sıfır ihtilaf” idealine ulaşır mıyız?

Bu tartışmaların özünde solcu eskisi nevzuhur liberallerin AB tapınmacılığı yatıyor. AB’yi sorunsuz, ideal bir çözüm mekânı veya aracı sanıyorlar.
Oysa AB, kuruluş amacını aşmış ve adeta otoriter sosyalist bir surete bürünmüş, tahrif edilmiş bir işbirliği.

Başlangıçta sadece işgücünün, sermayenin ve malların serbest dolaşımı amacıyla kurulmuş ve üye devletleri, kendi başlarına bırakan gevşek bir birlikken sonrasında “refahı paylaştırmaya” soyunan bir sosyalist bürokrasiye dönüşmüştür. Bu arada şunu belirtmeliyiz ki sosyalizmin bürokratik sulta dışında sivil bir şekli henüz icat edilememiştir. Çünkü siz ne zaman insanların gelirlerini ellerinden alıp da dağıtmaya kalkarsanız bunu yapmak için kaçınılmaz olarak büyük bir bürokrasi aygıtına ihtiyaç duyarsınız. İşte AET’nin tahrif edilmiş şekli olan AB de ülkelerin ekonomilerini Euro ile bütünleştirmeye kalktığında, kuruluş amacının aksi istikametinde, sosyalist ev içe kapanmacı bir hal aldı. Nitekim dikkat edilirse AB ülkelerine seyahat çok sıkı vize şartlarına taabidir.

AB’nin öz olarak yanlışlığının yanı sıra üyelerinin göçmenlere, serbest ticarete ve dolaşıma karşı birliğin amaçlarıyla hiç uyuşmayan tavırları, kendi içlerindeki ifade hürriyeti kısıtlamaları şunu göstermektedir ki AB kendi üyeleri için bile ideal bir medeniyet içeriği sunamamaktadır.

Yani AB, Türk adına ve millî egemenliğine düşman her enternasyonalistin sürekli telkin ettiği gibi bir “dünya cenneti” değil.
ABci kampın aşağılık duygusu o kadar derin ki AB’ye alınmak şartlarını yerine getirmenin “demokratikleşme” ve refah anlamına geldiğini söyleyecek kadar idraksizler.

AB’nin bizi içine kabul etmek için öne sürdüğü şartlar her şeyden önce standart şartlar değil. Bu şartlar ne gerçekten demokrasiyle ne de ekonomiyle ilgili.
Kendi içinde Yunanistan gibi bir faciayı besleyen AB’nin, dünyanın 16. Ekonomisi olduğu söylenen Türkiye’ye ekonomi dersi vermesi cidden anlamasız.
Kaldı ki dış ilişkilerimizi üyelik şartlarıyla ilişkilendirmesi de çok tuhaf. Bütün dünya Kıbrıs’ta müdahil olmaya çalışırken Türkiye’nin, Güney Kıbrıs’ın Yunan ordusu ve silahlarıyla donatılmasına sessiz kalmasını çözüm diye sunmak da bizim ABci kampın vatansızlığının bir örneği.


Kendi millî bütünlüklerinden zerre kadar taviz vermeyen İngiltere, Fransa ve ispanya’nın devlet politikalarını normal kabul edip de ülkemizdeki etnik ırkçılığın ve onun şiddet uzantılarının “demokrasi” içine alınmasını istemek herhalde ancak iki yüzlülük olarak vasıflandırılabilir?

ABci kamp kendini bir medeniyet temsilcisi gibi gösterirken, insan ilişkilerinin “kayıt ve şarta” tabi olduğunu, olması gerektiğini, medeniyet denen şeyinde tam bu kayıt ve şart altında ilişki kurmak anlamına geldiğini görmezden geliyor.

Buradaki “kayıt”, sadece bir şeylerin zapta geçirilmesi, belgelendirilmesi demek değildir. Burada, ilişkinin ilgi sınırlamasını anlatmakta kullanılmaktadır.
Gerek fertler gerekse toplumlar her türlü ilişkiyi rızaya dayandırmak isterler. Dolayısıyla rıza ilgisi olmaksızın şartlar ancak dayatmalarla ortaya konabilir. ABci kampın yaptığı da tam bu noktada AB ile ilişkilerde “Medenî AB karşısında terbiye edilecek Türkiye” gibi bir pozisyonu bize kabul ettirmek gayretidir.

Böyle bir durumu kabul etmeyenler de derhal “içe kapanmacı”, “BAASÇI”, “faşist”, “ırkçı”, “darbeci” diye yaftalanıyor.
Bu durumda meselâ; Kıbrıs’tan derhal çekilmeli, Irak Türk’lerinin kaderiyle ilgimiz kesmeli, Karabağ’daki Ermeni işgalini kabullenerek Ermenistan sınırımızı açmalı, Egede’ki Yunan kıta sahanlığı tezini kabul ederek Kuşadası’nda balık avlamaktan vazgeçmeli, boğazları uluslar arası bir yönetimin kontrolüne bırakmalı, etnik ırkçıların, uygun gördükleri yerlerde, ellerinde silahla seyahat hakkımızı engellemelerine izin vermeli ve hatta haritalarda “Ermenistan” ve “Kürdistan” yazılı bölgelerin oluşmasına ses çıkarmamalı ve böylece de “Eşit yurttaşlığa dayalı demokratik cumhuriyeti” tesis etmeliyiz…

Eğer bütün bunları kabul edilemez buluyorsak demek ki ülkemizde darbe yapılmasını, başbakanlarımızın asılmasını, ticaretin ve ifade hürriyetinin kısıtlanmasını arzuluyoruz, öyle mi?

AB’nin kötü örneklerini göstermek bir ispat metodu değildir, kabul.. Çünkü sui misal emsal olmaz. Buna mukabil, AB’nin kötü örnekleri, kuruluşundaki ideallerden nasıl sapıldığını, AB’nin zannedildiği gibi “iyiilği emredici” ve kadir-i mutlak bir “medeniyet tanrısı” olmadığını gösterir ki bu aynı zamanda bizdeki ABci kampın akıldışı taraftarlığının ve tapınmacılığının ispatıdır.

AB’nin değil ama AET’nin kuruluşundaki ilkeler, iktisadın tabiatına uygun ve gelişmeyi teşvik edici ilkelerdir ki bu ilkeler, kalıcı ve sağlıklı bir ekonomik büyümeyi hedefleyen her ülke için geçerlidir. Yani emeğin, sermayenin ve malların serbest dolaşımından herkes kazançlı çıkacaktır. Oysa AB, gerek üye ülkeleri dışa kapatarak gerekse üye ülkelerin kendi ticaret kısıtlamalarına sessiz kalarak tam da bizim ABcilerin bahsettikleri otarşizme yönelmiştir.

Peki böyle bir yapıya karşı olmak, darbeleri arzulamak, meşru hükûmetlerin iş başından silâhla uzaklaştırılmasını istemek demek midir?

Böyle bir mukayesede bulunabilmek için kesinlikle yanlış olan bir yöntemin değillemesinin kesinlikle doğru olan bir yöntem olması beklenir ki darbe karşıtlığının, yani kesin yanlışın değillemesinin AB taraftarlığı olmadığı, AB taraftarlığının yanlışlığı ile gösterilmiştir.

AB üyeliği kayda ve şarta bağlı olarak değerlendirilerek, doğruluğuna veya yanlışlığına bu şekilde karar verilebilir.

AB mutlak doğru olmadığına göre AB’ye kayıtsız şartsız üye olmak diye bir şey de söz konusu olamaz. Dolayısıyla AByi tartışmaya açmak ve reddetmek de darbeciliği kabul etmek anlamına gelmez. Önlerine geleni darbecilikle suçlayan eski solcuların, Merhum Menderes’in ve iki bakanının katliyle neticelenen öğrenci olayları ve basın yalanlarında, 9 Mart cuntasında ve ülkeyi kan gölüne çeviren 12 Eylül öncesi olaylarda nerelerde durduklarına bir bakmalarını şiddetle tavsiye ederim.







Hiç yorum yok: