29 Ağustos 2009 Cumartesi

Uzlaşma İmkânı Üzerine

Uzlaşma söylemi gerçekten moda tabir olarak çok kullanılmaya başlandı. Buna rağmen “uzlaşmanın” felsefesi ve bu felsefeye göre tarafların durumları dikkate alınmaksızın genellikle kavram etnik ayrılıkçılığın meşrulaştırılması için istismar ediliyor.
Uzlaşma, eski tabirle mutabakat, bir konu üzerinde “uygunluk” anlayışlarının tamamen olmasa da asgari şartlarda aynılığının beyanı anlamına geliyor.

Bu da mutabakat masasına oturan fertlerin değerlerinin bir noktada buluşabilmesini gerektiriyor.

Yani değerleri ve bu değerleri ile yürüttükleri yargıları apayrı olan fertlerin veya grupların mutabakata varması mümkün değil!

Ayn Rand bu konuyu gayet güzel özetliyor. “… Aynı tarafta olanların mutabakatı, tarafları zenginleştirir, farklı tarafların mutabakatında taraflardan biri yok olur..” diyor. Buradaki yok oluş, fiziken ortadan kalkmak veya artık kendine ait değerlerinin telaffuz edilememesi, savunulamaması anlamına gelir.

“Taraf” kelimesi de rölativist ve teleolojik Marksist eylemcilikle iyice bayağılaştırılıp sulandırıldığı için artık inanlık dışı bir uzlaşmazlığın veya çatışma arzusunun çağrıştırıcısı haline getirildi.

Ama kaçınamayacağımız bir şekilde değer yargılarımız ve seçimlerimizle “taraflar” meydana getiriyoruz. Bu da kendiliğinden, uzlaşmazlık noktalarımızın meydana geldiğini gösteriyor. Biri doğuya,diğeri kuzeye gitmek isteyen iki kişi, meselâ belki peynir sevmek konusundaki ortak zevkleriyle bir uzlaşmaya varabilirler ama onları ayıran, yolculuklarının istikametine dair seçimleridir. Bu yolculuklarında ulaşmayı arzuladıkları hedeflerin farklılığı da kategorik olarak bir “uzlaşmazlıktır.”

Bu durumda gidilecek hedef konusunda mutabakata varmaları demek, apayrı yönlerden ve hedeflerden biri konusunda ortak fikre varmaları demektir. Eğer taraflar kuvvet kullanmamak kaydıyla ve salt mantıkla ikna yolunu seçerler ise bu mutabakatın sonucunda gidilen hedef iki yerine bire inecek ve taraflardan birinin hedefi benimsenecektir.
Dolayısıyla mutabakat veya uzlaşı için dikkat edilmesi gereken iki şey tarafların yani farklı yol haritaları seçmiş fert veya grupların benimsedikleri ortak değerlerin olup olmamasının yanında, mutabakatın sağlanma şekli konusunda anlaşıp anlaşamadıklarıdır.

Türkiye özelinde düşünecek olursak etnik ayrılıkçıların savundukları değerler ile kurucu çoğunluğumuzun değerleri arasında bir müştereklik olup olmadığına öncelikle bakmalıyız. (Burada bir parantez açarak etnik ayrılıkçıların sürekli hatırlattığı bürokratik eziyet, bu memlekette, bürokrasinin dediğini sorgulayan herkese uygulanmıştır. Bu açıdan, bu muamele ayrımcılık için bir temel teşkil edemez.)
Türkiye’de her ne kadar tek bayrak ve dil konusunda mutabık kaldıklarını iddia etseler de “federasyon” veya tam bağımsızlık söylemleriyle gündem belirlemeye çalışan ve bu yüzden de “ayrılıkçı” olarak nitelenen insanların temel değeri “etnisitedir”… Bu değeri ülkenin kurucu çoğunluğuna da kabul ettirerek haklılık veya meşruiyet kazanmaya çalışmaktadırlar.

Sürekli “Türk etnisitesinden” bahsederek, sosyolojinin bütün doğal farklılıklarını inkâr ederek, büyük , heterojen bir kültürel ve ırkî demografik yapıyı, kendi hallerine indirgemeye çalışmaktadırlar. Dolayısıyla mukayesenin yasasını ihlal etmekte ve bunu bilerek yapmaktadırlar. Nitekim, içinde “Türk” kelimesi geçmeyen bir anayasa konusundaki ısrarları bu çarpıtmanın sonucudur. Kahir ekseriyeti kendini Türk kabul eden bir memlekette Türk realitesini yok sayarak kendi realitelerini dayatmaya çalışmaları her şeyden önce “değerler” konusunda ayrılığın bir delili.

Etnik ayrılıkçılığın meşrulaştırma gerekçeleri olan dil ve ırk ayrılığı, Türk toplumu için bir aynı şekilde birer değer kabul edilmemektedir. Çünkü “Türk” dendiğinde, şimdilerde en yoz ve bayağı şekilde ırkçılıkla ortaya konan ve ayrılıkçılarca benimsenen genetik çeşitlilik zaten bu olgunun içinde kalmaktadır. Etnik ayrılıkçıların ayırıcı birer değer olarak gördükleri ve etnik kelimesiyle ifade ettikleri bu bayağı ırk olgusu bizim için ayırıcı bir değer değildir.
Asırlardır aramızda meydana gelen soy karışması, birleşmesi, kenetlenmesi de bir diğer ayrılıkçı değer olan “dil” ile ilgili her türlü mülahazayı geçersiz kılmaktadır.

Etnik ayrılıkçıların gün geçtikçe daha hırçın hale gelmesinin sebebi “değer” olarak öne sürdükleri şeylerin, bizim için ayırıcı vasfının bulunmamasıdır.
Bürokrasinin herkese çeşitli şekillerde bazen şiddet ile uyguladığı “ayrımcılıkların” bu ayrılıkçı değerlerle doğrudan ilgisi yoktur.

Eğer var ise mutabakata temel tekil edecek “değerler” neler olmalıdır? Bir yanda koskoca bir millî yapı ve bu yapının yanında gayet önemsiz kalan ırkî ve linguistik farklılıklar diğer yanda bürokrasi tarafından herkese bir şekilde uygulanmış “ayrımcılık”.

Burada dil ve ırkı ısrarla benimsemek mutabakat oluşturmaya yetmez. Şeylerin “neliklerinin” farklılığı onların mutlak şekilde ayrı durmaları için yeterli sebep değildir. Kaldı ki burada insan toplumlarından bahsediyorsak bunun sonuçlarını gözetmeksizin konuşmak çok büyük vebal getirir.

Tarafların mutabakat için ortak değeri bürokrasinin vatandaşlara karşı ayırımsızlığı ve hesap verebilirliği olmalıdır. Bunun için de bir tarafın diğerinden ayrılması veya kendi içine kapanması gerekmez. Bunun için tadil edilmesi gereken bir müşterek yapı olduğuna dair önce bir ön mutabakat sağlanmalıdır.
Peki “uzlaşmadan” bahseden etnik ayrılıkçılar bunun için neyi öne sürüyor? Devletin kurucu çoğunluğunun hiç telaffuz edilmediği bir ortamı… Peki modern ve arzu edilir bir demokraside, bu şart kabul edilebilir mi? “ Her vatandaşın temel hakkına tam bir riayet şartıyla, çoğunluğun belirleyici olduğu” bir rejimde çoğunluğun yok sayılması üstelik de bunun “millet “ realitesinde hiç yeri olmayan ırkî ( doğrudan doğruya genetik) farklılıkların varlığına dayandırılmaya çalışılması, bu farklılıkları aşan kültürel benzeşmelerin ve kendiliğinden oluşmuş sosyolojik kimliklenmenin inkâr edilmesi, üzerinde mutabık kalınabilecek değerler midir?

Değerler konusundaki ayrılıktan daha kötüsü, mutabakatın şekli üzerinde… Etnik ayrılıkçılar bir yandan “demokratik” sıfatını ağızlarından düşürmüyorlar ama öbür yandan etnik terörü, stepne olarak kullanmaya devam ediyorlar. Devlet güçlerinin vakt-i zamanında yapmış olabileceği kanunsuzlukların araştırılması ve cezalandırılması her Türk vatandaşının ortak vicdanî endişesidir hiç şüphesiz. Burada aslolan “bizim devletimizi” hukuk içine çekmek, hukukla tahdit etmek, hukukla tadil etmektir.

Bu tip şiddet uygulamaları devlet adına yapıldıklarında gene şüphesiz daha şiddetle cezalandırılmayı hak ederler. Mesele şudur ki bu kanunsuzlukları cezalandıracak olanın da “devlet” denen zor kullanma tekeli olmasıdır. Bu tekel hususunda mutabık kalınmadığında haksızlıkların giderilmesi konusundaki metot ayrılığı ciddi toplumsal çatlaklara yol açabilir.
Eğer her haksızlığa uğrayan eline silâhı alıp kendi hakkını aramaya kalkarsa ortada ne barınmamıza, ne ticaret yapmamıza, ne tahsil terbiye görmemize imkân verecek bir emniyet hali kalır. Bu halin sağlayıcısı devlettir.
Hak kavramını da kolektif bir olguymuş gibi ortaya koyarak insanların “cemaatlerinden” ayrı birer varlık olmasının mümkün olmadığı Marksist kabulünü olmazsa olmaz bir mutabakat maddesi gibi dayatmaktadırlar.
Etnik ayrılıkçılar “haklar” adıyla bu durumu da istismar etmekte, hukukun benimsediği hak arama metotlarını açıkça reddederek devlet dışındaki bir şiddet uygulayıcısına meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadırlar. Bu durum “hak” değeri üzerinde bir başka uzlaşmazlık noktası yarattığı gibi hak arama metodu hakkındaki uzlaşmazlığı kapanmayacak şekle getirmektedir.
Etnik ayrılıkçılar “uzlaşmayı”, kendilerinin sorgulanamaz keyfî arzularının kayıtsız şartsız kabul edilmesi olarak sunmakta ve bunu da borazanlığını yaptıkları teröristlere dayanarak yapmaktalar.

Herhangi bir tartışmayı bu şekilde sürekli güç tehdidine dayanarak sürdürmeye çalışmanın adı “uzlaşma” olamaz. Bu tip bir uzlaşmada, taraflardan diğerinin de aynı “şiddet” seçeneğini kabul etmesi halinde “tartışmaya” esas teşkil eden ilke ve haklar ortadan kalkar ve gerçekten taraflardan biri ortadan kaldırılarak “uzlaşmaya” varılır.

Etnik ayrılıkçıların terimleri bu kadar hoyratça istismar etmelerinin somut sonuçları konusunda ciddi şekilde kafa yormaları gerekiyor. Çünkü en nihayetinde bu “tartışmaların” somut sonuçları konusunda somut davranışlar sergilenecek ve o zaman “çizilen” yol haritasıyla varılacak yer, etnik ayrılıkçıların hiç istemediği hedefler olacaktır.



2 yorum:

selcen dedi ki...

Ağaç ne demiş"Yanarım yanarım ona yanarım,beni kesen baltanın sapı da bendendir."Şiddet yoluyla benimle uzlaşmak isteyen etnik grup üyesini yine anlayabilirim.Ama özbeöz Türk olup da aynı telden çalan hatta sesleri daha gür çıkan zevatı asla affedemem ve günü geldiğinde cezalandırılmalarını zevkle izleyeceğim.Bu kadarı da benim hakkımdır herhalde.Selamlar.

Afşar Çelik dedi ki...

Selcen Hanım, Türk'ün bizatihi varlığı artık tahammül edilemeyen bir realite zaten. Onu da ortadna kaldırıversek dünya cennete dönecek. Gene bekliyorum, aklınıza , elinize sağlık.