9 Şubat 2019 Cumartesi

Laiklik Neden Gerekir?



Şeriatçılığın müdafaası iki ayak üzerine oturtuluyor:
 
Bunlardan birincisi popülist siyasal söylemin dayandığı “İnandığını yaşamak” sloganına dayanıyor.

İkincisi ise  biraz daha az bilinen “ Medeniyet üreten İslâm” söylemine dayanıyor.

İkincisinden başlamakta sakınca görmüyorum. Sık sık kullanıldığı gibi İslâm bir ortak medeniyet üreticisi olduğu algısı maalesef yanlıştır.

Çünkü öncelikle   birbirleriyle  ortaklaştırılan Müslüman toplumların Tanrı telâkkileri  Arap’ların bütün  ırkçı ve baskıcı  egemenliklerine rağmen asla aynılaştırılamamıştır. Bu egemenlik esnasında Araplar yalnızca kendileri kadar geniş bir siyasallaşma imkânına ve ifade aynı zamanda dilsel ifade imkânına sahip olmayan küçük toplumları Araplaştırabilmiştir. Oysa asimile edemedikleri Türk Ulusu için “Allah” bugün dahi Arap’ların Yahudi’ler’den ve Arap’lardan edindikleri, “kahhar”, “müntekim” “oyun kuran” ilahından ayrı bir üstün varlıktır.

Bu genel sebebin hemen arkasından, ilâhını insanlaştıran bir siyasal yapı olarak İslâm’ın, insanlaştırılmış bir (Antropomorfizm) yaratıcı güç adına karar veren insanların yorumlarıyla hükmetmesi olayı gelir.

İşte bu noktada işin merkezine “Tanrı’nın halifelerinin” egemenliği oturur. Böyle bir egemenliğin temelinde de “ölçü” olarak Arap örfü oturtulur.

Buna nasıl hükmedebiliyoruz? İslâm yaygınlaşmağa başladığında toplumsal konularda Kur’anda  pek az hüküm vardır. Bu gün din dediğimiz hükümler içinde “ peygamberin, öğrettiği dine uygun olduğunu düşündüğü Arap örfünün unsurları” bulunduğunu hadis profesyonellerinden öğreniyoruz. İslâm’ın tek Tanrıcılığı’nın dışında hiçbir kurumsal özelliğinin olmaması durumu,   yasama problemini Arap örfünü ikame ederek  aşılmağa çalışılmıştır. Bu noktada “kutsal” Tanrı inancı , “beşeri bir yorumlama  egemenliği” haline getirilmiştir.

Buradaki sorun şudur: Buradaki “beşeri yorum”,  sözde Tanrı kutsallığıyla yetkilendirildiği için başka insanların akıllarının düzelticiliğine kapatılmıştır. Bu noktadan sonra da “din kurumunun” dışında kalan insan eylemlerinin “ Tanrı halifelerinin akılları” dışında  düzenlenmesinin imkânı kalmamıştır.  Belki sözü çok fazla dolandırmış olabiliriz ama “din kurumu” dışında kalan insan eylemlerinin, o eylemlerinin akıllarıyla değil de ancak ve yalnız “Tanrı halifelerinin” akıllarıyla  yönetilebileceği hükmü ile medeniyet  üretme kapasitesi bitmiştir.

Peki “ İslâm medeniyeti” denen şey o halde nasıl meydana gelmiştir?

“İslâm medeniyeti” diye bir şey yoktur. Çünkü birbiriyle benzeşen, mutlu olabilen,  anlaşabilen,  bir ümmet olmadığı gibi ikinci olarak İslâm’a atfedilen bütün medeni etkinlikler aslında “ Tanrı halifelerinin” hükümlerine rağmen geliştirilen ürünlerden ibarettir. Çünkü “medeniyet”, insanın yaratıcı ve varoluşu destekleyici etkinliklerinin ürünlerinden oluşur. Bundan dolayı da  bir siyasal egemenlik kurumu olan dinle ilgili olabildiği gibi bununla ilgisiz de olabilir.

Oysa İslâmcı’ların hepsinin istisnasız dedikleri gibi “İslâm’ın müdahale etmediği herhangi bir nokta yoktur. Ve  Müslüman’lar için “dar-ül İslâm”, dinin, hayatı külliyen düzenleyebildiği ülke demektir.  Bunun anlamı “Tanrı adına hükmeden tanrı halifelerinin hayatın her alanına müdahale edebildiği ülke” demektir.

Dinin özünde medeniyetin unsurlarından hiç birine yer yoktur. Bunun temel sebebi de “adına  egemenlik yetkisinin” kullanılan Tanrı’nın  sözlerini içinde medeniyetin, yani “varoluşu destekleyici etkinliklerin ürünlerin” yer almamasıdır. Dinin temelindeki inanç, Tanrı’nın bölünmezliği ve  bundan çıkarsanan bölünmez ve sürekli bir ahlâk inancıdır. Eğer Tanrı bize bir şeyler söylemişse bu kapsam dışında bir şey söylemiş olması onun kutsallığına ve dokunulmazlığına ve erişilmezliğine aykırı olurdu.

Oysa din, “Cennete kimin gireceğine karar veren insanların egemenliğinden” ibarettir.

Hal böyle olunca da ortaya İbn-i Sina’nın tıbbı ki İbn-i Sina otopsi çalışmalarını, din adamlarının hayatına kast etmeleri tehdidine rağmen yapabilmiştir dinin, bilimi teşvik ediciliğinden dolayı değil- sadece onun kültürel kimliğinin etiketini taşır; mensup olduğu toplumun toplumsal düzeninin etkilerini taşımaz.

İşte dinin medeniyet karşıtı bu “akıl dışı-kutsalcı” doğasından dolayıdır ki bütün mensupları  dinle ilgili çalışmayan bütün bir ulusun toplumsal hayatını ilgilendiren  yasama ürünlerinin, “Tanrı halifelerinin” kısıtlı bilgi ve akıllarının hükümlerine terk edilmesi mümkün olamaz.  Çünkü “Tanrı adına” konuştuğunu iddia edenlerin “Tanrısallığa” ortak olmaları “birlik inancına” açıkça aykırıdr.

 Varlığı doğrudan doğruya “var oluşu destekleyen etkinliklere ve bu etkinliklerin ürünlerine” yani “medeniyete” aykırı olan bir siyasal kurumun hayata müdahalesinin kesin şekilde engellenmesi ihtiyacı, lâikliği doğurmuştur.

İnsan dinle var olmaz ve din için de var olamaz. İnsan yaratışının getirdiği doğal yaratıcılıkla toplumsallaşır.  Eğer varlığımızı sürdürmek istiyorsak varlığımızı destekleyen etkinlikleri yani medeniyeti korumamız icap eder ki bu da ancak  dinin toplumsal düzenleyicilik iddiasının kesinlikle engellenmesini yani lâikliği korumayı gerektirir.


2 yorum:

Derya Talipağaoğlu dedi ki...

Sayın Yazar,'İslamın medeniyet üretme' varsayımından yola çıkarak 'neden laiklik' sorusunu yanıtlamış. İnandığını yaşamak, alanına girmemiş, iyi de yapmış..Malum, günümüzün ön değerli kavramlarından kişisel özgürlükler alanı.Tabii, İslamiyet bir medeniyet yaratamamış noktasında diğer dinler birer medeniyet yaratmış ve-veya yaratmaya devam ediyor mu, sorusunu da daha geniş bir bakış açısıyla ele alırsa, biz okuyucularını sevindirir.
Diğer yandan kişisel görüşüm, kişilerin sadece dini olacağı, kurumların, toplumların ve devletlerin dini olamayacağı yönündedir. Bu noktadan hareketle kişisel yaşam alanına giren dini de açıklamış oluyoruz.Akılınıza sağlık, sayın yazar.

Afşar Çelik dedi ki...

Değerli yazarımız eklsik olmayınız. Güzel bir yorum olmuş. yazının ekonomisi gözetilerek kapsam dar tutuldu.

Dinin anlamı, bağlamı ve kapsamına başka bir yazıda değinelim. Eksik olmayın. Saygılar.