12 Ocak 2017 Perşembe

Dogville


Bana göre bir şaheserdir ve onu sinemada seyretmek onuruna eriştiğim için çok mutluyum.

Gereksiz görsel unsurlardan arındırılmış ve hatta tiyatronun bile dekor fazlalıklarından uzak salt bir insani durum filmidir Dogville.

Oyuncularının kudreti ile film, belki de “oyun” demeliyiz, sizi içinizdeki insanın gelgit sahillerine sürükler ve en sonunda insanın yargıdan kurtulamayacağı fikri ile biter.

Filmin öyküsünün özeti, çaresiz bir genç kadının ücra bir kasabada yaşadıklarıdır.

Öyle ki o ücra kasaba kendi içine kapanmış, kendi halinde masum insanların yaşadığı  tipik bir Amerikan kasabasıdır.

Bu kadar masum bir kasabanın hayatı,  çaresiz, güzel bir yabancının aralarına karışmasıyla bir anda değişir.

O kadın nereden gelmiştir? Kasaba hayatına uyum sağlayabilecek midir? Kasabaya bir maliyet yaratmadan hayatını sürdürebilecek midir?

Bu sorulardan ilki dışındakiler zamanla cevap bulurlar.

Kasabanın hayatının eski düzeninde sorunsuz yaşanmasını bekleriz ama öyle olmaz. Çünkü   özellikle kasabanın erkekleri bu “kökü dışarıda” kadının çaresiz ve kimsesiz olduğunu bir kere fark etmişlerdir. Bunu fark ettikleri anda yabancı ( Nicole Kidman) onlar için sorumsuzca kullanılabilecek bir nesne haline gelir. Erkekler  onu  taciz  eder hatta ona tecavüz bile  ederler.

Kadınlar onu aşağılayıp köleleştirebileceklerini görürler. Bu döngüye çocuklar bile dahil olur.

Demokrasi ve insan hakları bu topraklarda yeşermemiştir. Bu kavramlar “kökleri dışarıda” olan kavramlardır. Ancak ve yalız belli usul kurallarına samimiyetle bağlı kalmayı isteyen toplumlarda hayatta kalabilirler.

Atatürk gerçek bir devrimle Türkiye toprağına  sahiplerinin Türkler olduğunu söyleyerek demokrasi ve insan hakları  kavramlarını dikti. Devrimleriyle o kavramların nasıl yaşatılacağını bize öğretti. O kavramlar yaşadıkça onların uygarlık meyveleriyle daha mutlu ve müreffeh yaşayabilecektik.

Peki ama bu kavramlara neden bağlanmalı ve onları neden yaşatmaya çalışmalıydık?

Atatürk bu kavramları emanet ettiği  milletin Türk Milleti olduğunu, emanetçilerine hatırlattı. Bu adın salt bir kabile adı olmayıp demokrasi ve insan hakları kavramlarının öncüllerini çok çok önceden içinde zaten yaşatmış bir büyük ulusun adı olduğunu bize  hatırlattı.  “Tek iftiharım Türk olarak doğmuş olmamdır!” diyerek bütün kudret ve mevkiinin yalnızca  Türklük’ten kaynaklandığını söyledi.

Sorun şuymuş ki  demokrasi ve insan hakları kavramlarını emanet alan kitlenin onları yaşatmak gibi bir arzusu yokmuş. Böyle bir arzusu olmadığı gibi aynı zamanda  bu kavramları yaşatacak gerçek insani akıl ve vicdandan da  mahrummuş.

Uzatmaya gerek yok. Kurallar çerçevesinde hareket edip de kendi milletine silâh çekmekten kaçınan Türk askerinin gırtlağına sarılan bir kitlenin varlığı bize şunu gösterdi:
 Bu ülkede Türk adının  taşıdığı uygarlık meyveleriyle beslenerek onu yok etmeğe istekli büyük bir yabancı kitle meydana gelmiştir.

Bu kitle bugün Türk adını ve onun uygarlık ağacını kökünden kazıyabileceğine inanan, akıl ve ruh sağlığı şüpheli  bir kitledir. Bu kitle kot kemeriyle, sopalarla tankları durdurabildiğini sanan, kural duvarlarına güvenen insanları sarığıyla, sakalıyla, sopasıyla tehdit edip “yola getirebileceğini” sanan nevrotik daha da kötüsü ahlâk yoksunu
bir kitledir.

Nevroz gerçeklik algsının bozulmasıyla ilgili pek geniş ve genel bir terimdir. Dolaysıyla  tanklara karşı durduğunda tank personelinin cevabını idrak etmekten uzak kendi içine kapanmış ve dünyayı yalnız ve ancak kendisi için yaşayacak kadar egosentrik bir topluluk bu gün başta Türklük olmak üzere onun sahipliğinde yaşatılmış  insan hakları ve demokrasi kavramlarını açıkça iğfal etmektedir.

Filmin sonunu söylemeyeceğim ama efsanevi aktör James Caan’ın efsanevi repliğini tekrarlamadan da duramayacağım: “ Bir köpeği,  doğasına her uyduğunda, başını okşayarak terbiye edemezsin…”


Hiç yorum yok: