Son seçimlerle toplumun daha geniş kesimlerinin meclise
girdiği yönünde bir algı yaratılmaya çalışılıyor. “Artık roman milletvekilimiz
var!” deniyor meselâ. Bir gazete vekilleri “Ezidi”, “ Roman”,”İslâmcı”, “Kürt”
vs diye sınıflandırdı.
Bununla anlatılmak istenen, artık
toplumun her kesiminin rahatlıkla seçme seçilme hakkına sahip olduğu…
İyi de daha önce de böyle değil
miydi?
Daha önce milletvekili seçilmek isteyen birine Kürt olup olmadığı ya da hangi etnik kimliğe sahip olup olmadığı
soruluyor muydu?
Ama aranan tek şart Türk
vatandaşı olmak dolayısıyla Türk Milleti’nin bir mensubu olmaktı.
Bu neden istenir?
Çünkü savaş ilânı gibi çok önemli
kararlara imza atarak egemen ulusun kaderini belirleyen insanların o ulusun
temsilcileri olması gerekir de ondan.
Çünkü TBMM bütün vatanın
kaderinden sorumludur.
Vatanın bütünü ilgilendiren
kararlarda hiç kimse “Ben Türk değilim
ki…” diyerek yan çizemez.
Neden böyle?
Çünkü bu topraklara bir vatan olmak vasfını kazandıran büyük
toplumun adı Türk Ulusudur da ondan.
Çünkü bir ulus içindeki etnik aidiyetlere körleşerek bunları çok daha büyük bir
beraberliğin parçası olarak gören insanlardan oluşur.
Oysa enternasyonalist solun ve enternasyonalist
liberallerin ulus karşıtı koalisyonunda (ki bu onların tarihte eşine az rastlanır bir koalisyonudur ) demokrasi, ulus dışı bir iş olarak ortaya
kondu.
O halde ulus gerçekten var mıdır?
Bu soru demokrasinin kökenini anlamamız açısından hayati önem taşıyor.
Türkiye’deki entermasyonalist kampa göre ulus bir “kurmacadır”, uyduruk bir
şeydir.
Onlara göre “kimlik” her şeydir.
Bu kimlik de aileden edinilen ilk göreneklerle belirlenen ve asla
değiştirilemeyen bir aidiyet duygusundan ibarettir. Dolayısıyla bir insanın
aileden edindiği göreneklerin üstünde ve
soyut değerlerde uzlaşarak edinebileceği bir üst kimlik vs söz konusu olamaz.
Gerçi Marksist okula göre işçiler
kimliklerinin üstünde edinilmiş bir
sınıf kimliğiyle sadece işçi olarak, kimliklerin erişemediği
bir eylem ortaklığı göstermelidir.
Marksistlere göre sınıf gerçektir, çünkü çıkarlar gerçektir. Ayrıca “tarihsel
diyalektiğin” zorunlu yönelimi insanları , bütün kimliklerin ötesinde bir “sınıf
kimliğinde” yaşamaya yöneltmektedir.
Liberal okul bu tip “kimliklenme”
dinamikleriyle ilgilenmemiştir, çünkü liberal okul zaten uluslaşmış, iş bölümünü gerçekleştirmiş,
hukuk devleti idealini ortaya atmış olan
toplumlarda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla meselâ Amerikan “liberalleri”
dahi ulus kimliğinin kökeni konusunda daha fazşa düşünmeye gerek duymamıştır.
Kaldı ki batılı liberaller için
hümanizm, kendi uluslarının iyiliğini düşünmekten başlar.
Türkiye’ye gelince, sosyalist ve
liberal okulların batılı muadilleriyle aynı entelektüel gelişmişlik
seviyesine sahip olduğunu söylememiz zor.
Dolayısıyla bu iki okulun “
görenekli kimliklerin” üstünde ve bunları aşkın olarak geliştirilen bir soyut kimlik gerçeğini anlamlarını
beklememiz zor. İşin içine uluslararası ilişkiler, etki ajanlığı vs girdiğinde
ki artık bunlar aleni olarak ortadadır,
açıkça satılmış olan bu insanların uluslaşmamızı kuvvetlendirecek bir şey
söylemelerini beklemek de imkânsız.
Bir ülkede saf bir etnik ya da
ırksal benzerlik sağlamak çok zordur.
Bunun her ülke için geçerli şartları da olmayabilir. O ülke Japonya gibi bir
ada ülkesi olmalıdır belki? Ama ırksal benzerliğe dayalı bir toplum atık hemen
hemen kalmamıştır.
Buna karşılık ulusal devletler ve uluslar
vardır. Ulus inkâr edilemez, açık bir gerçek olarak karşımızdadır. Bunu nereden
biliyoruz? En başta Jeferson’un ABD anayasası ile ilgili olarak “Bu anayasa ile bir ulus yaratıyoruz!”
sözlerinden modern uluslaşma macerasının gerçekliğini görebiliriz.
Peki o halde “ulus” uydurulmuş,
icat edilmiş bir şey olmuyor mu?
Hayır. Çünkü uluslaşma “birilerini
diğerlerine emrettiği bir beraberlik”
olarak gelişmiyor.
Uluslaşma, kurala dayalı olarak kurulduğu kesin şekilde belirtilmiş bir
devlet çatısı altında, insanların ortak emniyet ve adalet beklentilerinin
güvence altına alınması ile başlıyor ve gelişiyor.
Şüphesiz bu beraberliğin dili,
kültürü vs de o beraberliği, kurala dayalı devlet çatısı ile koruyan eğmen toplumun
dili ve kültürü olarak belirleniyor. Çünkü kural, devlet, adalet, bürokrasi
gibi kavramlardan habersiz topluluklar için var oluşun teminatını sağlayanlar bu teminatı ancak
kendi dilleri ve kültürleri benimsenirse sürdürebiliyorlar. Yani birileri size
altında yağmurdan korunabileceğiniz ve yanınızdakilerle rahatça paylaşacağınız
bir kulübe sunarak bu kulübenin ayakta
kalması için gerekenleri söylediğinde “ ben seni anlamıyorum dilim ayrı!”
diyerek nasıl yan çizemiyorsanız,
devletin korunması için de devleti kuran ve onun varoluş kurallarını
belirleyen topluma saygılı olmanız
gerekiyor.
Görenekli topluluklarımız, büyük toplumlara göre daha küçük ve sınırlı
oluyorlar.
Bir vahşi adada bir kabile çocuğuysanız görünüşleri ve
dilleri birbirine benzeyen, hepsi sizinle akraba insanlarla berabersiniz
demektir.
Bir gün adaya bir gemi yanaşır.
Siz gemiyi daha önce görmemişsinizdir ve onu büyük bir balık sanırsınız. O
balığın içinden daha küçük balıklar çıkar ve onların karınlarından da insana
benzeyen yaratıkların çıktığını görürsünüz.
Bu insansılar birbirlerine
benzemez. En azından sizin kabilenizdeki kadar birbirlerine benzememektedir. Ama hepsi aynı dili konuşarak ellerinde sizi
korkutan büyülü sopalarla adaya girer ve her yeri keşfetmeye çalışır.
Yeni gelenlerin ne yapacaklarını
bilemeyiz ve onlara kefil olmak mecburiyetinde de değiliz.
Ama bir kabile insanıyla gemi
insanının arasındaki toplumsal gelişmişlik farkı daha ilk anda ortaya çıkar.
Kabile insanı için “insan” ancak leoparlara ve
diğer vahşi şeylere karşı beraberce ava çıkılan kabile mensuplarından
ibarettir.
Sonra bir gün kara derili adamla beyaz bir gemi adamının konuştuğunu, şakalaştığını beraber yemek
yediğini görürsünüz.
Görünen o ki gemidekilerin çoğu
beyazdır.
Bir gün ten rengi sizinkine benzeyen bir siyahi gemi adamıyla karşılaşırsınız.
Kendi dilinizde adama hangi kabileden
olduğunu sorarsınız ama adam sizi anlamaz. Hatta sizi bir tehdit olarak bile
görebilir, sonra diğer beyaz adamları yardıma çağırır. Siz neden sizinle
beraber olmak yerine beyaz adamlarla beraber olduğunu anlamaya çalışırsınız,
bulamazsınız.
Ulusal devletler içindeki ulus
altı toplulukların durumu, ıssız adadaki kabilelerin aynısıdır bir farkla:
Issız adadaki kabileler doğal şartlardan dolayı yalıtılmışlardır. Oysa ulusal
devletlerdeki ulus altı topluluklarda kendini dünyadan yalıtma büyük oranda
gönüllüdür.
Ulusal devletlerdeki ulus altı
topluluklar ırksal veya inançsal olarak kendilerini farklı gören azlık
gruplardır.
Bu gruplar ulusal devletin sunduğu
imkânları ( beyaz adamların gemileri, filikaları, tüfekleri gibi…) elde etmeyi isteyen ama
ıssız adadaki kabileler gibi yaşamayı da isteyen içe kapalı toplumsal
yapılardır.
Bir ulusal devlette herkesin,
gemileri ve filikaları yapan, tüfekleri kuşanan tek bir toplumun üyesi olduğu kabulüyle , herkes egemenliğe ortak edilir. Böylece gemideki
siyahi mürettebat da geminin gittiği limanda istediği meyhanede
eğlenebileceğini bilir meselâ.
Ama gemi mürettebatı ilkel
kabileyi kendi içindeki yönetime ve haklara ortak edemez. Çünkü en başta kabilenin geminin veya geminin mensup olduğu
ülkenin yönetimi hakkında bir fikri yoktur.
Diyelim ki kabileden birkaç kişi
gemiye biner ve ana karaya varır. Anakarada
ona yeni kıyafetler verilir ve dil öğrenmesi sağlanır. Böylece yeni
toplumunda kuralları benimsemesi sağlanır. Bir müddet sonra adalı yerli, artık
diğer beyazların rengini göremez hale gelir. Topluma alıştıkça toplumun onu
yaptığı işle ve becerisiyle kabullendiğini görmeye başlar. Böylece aslında
kendisininkiyle kıyaslanamayacak kadar büyük ve karmaşık başka bir “kabileye”
girdiğini anlar.
Fakat bu “kabilede” işler kendi
kabilesinde olduğu kadar basit değildir.
Bu “kabilede” kendi kabilesinde
olmayan pek çok sembol ve çok daha
ayrıntılı, yazılı bir tarih vardır.
(Devam edecek...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder