16 Haziran 2010 Çarşamba

Niçin Yaşarız Niçin Ölürüz?



Etnik Terörle Mücadelede Anlam Tartışması

İnsan çevresini, yalnızca bir hayat alanı olarak kullanmayan, ona geçmişiyle, ailesiyle, eserleriyle vs. anlamlandıran tek canlı cinsidir.


Bu açıdan diğer canlılarla paylaştığımız bütün özelliklerin, unsurların bizim için ayırıcı anlamları vardır. Bir çakal öldüğünde yalnızca tabiatın onunla ilgilenen üyeleri için bir fayda teşkil eder. Bunun ötesinde hiçbir çakal sürüsü ölen üyesi için anıt dikmez, yıl dönümü düzenlemez…
Bu açıdan her canlıyı ilgilendiren ölüm, insanın kendi anlamını idrak etme gayreti içinde önemli bir yer tutar.


Ölüm her kültürde farklı sembollerle ifade edilse de hayatla ilgisi genellikle hep aynı şekilde benimsenir. Ailemizden başlayarak türdeşlerimizi, dolayısıyla neslimizi korumaya yönelik olarak gerektiğinde ölmek takdir edilen bir davranıştır.


Şüphesiz ölümün bu yönü çok kereler insanlığın iktidarlarınca istismar edilmiştir ama bu gene de bu davranışın bir değer olduğu gerçeğini değiştirmez.


Bu durumda şu soru aklımıza gelebilir ve gelmelidir: “Bu söylenenler savaşları çıkaran bütün mütecavizlerin ortak retoriği, olduğuna göre geriye ölümü savunabileceğimiz bir şey kalıyor mu?”


Bu soru, cevabı verilmeksizin ve üzerinde düşünülmeksizin Marksist anarşistler, enternasyonalist sosyalistler ve liberaller gibi gruplarca sıkça sorulur.
O halde soruyu cevaplamalıyız.



Söylenenlerin doğru olması, bu değerleri istismar edenlerin davranışından bağımsızdır. Bir kişi kendi değerleri adına savaş başlattığında, değerler adına savaşmanın yanlışlığı ortaya çıkmaz, uğruna savaş çıkarılan değerlerin meşruiyet problemi ortaya çıkar.
Burada tartışmayı ve akıl yürütmeyi engelleyen en büyük unsur marksizmin akıl yürütmeyi sakatlayan diyalektik hokkabazlığı ve göreceli ahlâkıdır. Bu ikisi bize mantıkî doğrunun ve ahlâkî yargının var olmadığını dayatır.


Bu açıdan, etnik terör örgütlerinin marksizmden beslenmesi tesadüf olmasa gerek.
Ülkemizi otuz yıla yakındır meşgul eden etnik terör örgütü de zaten diğer Marksist terör örgütleriyle işbirliği halindedir.


Bu Marksist örgütler, “halkların kardeşliği” sloganıyla her etnik grubun kendine ait bir bağımsız bölgede egemenliği tezini savunmaktadırlar.


“Kardeşlik”, “eşitlik” “barış” gibi kelimelerin saptırılmış değerler haline getirilmesi, anlamlarının çarpıtılmasıyla da eylemlerine anlam, meşruiyet ve değer kazandıracaklarını düşünmektedirler.
O halde etnik terörün amaçlarının, sahip olduğu “değerlerin” meşruiyeti ve geçerliliği açıkça tartışılmalıdır.


Ama bundan önce Türk millî devletinin geçerliliği ve meşruiyeti gösterilmelidir.
Türk Milleti, oluşumu hukuk birliğine dayalı büyük bir kavimler cem’idir, birleşmesidir, halitasıdır. Bu birlik büyük bir soyut değerler birliği olmak hasebiyle, her türlü kan, aşiret, kabile, etnisite ilişkilerinin ötesindedir.


Türk Milleti’nin bu soyut temelleri ile etnik terörün savunduğu “değerler” mukayese edilemez.
Çünkü etnik terör, somut kan bağları ve lisanî farklılığın, kesin şekilde milleti oluşturan soyut değerlerden koparılmasını istemektedir.


Türk Milleti’nin millî devletini oluşturan, milletin temelindeki hukuk birliği ve büyük kültürel benzeşmenin kendiliğindenliği, doğallığı ve tarihi derinliği ile etnik terörün değerleri aynı ahlâkî kefeye konamaz.


Çünkü etnik terör savunduğu “hak” söyleminin temeline somut ırkî ve lisanî farklılığı koymakta, bu farklılığın gözetilmesinin hukuk birliğinin gözetilmesinden öneli olduğunu söylemektedir. Federasyon, konfederasyon tezlerinin hepsi bu temele dayanmaktadır.


Kürt kardeşlerimizin lisanî farklılığa rağmen ırkî farklılığı aşan bir benzeşme sürecine girmiş olmasına, Türk milletleşmesinin bir parçası olmaya başlamasının doğal ve ahlâkî yönüne bu yüzden karşı çıkmaktadır.


Peki Kürt kardeşlerimizin lisanî farklılıklarına rağmen, uzlaşmaz bir kültürel fark taşımamaları, yoğun evlilik bağları kurmaları yoluyla kabile bağlarının ötesine geçmeleri, zaten milletleşme sürecinin ta kendisidir.


Türk devletinin varlık sebebi de bu sürecin korunmasıdır. Dolayısıyla bu sürecin kendiliğinden sürmesi için toplumsal barışın sağlanması ve sürdürülmesi için Türk devletinin zor kullanma tekeli meşru bir kurumdur.


Etnik terörün “değerleri” ise bu kendiliğinden bütünleşme ve kaynaşmayı bölmeye, yok etmeye yönelik amaç güdülü bir ahlâkın, sınır tanımazlığını kutsamaktan ibarettir.
Bu durumda şu soru sorulmalıdır: “insan ölümleri arasında hiçbir fark gözetmemek mümkün müdür?”


Hayır, mümkün değildir.


Çünkü bir toplumun, hukuk birliği içinde doğal benzeşmesinin sürdürülmesi ideali ile ırkî farka dayalı etnik bağımsızlık fikrinin ahlâkî ve hukukî farklılığı inkâr edilemez.


Bunlardan birincisi, etnik, kavmî, ırkî mülâhazalardan bağımsız soyut bir milletleşme sürecinin doğal sonucu iken ve bütün dayanağı da herkes için her zaman geçerli kuralların uygulanmasıdır. İkincisi belli bir ırka mensup kabilelerin, aşiretlerin, “saf” ve arındırılmış otarşik egemenlik alanını kurmak amacına dayanmaktadır.


Burada ırkî farklılığın sürekli vurgulanması, kurulması düşünülen devletin bu temele dayandırılması açıkça ırkçılıktır. Ayrıca milletleşmenin soyut sürecine karşı çıkıp da hiç karışmayan ve “saf kalması istenen” bir topluluğun egemenliğinden bahsetmek kendiliğinden faşizmden bahsetmek demektir. Çünkü böyle bir egemenlik alanında, egemenlik soyut kurallara değil kabilenin ırksal saflığına dayandırılacaktır. Böyle bir devletin “hukuk devleti” olması mümkün müdür?


Bu durumda Türk devletinin bekası için ölmekle, etnik terörün amaçları uğrunda ölmek, bambaşka anlam dağarcıklarına göre ölmek demektir.
Öyleyse her ölüm bir, anlamlı, ve meşru değildir!


Eşkıyanın ölümü ile askerin ölümünü bir tutamayız!


“Ölümler bitsin!” diyerek Türk askerinin mücadelesine karşı çıkmak bu yüzden iki yüzlülüktür, ahlâksızlıktır. Bu tutum, ırkçı etnikçilikle, hukuka dayalı milletleşme sürecinin ahlâkî farklılığını gözetmemek demektir.
Eşkıya ile meşru emniyet tekelini bir tutmak, kabadayılıkla, katliamla, hakkı ve meşruiyeti bir tutmak demektir .


Bu aynen 2. Dünya Savaşı’nda, Hitler’in SS kıtalarıyla müttefik kuvvetlerini bir tutmaya benzer. İkisi de kendi “değerleri” için savaştılar ama bu onların değerlerinin meşruiyetini yargılamamıza engel olmadı.



Etnik ırkçıların yaşadıkları şey, derin bir ahlâk ve anlam yoksunluğudur. Bütün varlıkları, anlamları, değerleri, aşiretlerinin mal varlığından ve akrabalık ilişkilerinden ibaret olan etnik ırkçıların, milleti oluşturan değerler bütünün anlamasını bekleyemeyiz.

Bu yüzden de gayrimeşru ve ahlâkdışı bir amaç için meşru hukuk birliğine silâh çekenlerin ölümleri ahlâken hiçbir değer taşımaz. Bundan dolayı da hiçbir meşruiyet gerekçesi teşkil etmezler. Gayrimeşru amaçların piyonlarıyla uzlaşmanın da adına bu yüzden “barış” denemez.
“Barış” meşru bir emniyet sağlayıcının koruduğu hukuk birliğinin sürdürülmesinin adıdır.


Bu birliğin sürdürülmesi için ölmekle, eşkıya ölümlerini bir tutmak, gözetildiği iddia edilen bütün insani kurumların ve ahlâk normlarının inkâr edilmesi demektir. Umulur ki bu ahlâkî yüzlülüğü besleyen etnik terör en kısa zamanda ortadan kaldırılır ve artık tartışmalarımızın üzerindeki etnik ırkçı şiddet tehdidinden kurtuluruz.









Hiç yorum yok: