7 Haziran 2010 Pazartesi

Etnik Terör Tartışmalarında Usule Bakış


Ülkemizde otuz yıla yaklaşan etnik terör kaynaklı soruna dair etnik ırkçıların belli başlı birkaç fikri var.


Bunlardan biri terör örgütünün ve onun liderinin “muhatap” kabul edilmesi. Buna dayanak olarak da “silâhla çözüm bulunamaması”…

İkincisi de terör örgütünün Kürt topluluğunun meşru müdafaa gücü sayılması.

Üçüncüsü kendi kararlarını kendi verecek bir etnik yasama organının tanınması.


Türk solunun gerek Marksist hukuk yoksunluğundan gerekse millet düşmanı enternasyonalist yapısından dolayı tartışmaların bu argümanları üzerinde bir çözüm sunamadığını zaten biliyoruz.
“Sağ” sayılan siyasal dincilerimizin bütün ilgileri, milliyetten arındırılmış bir dinî coğrafya oluşturmak olduğundan bu söylemleri hiç umursamıyorlar.
İşin en vahim tarafı ise liberallerimizin bu söylemleri hukukun ve siyasî liberalizmin ilkelerine göre eleştirmektense adeta Marksist bir romantizmle millet ve milliyet karşısı olmak gayretiyle sineye çekebilmeleri.


Birinci fikirde söylenen temel şey bunca zamandır silahlı kuvvetlerimiz terörü bitiremediğine göre terörün artık terör değil de meşru bir müdafaa gücü sayılması ve dediklerinin, taleplerinin müzakereye açılmasıdır.


Bu fikrin sakat ve safsata tarafı şudur ki bir devletin hukuk birliğine yönelmiş bütün silâhlı saldırılar “düşman” tarafından yapılır ve tam bir yenilgiye uğramaksızın düşmanla müzakereye gidilmez. Türkiye Cumhuriyeti teröre yenilmemiştir ve ortada ilân edilmiş resmî bir savaş da yoktur. Bundan dolayı da terör örgütü üyeleri bizim hukukumuzdan yararlanamaz. Dolayısıyla terör örgütüyle bir müzakereye gitmek zaten en başta imkânsızdır.

Etnik ırkçı örgütün şiddeti sonlandırılmadığı için müzakereye çağırmak, bu işin zaten ancak silâahla çözülebileceğini en başta kabul etmektir ki bu söylemi savunanların herhangi bir yargılanma hakkının da zımnen ortadan kalktığını belirtmeliyiz. Bu şekilde “yenilmemiş şiddet”, “yenilmemiş terör” dayanağı ile konuşanlar eğer doğrudan çatışmaya girmiyorlarsa vatandaşlık haklarından mahrum edilmeli, çatışma esnasında da doğrudan itlaf edilmelidir. Çünkü sürekli sorunu bir şiddet ve “savaş” şeklinde sunmakta ısrar etmektedirler.


Düşmanın önderi de müzakereye muhatap değildir çünkü bizim haklarımızı yok etmeye girişmiş bir insanın bizim değerlerimizi tartışması düşünülemez. Etnik ırkçı örgütün lideri vatana ihaneti mahkemede iki defa tespit edilmiş bir katil ve mütecavizdir ve dolayısıyla vatandaşlığın ifade hürriyeti hakkından da mahrum edilmiştir. Dolayısıyla zaten mahkemece görüşlerinin değersizliği tespit edilmiş, değersiz bir insanın muhatap kabul edilmesi en başta kendi yargımızı yani millet adına nihaî kararları veren, hakimiyetimizin temel organlarından birini inkâr etmemiz anlamına gelir.


Eğer kendi hâkimiyetimizi inkâr ederek “çözüme” varıyor isek o zaman gerçekten çözüme ulaşmış sayılamayız. İkinci Dünya Savaşı, ancak mütecavizler yenildikten sonra bitmiştir ve bu her zaman böyledir. Mütecaviz engellenmedikçe veya yok edilmedikçe müzakere başlamaz, söz başlamaz. Bu hakkın korunması için gereklidir ve dünyada bütün devletlerin de temel varoluş amacı hukuk birliğini temin etmektir. Bu amaca aykırı hiçbir görüş “görüş” sayılamaz. Aksi takdirde gücü gücü yetene vahşetine kapı açarız.


İkinci argüman terör örgütünün Kürt kardeşlerimizin meşru müdafaa gücü sayılması talebidir. Bu durumda ülkemizin sınırlarını koruyan silâhlı güçlerimizin emniyet sağlayıcı tekelini inkâr etmemiz gerekecektir ki bu da millî egemenliğin reddi anlamına gelir. Özellikle bu fikre karşı, Nozick okumuş liberallerimizin sessiz kalmaları ciddi bir ahlâkî yoksunluktur. Bir vatanda ancak tek bir ordu vardır ve o da o toprakların egemen millî çoğunluğunun adını taşıyan ordudur. Bir ülkede devletin vatandaşına karşı giriştiği bazı ölçüsüz hareketlerin her cevabı silâhla verilemez. Bu açıdan etnik ırkçıların bir yandan Türk ordusunu düşman kabul ederek bir yandan “çatışmasızlığı” telâffuz etmesi ikiyüzlülüktür. Çünkü mevcut çatışmada “düşman” olan, gayrimeşru olan zaten etnik ırkçı örgüt PPK’dır. En nihayet, "Kürt" tarafı lisanî farklılık dışında toplumun geri kalanından ayırt edilebilecek , uzlaşmaz bir fark sergileyen bir taraf değildir ve Türk uluslaşmasının "gecikmiş" bir parçasıdır. Bu açıdan şu andan sonra onları koruyacak Türk Ordusu'ndan başka bir silâhlı güçten bahsetmek ham ırkçılık ve ahlâksızlıktır.
Etnik terör sorununda iş dönüp dolaşıp “Türk” adından derece derece ayrılacak bir etnik yasama organına gelmekte…


Bu hem bu ülkenin kurucu millî unsurunun soyut ve kapsayıcı kimliğini inkâr ederek ırka dayalı olması sebebiyle hem de Türk millî egemenliğini inkâr ederek meşruiyetini kaybetmiş bir fikirdir. Böyle bir fikir tartışılamaz ve hele de kabul edilemez. Hele sırf terörün şiddeti tamamen bitirilemedi diye asla kabul edilemez.

“Çözüm” denen şey, tarafların meşruiyet sınırlarına uyarak yürüttükleri müzakerelerin sonucunda ortaya çıkar. Eğer taraflardan biri meşruiyet sınırlarına uymayı reddediyorsa önce o zorla bu sınırların içine çekilir. Devlet zaten bu noktada zor kullanmakla görevli bir emniyet sağlayıcı tekeldir.


Yoksa bir katilin, mütecavizin, gırtlağınıza dayadığı bıçakla sizi tehdit ederek size yaptıracağı şeyler “çözüm” olamaz.


Etnik ırkçılar, sanırım özellikle Marksist ideolojik alt yapıları ile hukukla yakın ilgili normatif ahlâkı bir “burjuva üst yapı kurumu” olarak görmekten ve teleolojik ahlâklarından dolayı, çözümden bahsederken yalnız ve ancak kendi isteklerinin tatmin edilmesini anlamakta ve bizim de böyle anlamamızı istemektedirler.

Eğer ortada bir savaş varsa ve şiddetin kronikleşmesi söz konusuysa çözüm şiddete teslim olmak değil, şiddetin fiilî ve dolaylı bütün unsurlarının yok edilmesidir.


Belki etnik ırkçılar ülkemizde hırsızlık vakaları bitirilemediği için hırsızlarla da uzlaşmamızı önerirler? Ne dersiniz?

Hiç yorum yok: