30 Mayıs 2010 Pazar

Mustafa Erdoğan’ın Yeni Anayasa Önerisinin Eleştirisi




Aşağıdaki yazı, anayasa hukukçusu bir yazarın, sözde liberal ilkelere göre önerdiği anayasanın ilkelerinin eleştirisidir.


Yazının altında ne zaman ve nerede sunulduğu belirtilmiştir.

Yazıda yazardan aktarılan cümleler italik karakterle gösterilmiştir.


Türkiye’nin demokratik inisiyatifle yapılacak yeni bir anayasaya acilen ihtiyacı var. Sivil-demokratik yöntemle yapılacak böyle bir anayasa Türkiye toplumunun devleti yeniden kurmak üzere kaderini kendi ellerine aldığının bir göstergesi olacaktır. Bu aynı zamanda toplum üzerindeki devletçi-bürokratik vesayetin reddedilmesi anlamına gelecektir.

Giriş kısmında ifade edilen Türkiye toplumu “millet” gerçekliğinden kaçınmak gayretinin bir ifadesidir. Erdoğan daha girişte Türkiye’de çoğunluğu teşkil eden, devlete adını veren, dilini Anadolu’da egemen kılmış, kültürel ağırlık merkezi olan Türk Milleti’ni zımnen reddederek demokrasi tesis etmek istemektedir. Giriş paragrafında bürokratik vesayetin eleştirilmesindeki doğruluk, millet realitesinin reddi için de kullanılmak istenmektedir.
Yeni anayasanın başlıca hedefleri ise özgürlük, adalet ve refah olmalıdır. Bunun için anayasanın insan haklarını ve hukuk devleti güvencelerini tesis etmesi ve serbest piyasa ekonomisinin normatif temellerini sağlaması gerekir. Adaletin tesisi için ayrıca devletin ideolojiden arındırılması da şarttır. Bunlar aynı zamanda yurttaşların, onların demokratik temsilcilerinin ve sivil örgütlerin kamusal meseleleri özgürce tartışabilmeleri için de zorunludur.

Özgürlük, adalet ve refahı gözeten bir bakış açısının ideolojiden arındırılmış olması mümkün değildir. Serbest piyasa ekonomisinin normatif ilkelerinden bahsetmek zaten devletin serbest piyasadan yana taraf olması anlamına gelir ki bu da devletin liberal demokrat bir çizgide teşkilatlanmasını istemek demektir ki bu durumda devlet ideolojiden arındırılmış olamaz. Bir liberal demokratik düzenin diğer ideolojik düzenlerden farkı, benimsenen ideolojinin, devletin hukukla sınırlandırılmasını esas almasındadır.

2. İdeolojik Tarafsızlık


Yeni anayasa her şeyden önce ideolojik bakımdan tarafsız olmalıdır. Çünkü, devlet ideolojisinin varlığı özgürlükle de adaletle de bağdaşmaz, bu ancak totaliter devletlere yakışan bir durumdur. Bir resmi ideolojinin olduğu yerde kamu meseleleri özgürce tartışılamaz; toplumun içindeki farklı dünya görüşü, ideoloji ve hayat tarzlarına sahip gruplar karşısında devlet tarafsız olamaz. Devlet ideolojisine yakın duranlar diğerleri karşısında daima avantajlı olur. Ayrıca, resmi ideoloji kurulu düzeni demokratik değişim talepleri karşısında tahkim etmeye yarar; demokrasi karşısında bürokrasiyi hakim kılar. Resmi ideoloji hukuku yozlaştırır, onu hakların güvencesi olmaktan çıkarır, mahkemeleri kurulu düzenin değişmezliğinin garantileri haline getirir. Mahkemelerin ideolojik davrandığı yerde ise hak-hukuk ve adaletten eser kalmaz; tam aksine, hukuk bir baskı ve sindirme aracı haline gelir.Ancak, tarafsızlık anayasanın hiçbir normatif tercihi içermeyeceği anlamına gelmez. Hür bir toplumun anayasası elbette herkes için hürriyet ve adaleti, herkesin kamusal meselelerde eşit söz hakkını güvence altına almak zorundadır. Başka bir ifadeyle, özgürlük, insan hakları, hukuk devleti, adalet ve barışı anayasayla güvence altına almak tarafsızlığa aykırı değildir. Çünkü bunlar, hangi dünya görüşü ve ideolojiye mensup olursak olalım, hepimizin kendimizi gerçekleştirmek, hayatı kendi iyi anlayışlarımıza göre yaşamak ve barış içinde bir arada var olabilmek için ihtiyacımız olan çerçeve değerlerdir. Tarafsızlığa aykırı olan, böyle genel ve soyut bir ortak varoluş çerçevesi kurmak değil, anayasa ve kanunlarla belli bir ideoloji veya hayat tarzını kayırmak yahut ayrıcalıklı hale getirmektir.

Erdoğan ideolojik tarafsızlığın normatif olmamak anlamına gelmediğini söyleyerek zaten bu paragrafta liberal demokrasinin genel ilkelerinden yana olmanın imkânını hazırlamaktadır. Burada söz konusu edilmeyen, ifadeleri belirsiz ve neredeyse eyyamcı kılan tarafsızlık anlayışı, mesela devletin etnik temelde ayrışmasını savunmanın ve bu yolda şiddeti özendirmenin, toplumu din temelinde ayrıştırmak isteyenlerin beyanlarının, şiddeti açıkça övmenin, terör örgütlerine açıkça taraftar olmanın ifade hürriyeti içinde nereye konacağının belirtilmemiş olmasıdır.


Tarafsızlık her ifadeye karşı gösterilebilir mi? Bu paragraf hiçbir pratik sonuca atıfta bulunmayan ve usul konusunda hiçbir ipucu da vermeyen bir paragraftır.


3. Kültürel Çeşitliliğin Tanınması


Ulus-devletlerin temel ideolojisi olan milliyetçilik başlangıçta halkların yabancı boyunduruğundan kurtulmalarını ve kendi kaderlerini tayin etmelerini teşvik eden siyasi bir dinamik iken, adına hareket ettiği ulusun devletini bir kere kurup da yerleştirince, bu sefer “ulus”u tahkim etmek üzere toplumu homojenleştirme amacına yöneldi. Böylece etnik bir-örneklik ulus-devletlerin karaktersitik vasfı haline geldi. Oysa, hiçbir yerde toplum homojen değildir; günümüzde her toplum kendi içinde etnik, kültürel ve dini bakımlardan farklı grup veya toplulukları barındırır. Bu durum elbette Türkiye için de böyledir. Yaklaşık bir asırlık resmi tez bizi aksine inandırmaya çalıştıysa da, bugün kültürel çeşitliliğin Türkiye toplumunun da tanımlayıcı bir özelliği olduğu artık saklanamaz hale gelmiştir.

Yazar bu paragrafta milletin ne olduğuna dair hiçbir fikrinin olmadığını açıkça göstermektedir. Amerikan, Fransız ve İngiliz uluslaşmalarında hukuk birilği gibi bir etkenden haberdar olmayan yazar, tamamen Marksist/kolektivist argümanlarla “ulus” gibi heterojen bir insan alt yapısına dayanan soyut bir kavramı, kan bağına dayalı, kabile , kavim gibi yapılardan biri sayacak kadar bilgisizdir. Uluslaşma hakkında bir bilgisi olsaydı, dünya üzerindeki ulusların, çoktan ırkî homojenite endişesini aşmış, ortak bir hukuk çatısı altında, ağırlık merkezi bir kültür etrafında kendiliğinden benzeşmiş kavimler birliklerinden ibaret olduklarını da bilirdi. Erdoğan’ın ulus hakkındaki malumatı ve paradigması tamamen kolektivist “halklar söylemine” ve Hobsbaum’a dayanmaktadır. Bir liberalin iktisatta liberal çizgiyi takip edip sosyolojide Marksist argümanlara yaslanması sanırım tam da Türkiye’ye özgü yarı okumuşluğun bir örneğidir.

Türkiye’de zaten etnik ırkçılar dışında hiç kimse milletin/ulusun ırkî homojeniteye dayandığını söylememektedir. Dolayısıyla homojenite millî devleti savunanların değil, toplumu kendileri gibi homojen etnik gruplara ayrıştırmak isteyen ırkçı ayrılıkçıların kaygısıdır.


Hür bir toplumun anayasası toplumun çoğulculuğunu tanıyan bir anayasadır. Toplumsal gerçekliğin red ve inkârına dayanan bir anayasa ve hukuk sistemi kaçınılmaz olarak özgürlüğü de boğar. Çoğulculuğun unsurlarının özgür olmadığı yerde toplumsal barış da mümkün değildir. Kaldı ki, kültürel çeşitliliği tanımak sadece maddi bir zorunluluk da değildir, ahlâki olarak da buna mecburuz. Çünkü, hiçbir dünya görüşü veya kültür başkalarına üstünlük iddiasında bulunacak durumda değildir. İnsanlar farklı kültürlerden birçok şey öğrenebilirler; en başta da, hayatın kendi aşina olduğumuzdan farklı bir şekilde anlamlı olarak yaşanabileceğini öğrenebiliriz. Onun için, özgürlük ve barışı önemseyen bir anayasanın kültürel farklılıkları tanıması ve saygı göstermesi, onların kendini geliştirmesinin önündeki keyfi engelleri kaldırması gerekir.

Hür bir toplumun anayasasından bahsederken yazarın örnek gösterdiği bir anayasa olup olmadığı paragrafta belirtilmemiştir. Bu paragrafta zımnen ifade edilen şey toplumun, hiçbir kültürel ağırlık merkezi taşımayan bir cemaatler yığını olduğudur. Kaldı ki toplumun, etrafında bütünleştiği büyük kültür yazılı kanunlarda da açıkça belirtilmeyebilir. Buna rağmen bu kültürün meydana getirdiği hayat tarzı, herhangi bir kanun metninde yazılsa da yazılmasa da ilgili devletin her türlü saldırıya kadar korumakla görevlendirildiği bir değerdir. ABD’de istediğiniz şekilde yaşarsınız ama asla istediğiniz gibi yaşamanıza izin veren Anglosakson tarzını değiştirmek veya bundan bağımsız bir özerk alan meydana getirmek için devleti zorlayamaz hele de bunun için şiddete başvuramazsınız. Keza liberalizmin ana vatanı İngiltere’de de bir sih olarak türbanınızla polislik yapabilir ama İngiliz kanunlarını veya hayat tarzını sığır eti yemeyen azlıklara göre değiştiremezsiniz. Bir ülkede hayat tarzlarının yaşanmasına izin vermek her hayat tarzının kanunla anılması ve dayatılması anlamına gelmez. Hele her hayat tarzının anayasada anılarak güvence altına alınacağının sanılması, negatif hakları gözettiğini iddia eden bir liberal için neredeyse cehaletle malul bir ifadedir.

Kültürel çeşitliliğin tanınması, toplumu biçimlendiren egemen bir kültürün varlığının anayasada inkârı anlamına geliyorsa, o zaman söylenen şey, azlıklar vasıtasıyla çoğunluğun yasal inkârı anlamına gelir. Bu paragrafta da kültürel çoğulculuğun pratik anlamına dair hiçbir ipucu verilmemiştir. Bunun pratik sonucu etnik temelli ayrışma ve siyasi bölünme olacaksa, yazar gene aynı yuvarlak ve belirsiz ifadeleri sarf edebilecek midir?


4. Doğal Haklar ve Özgürlük Karinesi


Yeni anayasanın insan haklarını doğal haklar olarak tesis etmesi gerekir. Bu, kişilerin bu haklara anayasada tanındıkları için değil, doğal haklar olarak doğuştan sahip oldukları anlamına gelir. Başka bir anlatımla, özgür bir toplumun anayasası insan haklarını tanımazlık edemez. Ama mesele insan haklarını şeklen tanımaktan ibaret değildir; önemli olan, anayasanın öngördüğü insan hakları rejiminin tümüyle doğal haklar anlayışına uygun olmasıdır. Bunun da bazı standartları vardır.Birincisi, anayasanın tanıdığı temel haklar listesinin insan haklarını tüketmediğinin kabul edilmesidir. Yani, insan haklarımız anayasada yazılanlardan ibaret değildir.İkincisi, temel hakların sınırlanmasında özgürlük karinesinin esas alınmasıdır. Buna göre, kişiler için özgürlük esas kısıtlama istisnadır. Bunun pratik anlamı, son derece hayati veya mübrem nedenler olmadıkça, temel hakları sınırlamaktan kaçınmak gerektiğidir. Buna bağlı olarak, kanuni sınırlama nedenleri hem mümkün olduğunca dar tutulmalı, hem de bu nedenler yorum yoluyla keyfi olarak genişletilmemelidir. Bu açıdan bakıldığında, tipik sınırlama nedeni başkalarının haklarına zarar verilmesi durumudur. Bunun dışındaki sınırlama nedenleri mutlaka “barış içinde bir toplumsal varoluş” amacıyla ilişkili olmak zorundadır. Başka kişi veya grupları özel olarak yararlandırmak için bazı kişilerin temel haklarına sınırlama getirmek bu amaca aykırıdır.

Buradaki ifadeler, liberal külliyatı azıcık karıştırmış herkesin zaten bildiği temel esaslardır. Kaldı ki buradaki ifadeler sadece anaysa için değil, yasama organının bütün tasarrufları için geçerli sınırlamalardır.



5. Özgürlükçü Lâiklik


Tarihsel olarak lâikliğin doğuş nedeni, devletin topluma bir din dayatmasını önlemek, böylece toplumu din temelli devlet baskısından korumaktır. Başka bir anlatımla, lâiklik toplumu hem devlet baskısından hem de dinsel baskıdan özgürleştirir. Lâikliğin esas olarak özgürleştirici bir ilke olmasının anlamı burada saklıdır. Mamafih, “dinsel baskıdan özgürleşme”yi dinden özgürleşmekle karıştırmamak gerekir. Lâîkliğin amacı toplumu dine dayalı bir devletten gelecek baskıdan özgürleştirmektir, dinden özgürleştirmek değil. Özgür bir toplumda dinden özgürleşme bazı kişi veya grupların amacı olabilir, ama devletin amacı olamaz. Çünkü, toplumu dinden korumak isteyen bir devletin de, aynen din devleti gibi, baskıcı olması kaçınılmazdır. Oysa, lâik devlet diğer özgürlükler yanında din özgürlüğünü de garanti eden devlettir.Öte yandan, özgürleştirici lâiklik aynı zamanda toplumsal barışın da temelidir. Çünkü, lâik bir devlette din, mezhep veya din yorumları bakımından var olan farklılıklar devlet için olduğu kadar kişi ve gruplar için de zora başvurma nedeni olamaz. Lâiklik dini ve ahlâki meselelerdeki vicdani kanaatler söz konusu olduğunda karar yetkisini ilgili kişi ve gruplara bırakır; bu alana devletin olduğu gibi başka iradelerin de karışmasına izin vermez. Böylece, lâiklik bir toplum içindeki farklılıkların barışçı bir şekilde bir arada var olmasına hizmet eder.Türkiye’nin resmi lâiklik anlayışı bu esaslarla birçok bakımdan uyuşmamaktadır. Türkiye’de devlet her ne kadar doğrudan doğruya belli bir dini topluma empoze etmiyorsa da, bu alanı tamamen inananların yetkisine terk etmiş de değildir. Bir kere, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla devlet Sünni İslâmı düzenlemekte ve yorumlamaktadır. Bu ise hem bu inanca mensup vatandaşların din özgürlüğüne bir müdahale teşkil etmekte, hem de bu inançtan olmayan vatandaşlara karşı bir ayrımcılık oluşturmaktadır. Ayrıca, devlet hiçbir dini inancın mensuplarının kendi inançlarını sivil alanda serbestçe örgütlemesine de izin vermemektedir. Başka bir ifadeyle, devlet hukukunu dinden bağımsız olarak oluşturmaya devam etmekle beraber, genel olarak örgütsel anlamda din-devlet ayrılığını reddetmiş, Sünniliğin ise yorumunu kendi tekeline almış olup onu denetimi altında tutmaktadır. Öte yandan, devlet kendi konumunu hukuk sistemini dinden bağımsız olarak oluşturmakla sınırlamamakta, fakat başta yargı olmak üzere kimi devlet kurumları lâikliği devletçe desteklenmesi gereken din-karşıtı bir felsefe gibi yorumlamaktadırlar. Bu yoruma göre, din tamamen vicdani bir mesele olup inananların dünya işleriyle hiçbir ilgisi olmamak gerekir. Bunun pratik anlamı, devletin lâiklik adı altında toplumun sekülarizasyonunu hedeflemesidir. Böylece lâiklik, bu ilkenin sahici anlamına ters bir şekilde, kısmen de olsa toplumu “dinden özgürleştirme” olarak anlaşılmaktadır. Kısaca, lâiklik siyasi-hukuki bir ilke olmaktan çıkmakta ve devletin izlemesi gereken bir toplum felsefesi haline gelmektedir.İşte yeni anayasanın bütün bu kusurlardan arındırılması ve lâikliği olması gereken işlevine –özgürlük ve barış ilkesi- geri götürmesi gerekiyor. Bunun pratik iki sonucu var. Birincisi, DİB’in kaldırılması ve her türlü dini yorumun serbestçe örgütlenmesine izin verilmesidir. İkincisi ise, dine her türlü referansı kategorik olarak “din istismarı” veya “hakkın kötüye kullanılması” saymasıyla yukarıda işaret ettiğim lâikçi felsefenin izlerini taşıyan yürürlükteki anayasanın 24. maddesinin son fıkrası benzeri bir hükme yeni anayasada yer verilmemesidir.

Bu madde de özünde liberal demokrasinin temel niteliklerini ifade eden, bu açıdan yazara ait herhangi bir orijinalite taşımayan cümlelerden oluşmaktadır. Devletin inançlara nötr bakması, aynı zamanda zaten herhangi bir dinin mensuplarının devletin zor kullanıcılığı ile kayırılmasını veya baskılanmasını engellemek anlamına gelir.


6. İdarî Adem-i Merkeziyet


Türkiye’nin idari sistemi son derece merkeziyetçi ve vesayetçidir. Böyle bir sistemin medeni dünyada hiçbir benzeri bulunmamaktadır. Yürürlükteki anayasa mahalli idareleri şeklen tanımış olsa da, bunları hem idari anlamda bile özerk olacak şekilde yeterince yetkilendirmemiş, hem de bunların seçilmiş organlarını merkezi idarenin sıkı vesayeti altına sokmuştur. Oysa, sahici bir adem-i merkeziyet kolluk, eğitim ve sağlık gibi hizmetlerin büyük ölçüde mahalli idarelere devrini ve bunların söz konusu hizmetler için gerekli kaynaklarla donatılmalarını; hem de İçişleri Bakanlığı, valilik ve kaymakamlıkların bunlar üzerindeki vesayet yetkilerinin büyük ölçüde kaldırılmasını gerektirmektedir. Esasen, yerel düzeydeki yönetimlerde halihazırda var olan -merkezi idarenin taşra teşkilâtı ve mahalli idare şeklindeki- ikilik anakronistik bir durumdur. Sadece demokrasi ilkesi değil, etkin idare ilkesi de bu ikiliğin kaldırılmasını gerektirmektedir.

Yazının bilgisizlikle en malul maddesi sanırım budur. Zira merkeziyetçi bir yapının neden otoriter olması gerektiğine dair herhangi bir bilgi verilmemektedir. Veya adem-i merkeziyetçi bir yapının ideal hukuk devletine neden daha yakın olacağı gösterilmemektedir. Kaldı ki adem-i merkeziyet arzusunun neden “kolektif bir vergi havuzundan” besleneceği gerçeğinin saklandığı da insanda merak uyandırmaktadır. Kolluk hizmetlerinin mahalli idareye bırakılmasının sınırı ne olacaktır? Böyle bir uygulama genel geçer bir ilkenin gereği midir? Bu soruların cevapları ilgili maddede yoktur.

Mahallî idareler, kendi sınırlarında ne kadar egemen olacaktır? Bu egemenlik yetkisinin sorumluluk tarafı nasıl belirlenecektir? Mesela 1963-1979 yılları arasında Georgia eyalet meclisi kararıyla Ray Charles’ın kendi doğduğu eyalete girişi yasaklanması gibi örnekler yaşanırsa durum ne olacaktır? Yarın farazî bir Diyarbakır özerk mahalli idaresi kendi bölgesine girişte vize uygulamasına geçerse, ortak vergi havuzundan beslendiği bir memlekette bunu yapmasına rıza göstermemiz mi gerekecektir?

Veya mahallî idareler bağımsızlık talebinde bulunduklarında buna razı mı olmamız gerekecektir? Yazar adem-i merkeziyetin bizatihi bir iyilik olduğu ezberiyle bilimsellikten ve mantıktan ve daha kötüsü ahlâkî akıl yürütmeden uzak düşmüştür. Bir ülkede şikâyet ettiği hususları düzeltmenin yolu, herkesin kendi bölgesinde izole olmasına yol açacak federalleşme değil, ülkenin her yerinde herkes için her zaman geçerli bir hukuk birliğini oluşturmaktır. Böyle bir birliği kendi homojenitelerine tehdit olarak görenlere verilecek cevap bu insanları bu hukuktan ayrı bir özerk bölgeye sokmak değildir. Devletin zor kullanıcılığı zaten burada, herkesin aynı hukuka taabi olmasını temin etmekte devreye girmektedir.

Dolayısıyla kurucu bir çoğunluğun manevi varlığı ve kimliği reddedilerek, her azlığın çoğunluktan bağımsız bir izole bölgede, kendi bildiğince yaşamasına yol açmak, hukukla değil ancak kabileleşmek ve ilkelleşmekle özdeşleştirilebilir. Kaldı ki bir anaysa hukukçusunun adem-i merkeziyetçiliğin hukukî dayanağını, ahlâkî ve faydacı sınırlarını izah etmesini beklerdik. Yazar burada azıcık liberal literatür taramış her üniversite öğrencisinde rastlayacağınız ezbere heyecan dışında hiçbir yetkinlik göstermemektedir.

Adem-i merkeziyet’in hukukun ilkelerine sıkı bir sadakati sağlamak garantisi yoktur. Kolluk kuvvetlerinin mahallileştirilmesinin, mahalli grubun keyfî zor kullanımına yol açmayacağının da bir garantisi yoktur. Ortak vergi havuzundan beslenirken kendi bildiğini okumak demek, başkasının parasıyla keyif sürmek demektir ki bir liberalin böyle bir ahlâksızlığa taraf tar olduğunu görmek üzücüdür.

Erdoğan ilgili paragrafta kısaca yetki/sorumluluk illiyetini hiç dikkate almadan, etnik ırkçılara Marksist bir hoş görünme güdüsü altında, tamamen ezbere dayalı bir şeyler yazmış ve gene bunların ahlâkî ve pratik sonuçlarını gözetme gereği duymamıştır. Oysa bir liberalden öncelikle söylenenlerin ahlâkî geçerliliğini test etmesini beklerdik.


7. Silahlı Kuvvetlerin Sivil Denetimi


Silâhlı kuvvetlerin sivil denetimi demokratik bir rejimin vazgeçilmez esaslarındandır. Silâhlı gücün sivil denetim altında olmadığı bir yerde, demokrasi şöyle dursun, esasen medeni bir sistem de kurulamaz. Türkiye’de bu bakımdan da ciddi sorunlar vardır. Anayasa her ne kadar genelkurmay başkanı ile başbakan arasında bir “sorumluluk” ilişkisi kurmuşsa da, bu sivl denetim ilkesinin tam olarak gerçekleşmesini sağlamaya yetmiyor. Çünkü, her şeyden önce, idare hukukunun temel örgütlenme ilişkisi olan hiyerarşiden bilinçli olarak farklılaştırılmış olan bu “sorumluluk”un anlamı açık değildir. Burada sanki, anayasa hukukunun siyasi sorumluluk ilkesine benzer bir durum vardır. Onun için, silâhlı kuvvetler başbakanlarca da özerk bir kurum gibi alglanmakta, bu da onları genelkurmay başkanlarının hiyerarşik amiri gibi davranmaktan alıkoymaktadır. Öte yandan, bu “sorumluluk” ilişkisi dışında, silâhlı kuvvetler merkezi idareden özerk biçimde örgütlenmiştir. Bu yapı içinde milli savunma bakanı genelkurmay başkanının amiri değil, kendisine maliye ve personel açısından lojistik destek sağlayan bir yardımcısı olarak işlev görmektedir. Yeni anayasanın bu yapıyı kökten değiştirmesi ve silâhlı kuvvetleri savunma bakanlığının bir alt kurumu halime getirmesi gerekmektedir.Öte yandan, Milli Güvenlik Kurulu’nun anayasal bir kurum olarak varlığı da silâhlı kuvvetlerin siyasi bir aktör olarak algılanmasını ve buna uygun hareket etmesini kolaylaştırmaktadır. Onun için bu kuruma yeni anayasada yer verilmemesi rejimin selâmeti açısından şart görünmektedir. Böyle bir kuruma Türkiye’nin gerçekten ihtiyacı varsa, eski Milli Savunma Yüksek Kurulu örneğinde olduğu gibi, bu konu bir kanunla düzenlenebilir. Bu arada, yeni anayasada Yüksek Askeri Şura’nın da adının geçmemesi gerekir.Aslına bakılırsa, Türkiye’de silâhlı kuvvetlerin sivil denetimiyle ilgili sorunlar sadece mevcut kurumsal düzenlemelerden de kaynaklanmıyor. Silâhlı kuvvetlerin tam olarak sivil denetim altına alınamaması, bu kurumun kendi görevini vesayetçi bir anlayışla temellendirmesinden ileri gelmektedir. Türkiye’de silâhlı kuvvetler “milli savunma” teşkilâtı olmaktan önce, demokratik siyaset üzerindeki bir vesayet kurumudur. Bu durum da esas olarak rejimin ve anayasanın ideolojik niteliğinden kaynaklanmaktadır. Onun için, anayasa ideolojik bakımdan tarafsızlaştırılmadığı sürece, kurumsal düzenlemelerde yapılacak iyileştirmeler bu sorunu çözemez. Silâhlı kuvvetlerin kendisini resmi ideolojinin bekçisi olarak görmekten vazgeçmesini kolaylaştıracak bir yol da, profesyonel ordu sistemine geçilmesi olacaktır.

Yazar bu paragrafta gene tek taraflı bir ezbere dayanmakta, sivil iktidarların sivil denetimi konusundaki yetersizliğin bahsettiği vesayette ne gibi bir etkisi olduğunu hiç görememektedir.

Türkiye’deki temel sorun, devletin, silahlı bürokrasisi kadar silâhsız egemenlik organlarının da yeterince denetlenememesidir. Buna siyasî iktidarlar da dahildir. Siyasî iktidarlar da topluma belli bir hayat tarzının dayatılmasında bürokratlar kadar kabahatlidir.

Silâhlı kuvvetlerin “özerkliği” devletin idarî bütünlüğü açısından endişe vericidir, bu doğrudur. Buna mukabil, devletin siyasî iktidar kanadı da dahil olmak üzere zaten genelinde özerklik alanlarının bulunması bu tartışmanın devletimizin fiilî idari yapısı üzerinde yürütülmesi gereğini ortaya çıkarmaktadır.

Nitekim silâhlı kuvvetlerin yer yer ölçüsüzce eleştirildiği hatta tahkir edildiği şu sıralarda yürütülen yargı işlemlerindeki usul hataları ve bu hataların siyasî iktidarca görmezden gelinmesi durumunun, bir liberalce genel eksikliğin bir parçası olarak fark edilmemesi cidden utandırıcıdır.

8. Özgür ve Özerk Üniversite


Türkiye’de epey bir zamandır üniversitelerin özerk olmadığından şikâyet ediyoruz. Bunda elbette haklıyız, ama üniversitelerle ilgili asıl mesele başka yerdedir: Özerk olmadan önce üniversitelerin özgür olması gerekir. Üniversite özerkliğinin hizmet etmesi gereken asıl amaç özgür bilimsel araştırma yapabilmektir. Özerklik savunucuları bu noktayı genellikle göz ardı ettikleri için, özerklik talebi ortalama vatandaş tarafından bilim adamlarının kendileri için ayrıcalık peşinde koştukları şeklinde anlaşılmaktadır. Aslına bakılırsa, bilimsel faaliyetin özgür olmasını savunmayıp sadece “üniversite özerkliği” davası güdenlerin durumu gerçekten de böyledir.12 Eylül rejiminin kurduğu YÖK sistemi üniversiteler ve akademisyenler üzerindeki bir vesayet kurumudur. Böylesine merkeziyetçi ve sadece idare ve koordinasyonla ilgilenmeyip akademik işlere de karışan bir kurumun olduğu yerde üniversitelerin özerk olması mümkün olmadığı gibi, özgür bilimsel araştırma yapılabilmesi de istisnai bir başarı olmaktan kurtulamaz. Onun için, özerklik her şeyden önce, YÖK’ün kaldırılmasını ve ayrıca üniversitelerde de idari iş ve görevlerin akademik olanlardan ayrılması gerekir. Bu arada, vakıf üniversiteleri devlet vesayetinden kurtarılmalı, gerçekten özel ve sivil olmalıdırlar. Nihayet, mesleki yüksek öğretim kurumları üniversite sisteminin dışına çıkarılmalıdır.Asıl mesele olan özgürlüğe gelince, bu her şeyden önce devletin ideolojiden arındırılmasını ve buna bağlı olarak da üniversite öğretim müfredatının ve akademisyenlerin anayasa ve yasayla dayatılan ideolojik cendereden kurtarılmasını gerektirir. Açıktır ki, bilim insanlarına resmi ideolojiye sadakati buyuran ve bundan sapanları meslekten çıkarılma dahil ciddi yaptırımlarla karşı karşıya bırakan mevcut sistemde özgür bilimsel araştırma yapılamaz. Ayrıca, akademik işlerle idari işlerin ayrılmış olmadığı mevcut sistemde böyle bir zorunluluk, bugün olduğu gibi, akademisyenleri yozlaştırma ve sistemi liyakat esasından caydırma istidadı taşır.

Bir liberal olarak Mustafa Erdoğan’ın devlet eliyle yürütülen üniversite eğitiminin kendisinin başlı başına bir sorun kaynağı olduğunu görmemesi şaşırtıcıdır. Nitekim “Parayı verenin düdüğü çalacağı” düşünülürse, devletçe finanse edilen yüksek öğretim kurumlarında devletin etkisiz olmasını istemek ya gaflettir ya da cehalet.


Nitekim batıda çeşitli dinî mezheplerin açtıkları yüksek öğretim kurumlarında, bu mezheplerin kültürel ağırlıklarını kimse garipsememektedir. Özel bir üniversitede mesela kurucularının Marksist esaslara göre öğrenim yapacaklarını söylemelerini nasıl garipsemeyeceksek bir devlet üniversitesinde de devleti meydana getiren değerlerin dışlanmayacağını bilmemiz gerekir. Devleti ideolojiden ayırmaktan bahsederken yazar gene herhangi bir kayıt ve şart belirtmemektedir.

Kaldı ki bahsettiği özerkliğin veya özgürlüğün sınırlarının ne olacağı da belli edilmemiştir. Rektörlerin kendi keyfî kararlarından öğretim üyeleri nasıl korunacaktır? Bir üniversitede herhangi bir rektörün etnik ırkçı kadrolaşmasının önüne nasıl geçilebilecektir, mesela?


Bunun dışında akademik/ idari işler ayrımı makuldür.


9. Yargının Demokratikleşmesi ve Tarafsızlığı


Nasıl ki, üniversite söz konusu olduğunda özgürlükten önce özerklik gündeme getirilmektedir, bunun gibi, yargı söz konusu olduğunda da tarafsızlıktan önce bağımsızlık vurgulanmaktadır. Yargı elbette yasama ve yürütmeden bağımsız işlemelidir. Ama eğer yargının bağımsızlığı onun tarafsızlığına hizmet etmiyorsa çok fazla anlamlı değildir. Hatta, ülkemizde halihazırda olduğu gibi, yasama ve yürütmeden bağımsızlığı yargının devlet ideolojisinin emrine girmesine yarıyorsa, durum gerçekten vahimdir. Çünkü, bu durumda yargı tarafsız adaletin icracısı ve özgürlüklerin koruyucusu olmaktan çıkıp, devletin toplum üzerindeki bir vesayet aygıtı haline dönüşür. Bu çerçevede, mevcut haliyle Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’yla ilgili asıl problem adalet bakanı ile müsteşarının onun üyesi olması değil, fakat Kurulun bir yandan demokratik temsiden yoksun olması, öbür yandan da bürokratik devlet adına yargıya vesayet etmesidir. Onun içindir ki, mevcut yapısıyla bir tür zümre iktidarı niteliğinde olan bu Kurulun daha geniş kapsamlı ve temsili hale getirilmesi sağlanmadıkça; yürütmeden tamamen yalıtılmış, kendine ait sekreteryası olan bir yapıya kavuşturulsa bile, bu Türkiye’nin yargı sorununu çözemez ve bizi “tarafsız ve demokratik yargı” idealine yaklaştıramaz. Sözünü ettiğim demokratik temsil eksikliğinin giderilmesinin önemli bir ayağını, Kurula bütün hakimleri temsil edecek şekilde temsilciler seçilmesi oluşturacaktır.

Maddenin başlığı son derece sorunlu ve saçmalık sınırındadır. Yargıdan belli bir yönetim biçimine bağlılığı bekleyemeyiz. “Demokratik yargı” diye bir şey yoktur. Bir hukuk devletinde kanunların uygulanmasına dair usuller bellidir ve yargıdan da bu usullere uyması beklenir. Yüksek yargı teşkilatlanması nasıl olursa olsun , ister bunları bir kral atasın , isterse yasama organı, temel hakların korunmasına dair usuller bellidir.


Böyle bir paragrafın yazılması için bir insanın hiç usul dersi okumamış olması gerekir herhalde? Türkiye’deki yargının iki temel sorunu, hukuk felsefesini ve usulünü, pratikte dikkate alınmaksızın çalışmasıdır. Aksi takdirde haklarında mahkumiyet kararı çıkmamış insanlara yönelik karalamalara izin verilmez ve yargılamada makul süreler gözetilirdi. Yazarımız demokrasinin kendi başına her şeyi halledebileceği zehabına kapılmış ve burada da muhalefet ettiği sosyalistlerle aynı çizgiye gelmiştir.

Yargının tarafsızlığı konusu Türkiye’de cidden tartışmalıdır. Bunu sağlamanın yolu ise uygulamalarda hukuk felsefesinin ilkelerine ve usul şartlarına uygunluğun sıkı şekilde denetlenmesidir.

Yazarın tahlil ettiğimiz önerileri liberal kuram açısından bir bütünlük arz etmemektedir. Yer yer genel liberal ilkelerin ezbere tekrarlandığı yerler dışında etnik ırkçılara romantik bir yakınlığın etkisiyle yazılmış, ahlâkî ve faydacı sonuç analizinden mahrum öneriler getirilmiştir.

Bunun yanı sıra topluma bakışı, Hayek’in büyük evrimci ve kendiliğindenci rasyonalizminin tam aksi istikamette etnikçi/Marksist, kısaca kolektivisttir.
Millet gerçeğinin reddinin ahlaki sonuçlarından habersizce etnik ırkçılığı destekler mahiyette kendince söz ettiği “kültürel çoğulculuğun” pratikteki muhtemel siyasi sonuçlarını ihmal etmesi ciddi bir ahlâkî eksikliktir.

Kültürel farklılığın tanınmasının milletin siyasî bütünlüğü ve egemenliğini inkâr anlamına gelemeyeceğini görmekten kaçınması ciddi bir yabancılaşmaya işaret etmektedir.

Kültürel farklılığın farkında olmanın bir ülkede milletleşme sürecini kesintiye uğratamayacağını, uğratmaması gerektiğini sanırım bu yabancılaşmadan dolayı görememektedir.
Bir ülkenin millî egemenliğinin “sınırsız bir egemenlik” anlamına gelmediğini, gelemeyeceğini, aksi halde zaten bütün liberal düşünürlerin korktuğu “sınırsız demokrasi” faciasının baş vereceğini en başta liberal bir akademisyen olarak yazarımız fark etmeliydi.

Bir memlekette hukuk devletini sağlamanın yolunun milleti ve millî egemenliğin reddedilmesini gerektirmediğini anlamak içinse akademisyen olmaya gerek yoktur.

Yapılması gereken herkes için ve her zaman geçerli genel hukuk kurallarını duyurmak ve uygulamaktır. Bunu yapmak için de ülkeyi anayasa yoluyla kimliksiz, milliyetsiz bir nötr Homo sapiens yığınına çevirmek gerekmez.

Yazar burada anayasadan millî egemenliğin ifadesini çıkararak, millet gerçeğini, inkâr ederek insanı koruyacağını sanmaktadır. Bu aynen bir zamanlar Marksistlerin bütün aile bağlarını ve milliyet ilişkilerini reddederek güttükleri çarpık hümanizmin romantik izlerini taşımaktadır.

Yazı Türkiye’de bir anayasa hazırlanırken akademisyenlere danışılması halinde neler olabileceğine dair ciddi endişelere yol açmaktadır. Çünkü bahsedilen maddelerin liberal kuram açısından olduğu kadar genel ahlâkî ve faydacı bakış açısından hiçbir bütünlüğü bulunmamaktadır.


Önerilen maddelerdeki açıkça Marksist/kolektivist izler, Türkiye’deki özgürlük anlayışının toplumsal yapıya yönelik tehditlerce nasıl istismar edildiğini göstermektedir. İşin üzücü yanı kendince liberal bir okumuşun demokrasinin ve haklar kuramının mevcut istismarına bilerek veya bilmeyerek bu şekilde alet olmasıdır.


(Türk Demokrasi Vakfı’nın gerçekleştirdiği “Demokrasi ve Anayasa Sempozyumu”nda 22 Aralık 2009’da yapılan konuşma.)

Hiç yorum yok: