25 Mayıs 2010 Salı

Milliyetçiliğin Varoluşsal Gerekliliği


Milliyetçilik bir anomali, bir “çocukluk hastalığı” mıdır?

Enternasyonalist liberaller ve sosyalistler, böyle olduğunu düşünüyorlar.
Liberalizmin ve sosyalizmin içinde doğduğu batı medeniyetinde “milliyetçiliğin” Frenkçesi olan “nasyonalizm”, hemen hemen tamamı kötü olan örneklerle tanındığı için oralarda böyle algılanmasını doğal karşılayabiliriz.

Nitekim bu gün etnik ırkçılık ve terörün geçmişte sosyalistlerce bu gün liberallerin kahir ekseriyeti ve bir kısım inatçı sosyalistler tarafından doğrudan ve dolaylı desteklenmesinin altında da bu algı yatmaktadır.

Kestirmeden söyleyecek olursak bunun sebebi, iki kampın da adeta dinî bir taassupla, “nakle dayalı” bilgi oluşturmasıdır.
Bu apayrı bir tartışma konusu olmakla beraber yarattığı sonuç açısından önemlidir ki o sonuç da sosyolojik olarak “yabancılaşma” veya romantik bir ifadeyle “mankurtlaşma”dır.
Sürekli Marx’a atıfta bulunularak kullanılan yabancılaşma, ne onun icat ettiği bir terimdir ne de ona münhasırdır.

Yabancılaşma, kısaca ifade edilecek olursa bir “değerler takımı yitimidir”.
Her ne kadar enternasyonalist liberaller ve sosyalistler “ortak insanlık değerlerine” atıfta bulunsalar da içinde yaşadıkları toplumun, maddi evrendeki tutunma noktaları, varoluş biçimi, kendini ifade ediş biçimi, teşekkül ediş biçimi ve tarihi gibi konuları reddetmeyi, yok saymayı kendi görüşlerinin hareket noktası olarak ele aldıklarından “insansız” bir insanlık idealinin peşinde koştuklarını görememektedirler.

Çünkü bütün ayırıcı unsurlardan arındırılmış bir boş ve “standart” insan yoktur!
İnsanlığın varoluşuna dair kuramsal ve genel geçer ilkeler belirlemek için de insanların renklerini, dillerini vs inkâr etmek gerekmez.
Enternasyonalist liberallerimizin ve sosyalistlerimizin düştükleri temel hata da zaten insanlık için geçerli değerlerin ancak insanlığı renklerinden, dillerinden arındıracak bir bakışla sağlanabileceğidir.


Bu, enternasyonalistlerin genel kuramsal çerçevesidir.
Pratikte ise enternasyonalizmin temel düşmanlığı “milliyete” karşıdır. Yoksa enternasyonalist liberallerin ve sosyalistlerin “millet altı” topluluklarla herhangi bir problemleri yoktur.
Bu tip toplumların kendi içine kapanma refleksi ve bu refleksle kısır döngü yaratan “yabancı düşmanlığı” gibi bir anlayışa, bu anlayışın beslediği değerlere karşı mezkur kampların hiçbir eleştirisini görememekteyiz. Bundan dolayı da mesela kabile, etnisite, kavim düzeyindeki toplumların dayandığı kan bağı beraberliğinin “ırkçı” yönü de onları ilgilendirmemektedir.
Nitekim bu gün ülkemizde etnik terörün dayandığı “kan ve dil birliği” argümanlarına iki kamp da hiçbir eleştiri getirmemektedir.

O halde enternasyonalist liberal ve sosyalistlerin göremedikleri şey nedir?
O şey, soyut bir kavram olan milletin bize maddî dünyada varoluş için sağladığı değerler takımıdır ki bu takımın ilk faydacı ve ahlâki ilkesi “aileni koru”dur.
Bu ilkenin temelinde de elbette insanın kendini koruması güdüsü yatmaktadır.
İnsan ne sosyalistlerin sandığı gibi toplumun bir eseri ve kurmalı oyuncağı ne de şimdi kendine liberal diyenlerin kahir ekseriyetinin sandığı gibi topluma düşman saf ben merkezci bir yaratıktır.

İnsan, var olabilmek için türdeşleriyle işbirliği yapmanın, hayatta kalmak için en ucuz ve hızlı yol olduğunu idrak etmiş, irade sahibi tek canlı cinsidir.
Hayatta kalmak için kurduğu beraberlik ilişkileri de bu ilişkilerin dayandığı değerlere göre farklı seviyelerde gelişmişlikler gösterir.

Beraberliği ancak kendi ailesinden ibaret sayan bir insan evlâdı için diğer aileler “yabancıdır”. Birbirinden izole yaşayan aileler için güvenilecek üyeler ancak ailenin üyeleridir.
Aynı şey, birbiriyle akraba ailelerin bir araya geldiği kabile veya aşiretler için de söz konusudur.
Çünkü bu tip toplumlarda toplum üyelerinin varoluşları, izole aile ve aile gruplarının yaşadığı kapalı ve sınırlı alanlardan, basit ve sınırlı iş bölümünden ibarettir.

Dolayısıyla şimdilerde “etnik” diye anılan toplumların bu kapalılık ve sınırlılıkları, onların meydana getirdiği “düzende” de sınırlı oldukları kadar aynı zamanda “somut kurallar” ile kendini gösterir. “Mala, davara” yaramayan hiçbir sınırlama ise dikkate alınmaz. Bu açıdan mesela tarla sınırların hayvanlarca ihlali gibi meseleler adam öldürmeye kadar vardırılırken, aile içi şiddet ve cinsel istismarlar rahatlıkla geçiştirilebilir veya mağdur öldürülerek sorun “halledilebilir”.
Mensubiyetin, cemaat benzeri yapılardaki dışavurumu bu açılardan çok büyük oranda şiddet ve içe kapanma kısır döngüsüyle karakterizedir. Bu mensubiyet ve varoluş şekli, “devletleşmenin” önündeki en büyük engeldir.


Çünkü devletleşme, insan varoluşunun, ancak “mala davara” yarayacak kadar fayda ile sınırlanmış, somut kurallara ve üç beş kişinin keyfî kararlarına değil, soyut kurallara dayanması ihtiyacının bir sonucudur.
Çünkü devletleşme , bir araya gelerek ortak hak sağlayıcı ihtiyaçlarını ifade eden kavimlerin meydana getirdiği büyük heterojenitenin sonucunda ortaya çıkan büyük iş bölümünü ve emniyet duygusunu devam ettirmek için elzemdir.
Bu büyük ölçekli beraberlik, kendiliğinden daha soyut kurallara tabi olmayı gerektirir ki cemaat yapılı toplumların millî devlete direnci, “kendilerinin yaratmadığı”, “kendi keyiflerince uygulayamayacakları” kurallara tabi olmamak isteğinin bir sonucudur.

Dikkat edilirse, Türkiye’den ayrı bir yasama erki talep eden etnik ırkçıların sosyolojik tabanı, yukarıda örneğini verdiğimiz şekilde hayatın somut unsurlarını, insanın soyut kişiliğinin önüne koyan, tavuk, sığır için adam öldürüp karşı cinsle yakınlaşan üyelerine ölçüsüz şiddet uygulayan ve hatta onları da öldüren gayet ilkel ve “somut” bir kültürel iskelete sahiptir.
Bundan dolayı mensubiyet şuurları içinde sadece “milliyetçilik”, ait olduğu toplumsal yapının hukuka dayalı oluşum şeklinden ve kan bağlarını, ırkî mülahazaları aşan ciddi karmaşıklığından dolayı yapıcı ve varoluşa saygılı bir özellik gösterir.
Dünyada, hümanizmin ciddi temsilcilerinin içinden çıktığı milletlerin tamamı, milletleşmelerini büyük ölçüde tamamlamış ve hukuk etrafında meydana getirilmiş bu büyük toplumsal yapının değerlerine sonuna kadar sahip çıkan fertlerden oluşur.

Sınır tanımayan bir İngiliz doktor insanlığa hizmet ederken asla Kraliçe’nin büyük ülkesinin vatandaşı ve İngiliz milletinin bir mensubu olduğunu unutmaz. Hiçbir Fransız komünisti, ideolojisini millî birliğinin önüne koyarak, ülkesinin bölünmesine ideolojisi adına rıza göstermez. Hiçbir Amerikalı, özgürlük idealinin, ülkesinin bölünmesine alet edilmesini kabul etmez. Hiçbir Alman kendini “etnik” bir unsur kabul etmez!
Bunun sebebi, taşıdıkları millî kimliklerin oluşumunun dayandığı yüksek ahlâkî idealler ve soyut kuralların kavrayıcılığı ve bütünleştiriciliğidir.

Etnik ırkçıların havsalası, “mala davara yaramanın” dışındaki kuralların şekillendirdiği kültürel iskelet ve bu iskeletin üstüne giydirilmiş toplumsal yapıdan dolayı bunları anlayabilecek kadar gelişemediğinden herkesi bir etnik grup olarak adlandırmak veya marxizmin ne idüğü belirsiz “halklar” söylemine sığınarak sorunları daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmektedirler.
Şüphesiz her insan bir mensubiyet şuuruna sahiptir.
Mesele, bu şuurların tezahürlerinin parçalayıcı, yaralayıcı olup olmadığının cevabını verebilmektir.

Millet gibi heterojen bir toplumsal yapıya mensup olmanın sonucu sorunların çözümünde, beraberliği sağlayan hakem olarak hukuka başvurmak iken, etnik ırkçılık gibi cemaatçi hırçınlıkların mensubiyet şuurları bizi ancak kan davalarına, arındırılmış aşiret egemenliklerine, otokrasilere ve faşizme götürür.
Türkiye’de varoluşumuzun temel problemi işte budur.




2 yorum:

selcen dedi ki...

Çok haklısınız.Gerçi bu etnikçiler var ya,onlar Türk'ü etnik grup olarak telakki etmek suretiyle var olacaklarına inanıyorlar.Ne dersiniz?

Afşar Çelik dedi ki...

Bu, çocukların, yetişkinleri kendilerine benzetmeye çalışması gibi bir şey...