7 Nisan 2010 Çarşamba

Türk Dış Politikasında Normalleşme Takıntısı




“Normalleşme” bir “norma” yaklaşmak demektir.
Norm bir ortak kabulü ifade eder. Dolayısıyla bir norm birden fazla kişinin üzerinde uzlaşmaya vardığı bir ölçüyü/standardı anlamına gelir.

Norm, tarafların ortak önem endekslerini de gerektirir.
Bu açıdan Türkiye’nin dış ilişkilerinde normalleşmeden bahsedildiğinde bu noktaları göz önüne almazsak gerçekçi politikalar tasarlayamadığımız gibi “ahlâkî” tavırlar da geliştiremeyiz.
Neden böyledir?
Uluslar arası ilişkiler sadece diplomatik ilişkilerden ve ticaretten ibaret değildir.
Uluslar arası ilişkilerde ulusların birbirlerinin değerlerine ve normlarına saygı temelinde ancak yükselebilir.

Uluslar arası ilişkiler özünde bireyler arası ilişkilerden çok da farklı değildir.
Varoluşsal bir saygı içermeyen hiçbir ilişki, yapıcı da olamaz, ahlâkî de olamaz.
Dolayısıyla Türkiye’nin dış ilişkilerine bu veçheden baktığımızda, ülkemizin dünya üzerindeki etkisizliğini daha rahat anlayabiliyoruz.

Türkiye maalesef ilişkilerinde “etkili” olmak, ilişkide var olmak gibi bir şeyi müdrik değil.
Bunun biri içe diğer, dışa dönük iki sebebi var:
Birinci sebep Türkiye’de devlet politikalarında millî tarih ve kültür birikimi, mirası göz önüne alınmamaktadır. Türk adından duyulan utanç, Türk varlığının, tarihinin bu günü etkileyen özelliklerine karşı gözlerimizi körleştirmektedir.

İkincisi, önceleri bürokraside egemen Marksist enternasyonalist şimdilerde teokratik enternasyonalist bakışın köksüzlüğü yüzünden kaybedilen bir ufkun yarattığı aşağılık duygusu Türkiye’yi uluslar arası ilişkilerde edilgen bir konuma itmektedir.
Milliyetçiliği bir anomali sayan sözde hümanist yaklaşım, “neye göre” veya “kime göre” sorularına cevap geliştirememiştir. Çünkü hiç kimse kendi evinde komşusuna göre yaşamaz. Evimizin kokusu, sıcaklığı, yerleşimi hep bizim fizyolojimizle, bedenimizle, metabolizmamızla kendiliğinden şekillenir.

Dolayısıyla evimizi ancak en başta kendi değerlerimize, zevklerimize, normlarımıza ve ihtiyaçlarımıza göre inşa ederiz, şekillendiririz, dekore ederiz, onarırız.
Bu komşularımızın varlığına ve değerlerine saygısızlık etmemizi gerektirmez.
Milliyetçiliği bir anomali olarak kabul eden bir liberal, mileltin hayatını” başkasına” göre şekillendirmeyi arzulayan bir altruistten/ diğerkâmdan başka bir şey olamaz. Çünkü en nihayetinde her tarz mutlaka ve mutlaka birilerine aittir.
Herkese ait olan herkesi belirleyen standart bir yaşama biçimi yoktur. Belki yaşam biçimlerinin içerdiği ortak değerler ve normlar vardır ki bu bir apartmanda yaşayan her aile için de geçerlidir.

Ama herkes kendi evinde ve kendisine göre yaşayabilmek konusundaki mutabakatla bir arada bulunmak ister.

Uluslar arası ilişkilerde de gözetilmesi gereken yegâne normal budur.
Yani bir komşunuz sürekli evinizin duvarını yıkmaya çalışırken, tesisatınızı delerken veya anteninizi kırarken önce onun bu davranışlarını düzeltip bir arada yaşamak mutabakatının normaline dönmesini istersiniz ve ona bu sorumluluğu yüklersiniz.
Yoksa sizden kendine göre sebeplerle rahatsız olan herkesin rahatsızlığını gidererek “normalleşmeye” çalışmazsınız.
Eğer karşı taraf norma uymuyorsa ilişkinin düzelmesi için önce onun norma yaklaşmasını talep edersiniz.

Bu açıdan bakıldığında Türk dış politikası tam bir cehalet ve şaşılıkla malûldür.
Cehaleti, tarihi bilmemesinden, şaşılığı da anomalinin kaynağında kendisini görmesindendir.
Bir ilişkide taraflardan biri “zararsızlık” ilkesine uyuyorsa ondan, daha başka bir mükellefiyet beklenemez.

Şayet karşılıklı taahhütlere girişilmişse beklenti, ahde vefaya yükselir.
Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerinde taciz edilen, hırpalanan, tehdit edilen hep Türkiye olmuştur.

Suriye, vizenin kaldırılmasıyla övündüğümüz bir devirde hâlâ toprak bütünlüğümüze karşı saygısızdır. Keza Ermenistan, toprak taleplerinden vazgeçmemekte ve bundan utanmamaktadır. Yunanistan bizi Ege’ye çıkamaz hale getirmeye çalışmakta, Türk adının bütün etkileriyle Kıbrıs’tan silinmesine hâlâ uğraşmaktadır.

Irak’ın kuzeyindeki yarı eşkıya oluşumu, etnik terör yoluyla Türkiye’yi tehdit etmektedir. Bunlar içinde sadece İran, gerek savaş sonrası muazzam fakirlik ve bunun yanı sıra bünyesindeki Türk ağırlığının onu soktuğu kaçınılmaz rotadan dolayı Türkiye ile şimdilik barışçı ilişkiler içindedir ve buna belki Bulgaristan’ı ilâve edebiliriz.
Peki Türkiye’nin bütün bu zaman zarfında tavrı ne olmuştur? Bu konuda Türkiye’nin genel tavrı: “Kimsenin bir karış toprağında gözümüzün olmaması” ve “Yurtta sulh, cihanda sulh” gibi iki cümleyle ifade edilebilecek bir barış taraftarlığıdır.

O halde meselâ Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesi bizim mi yoksa daha çok Ermenistan’ın mı sorumluluğudur.

Durmadan sorun çıkaran bir komşunun suyuna giderek ilişkisini normalleştireceğini sanan insan nasıl bir kişilik bölünmesi yaşıyorsa Türkiye’nin şu anki tutumu da dehşetli bir yabancılaşmaya işaret etmektedir.
Bu durum, aslında iktidar partisinin ideolojisi/ dünya görüşü göz önüne alındığında anlaşılır bir hal alıyor ama bu, durumun kabul edilebilir olduğu anlamına gelmiyor.


Dünyanın hukuk biriliğiyle milletleşmiş toplumlarının birbiriyle ilişki kurduğu ortamına millete dair ne varsa düşman veya yabancı olarak daldığınızda, kendi evlerine göre dünyaya tesir edenler sizi kendiliğinden kişiliksiz, etkiye açık ve zayıf olarak telâkki edecektir. Uluslara arsı mahkemelerin tamamında aklandığımız, tarihçilerin tartışması gereken bir konuda ulusal meclisleri bir avuç etnikçi kindarın yönlendirdiği bir esnada aciz kalmamızın sebebi de budur.
Çünkü Türk adını etnik bir kimliğe indirgeyip de kendi ülkesindeki egemenliğini tartışmaya açarsanız, bu toprakları vatan eden insanların bütün değer ve normlarını çöpe atıyorsunuz demektir. O vakit de uluslar arası ilişkilerde kendinize ait bir bakış açısını çöpe atıyorsunuz demektir.

Aynı şeyi Kıbrıs için de söyleyebiliriz. Kıbrıs’ta Türk varlığı gayet tabii şekilde Türkiye Cumhuriyetinin ilgi sahasındadır. Zaten bu yüzden Kıbrıs üzerinde garantör devlet konumundadır. Yani barışın idamesinden sorumlu bir devlettir Türkiye…

O halde nasıl olur da bu doğal ilgisi ve konumu konusunda tartışmaları “normal” kabul edebilir? Normal olan Türkiye’nin Kıbrıs Türk varlığıyla, Kıbrıs’ın kendisi için olan stratejik konumuyla ilgilenmemesi midir? Kıbrıs’ta türk varlığından rahatsız olanların, durmadan çıkardıkları gürültüyü gidermek Türkiye’nin sorumluluğu değildir. Dolayısıyla Kıbrıs sorunu bizim için aslında yoktur! Kıbrıs’ta Türk tarafının tek sorunu, soydaşlarının emniyet ve refah içinde yaşamasıdır!

Kuzey Irak çeteleşmesinin, bir devlet olarak Türkiye ile münasebetlerinin haddi konusunda sorumluluk da gene aynı çeteleşmeye düşmektedir. Türkiye kendi toprakları üzerindeki egemenlik iddialarını bir tartışma konusu olarak masaya yatıramaz. Bunları yok farz eder, ve bu iddialarla ilgili fizikî bir müdahale olursa da müdahaleyi ortadan kaldırır. Bu Türkiye’ye has bir şey de değildir. Bu, uluslar arası ilişkilerin normal halidir!

Sözde normalleşme yanlıları , anomalinin müsebbiplerini dürüstçe ortaya koymaksızın Türkiye’yi uluslar arası arenanın elleri bağlı kölesi haline getirmeye çalışıyorlar. Kendi milletinin adından bu kadar tedirgin olanların, kimlerin adından huzur bulacakları, normali kime göre belirleyecekleri de kaygı verici sorulardır.





1 yorum:

selcen dedi ki...

Bunlar hala "kazancın onda dokuzu ticarettedir" sözüne takılmışlar ve dünya ile ilişkileri tamamen ticarete endekslemişlerdir.Birinci ve ikinci büyüğümüz,yurt dışı yolculuklarında,bir tüccar ordusunu da beraber götürüyorlar.Başka amaçları yok.Ticaretle oluşturulan uluslararası ilişkiler (kazanç kaybı endişesi ile) kolay bozulmaz zannediyorlar.Çünkü gaflet,dalalet ve hatta hiyanet içindedirler.