25 Ocak 2010 Pazartesi

Türk Siyasî Milliyetçiliğinde Felsefesizlik Problemi



En kısa anlatımla bir “olması gerekenler” dağarcığı olarak tanımlayabiliriz felsefeyi.
Çünkü insanın eylemini, hayvanınkinden ayıran, insanın, olması gereken hakkında düşünerek harekete geçmesidir ki ahlâkı da doğuran bu karar vermek sorumluluğudur.

“Olması gereken”, bize ulaşılmak istenen ideali, hedefi gösteren, normatif bir ölçüm imkânı sağlayan bir kategoridir.

Bu bize, “Neye göre?” sorusuna cevap vermek imkânı sağlayan bme bir düşünce sürecidir.

Bu açıdan bakıldığında ideolojiler, kapsayıcı düşünce biçimleri olarak öncelikle felsefelerini düşünce piyasasına sunarlar.

Bu genel bakıştan sonra, özünde bir doktriner kapsayıcı ideoloji değil de ancak bir tepki ve aidiyet duygusu olan milliyetçiliğin ve daha özel olarak Türk milliyetçiliğinin felsefe probleminde yerini daha rahat inceleyebiliriz.

Bu problemde temel açmaz, Türk milliyetçiliğinin doğal, kültürel mecraından, ciddi savaşlar, hayal kırıklıkları ve kayıplarla çıkarak bir ideoloji olarak ifade edilmesi telâşıdır.

Türk milliyetçiliğinin siyasî arenaya taşınması, bir dönem doğal milliyetçi tepkileri örgütlemekte başarılı olduysa da özünde bir ideoloji taşımaması yüzünden değişen toplumsal şartları cevaplayamaması, yaratılan heyecan dalgasının , bilhassa ’80 darbesinden sonra mutlak şekilde sönmesinde etkili olmuştur.

Meselâ “Dokuz Işık” ışık gibi bir doktrin denmesi, özünde dünyaya, topluma dair ciddi ve derinlikli bir felsefi çabanın değil, daha ziyade, siyasi tepkileri komuta edecek “paket slogan” denebilecek bir amatör gayret olarak kalmıştır.

“Dokuz Işık” üstünkörü bir şekilde bile incelendiğinde sosyo ekonomik açıdan sosyalizmle hemen hemen bire bir örtüşen bir anlayışa sahip olduğu hemen dikkati çeker.

Bunun sebebi de Türk milliyetçiliğinin büyük ölçüde köylü bir tabana sahip olmasıdır. Köy toplumundan gelen tabanında, “kültür”, bir tür muhafazakârlık, iktisat da geleneksel dayanışmanın devlet tarafından gözetildiği ve örgütlendiği faaliyet alanı olarak anlaşılmış ve neden böyle anlaşılması gerektiği de hiç sorgulanmamıştır.

Köylülüğün en ayırt edici özelliği olan “kapalı toplum” algılaması, siyasî milliyetçiliğin, kendisine biçtiği iktidar rolünün, “hepsi birbirine benzeyen” insanlardan oluşan “sorunsuz” bir toplum meydana getirmek olarak kök salmasına yol açmıştır. Bu anlayışın sosyo ekonomik yansıması, sosyalizme varan “eşitlemeci ve dağıtımcı” devlet tasavvurudur. Türk milliyetçiliğinin doğal kültürel kodlarında, batının “ayrımcı” nasyonalizmine benzer kıstasların olmaması şüphesiz büyük bir şanstır ama gayet karmaşık bir toplumsal yapı hakında köyün kapalı toplumu üzerinden fikir geliştirmeye çalıştığınızda, ana caddelerdeki inanılmaz trafikte kendini kaybeden bir eski zaman köylüsü gibi naçar kalacağınızı da bilmeniz gerekir.

Zaten siyasî milliyetçiliğin bir “köylülük” (CKMP Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) ifadesiyle ortaya çıkışı bunun en çarpıcı delilidir.

Sonraki dönemlerde de toplumsal dayanışma ve paylaşımın, geleneklerde kendine bulduğu saygın yerden dolayı Türk siyasî milliyetçiliği, sosyalizmle yakın durmak ihtimalinin de getirdiği tedirginlikle kendisinin aynı zamanda “toplumcu” olduğunu söyleyecektir.

Bütün gayretlerine rağmen Türk siyasî milliyetçiliği, muarızlarınınkine benzer bir entelektüel donanım ve ideolojik cevap paketi geliştirememiştir.

Buna mukabil hiç farkında olmaksızın sürekli sosyalistlerin sosyo ekonomik argümanlarını benimsemiş ve kullanmıştır. Bu gün dahi siyasî milliyetçilik devlet, toplum ve iktisat konularında sosyalist temelli bir tasavvura sahip olduğunun farkında değildir. Sürekli bir “Ama” ila telaffuz edilen piyasa, serbest ticaret yaklaşımı, ekonominin planlanabilir bir şey olduğuna dair sarsılmaz bir inanç, “adaletin”, devlet eliyle yürütülen bir tür “dağıtım” problemi olduğu zannı hep temelinde sosyalizm bulunan, küllî bir sezgisel fakat şuursuz felsefi yaklaşımın ifadesidir.

Türk siyasî milliyetçiliği ne doğru dürüst Marksizmin iktisadî felsefesini tahlil edebilmiş, ne de bu felsefenin, toplum tasavvurundan haberdar olabilmiştir ki bu bilgisizlik hâlâ devam etmektedir.

Sovyetler Birliği gibi bir kültün yıkılmasından sonra tekrar daha bir güçlü ifade edilen liberal kurama karşı ise siyasî milliyetçilerin tepkisi gene köylülük temelli bir yabancı korkusundan ileri gidememiştir.

’80 öncesi kendisiyle mücadele edilen ve artık Sovyet istihbaratınca finanse edildiği açıkça anlaşılan sosyalist kampa neden karşı olunduğunun aradan geçen otuz yılda hâlâ ideolojik anlamda ciddi bir cevabının verilememiş olması da son derece düşündürücüdür.

Bunun belki bir muhtemel sebebi de Türk milliyetçiliği fikrini derli toplu bir entelektüel söylem haline getirmeye çalışan Türk aydınlarının kendi dönenmelerinde büyük ölçüde sosyalizmden etkilenmiş olmasıdır. Sultan Galiyev, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi aydınların ideolojik yapılanmasında sosyalizmin etkisi inkâr edilemez.

Bunun da sebebi büyük ihtimalle sosyalizmin “ezilen halklar” söyleminin ve paylaşıma dair yarattığı romantizm hayalinin dönem aydınlarının gönlündeki gelenekçilikle bir ölçüde örtüşmesidir.

Bir başka muhtemel sebep de İngiltere’de Gladstone hükümetinden sonra değişen Osmanlı politikasının Türkiye’de yarattığı anti patinin Anglosakson kökenli liberalizme karşı da bir soğukluk yaratmasıdır. Hâlâ milliyetçi camia liberalizmi, “Emperyal İngiltere’nin” gelişmemiş ülkelere uyguladığı bir tür hile ve göz bağcılık gibi görmeye devam etmektedir ve işin kötüsü sosyalizmi eleştirirken gösterdiği okuma tembelliğinin aynısını liberalizm için de göstermektedir.

Her halükârda Türkiye’de siyasî milliyetçilik bir dönem doğal milliyetçi tepkileri örgütlemek konusunda geçici bir başarı göstermiş ise de özünde herhangi bir tutarlı ideolojik cevap barındırmayan, büyük ölçüde köylü muhafazakârlığından beslenen bir tepkisel hareket olarak kalmıştır. Bu kapalı toplum anlayışı ile dünya felsefî mirasının tamamına, “köyün adetlerine düşman, bir tür zehir” muamelesi yapmış ve bu yüzden de içinde gelişen her türlü ferdî felsefî çabayı daha doğarken boğmuştur.

Köy kökenli dünya tasavvuru ile Türk siyasî milliyetçiliği,”ben” kelimesine bir tür bölücü, ayırıcı anlam yüklemiş, “büyüğe kayıtsız şartsız saygı” ilkesi dışında da hiçbir fikri geleneği maalesef sonraki nesillere aktarmamıştır.

İdeolojik bir özden mahrum olması yüzünden ancak dünya siyasetinde ve felsefesinde yaratılanlara tepki vermek, onları olmazlamak dışında hiçbir cevap da geliştirememiştir.

Türk siyasî milliyetçiliği fikrin, insan beyninin bir gayretinin neticesi olduğu ferasetini maalesef gösterememiş, siyasî otorite sayılan mevkilerinin, günlük siyaset açısından yarar ilkelerine göre yaptıkları değerlendirmelerden dolayı da günlük siyasette prim yapmayacağı düşünülen pek çok fikir ürünü heba edilmiştir ve bu fikrî israf ve otoriterizm hâlâ devam etmektedir.

Meselâ “Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi dururken Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ının incelenmemesi gerektiğini” veya Marksist iktisat tasavvurunu yerle bir eden Mises’in adını bile duymamışken “Liberalizmin bir vahşet ve yağma düzeni olduğu” yargısını söyleyebilmek Türk milliyetçiliğinin felsefi sığlığının ve fakirliğinin en manidar iki delilidir.

Mütemadiyen komünizme karşı yapılan bir mücadelenin haklılığından ve şerefinden bahsetmek milliyetçiliğin içini felsefi olarak doldurmak demek değildir. Milliyetçi camia milliyetçi örgütlenmeye biat etmeyi fikri ve felsefi üretimin mutlak şartı olarak kabul ettiği müddetçe fikri ve felsefi dilsizliğinden kurtulamayacaktır. Çünkü “ hiç kimse “ülkücü ağabeylerinin” emri ve komutası ile herhangi bir şey üretmez! Hiçbir ağabeyin de şu aşamadan sonra kime, neyi okuması gerektiğini söylemek yetkisi yoktur.

Milliyetçi camia içinde bulunduğu durumdan şikayetçi ise öncelikle yaratıcılığın ve üretkenliğin önündeki en büyük engelin kendisinin bel bağladığı örgütlenme tutkusu ve akıl dışı otorite anlayışı olduğunun farkına varmalıdır.

Hiç yorum yok: