10 Ocak 2010 Pazar

Sosyalizmin Milliyetçiliği İstismarı Üzerine


Milliyetçilik ve kolektivizm birbirinin ayrılmaz parçaları ( mütemmim cüz) mıdır?
Son zamanlarda ülkemiz hakkındaki batılı politik tasarılara bakıldığında düz bir mantıkla bunun böyle olması gerektiği düşünülüyor.

Madem ki Türk ülkesinin düşmanı batılılardır, batılılar da büyük çoğunlukla kapitalisttir, öyleyse millî varlığımızın düşmanı kapitalizmdir!
Öyleyse batıya karşı koymak demek kapitalizme karşı koymak demektir! Kapitalizm ancak gelişmiş ülkelerin bir sömürü aracıdır!

Bu önyargılar o kadar derine işlemiştir ki meselâ millî menfaatlerin kapitalizmi gerektirdiğini söylemek ya delilik olarak addedilir veyahut ihanet…
Yukarıda bahsettiğim yerleşik kanaatleri “önyargı” diye nitelememin sebebi, sosyalizmin milliyetçilikle kavramsal ilgisizliğini düşünmeksizin savunmalarındandır.
Sosyalizm özünde “millet” veya “ulus” diye bir kavramı tanımaz. Onun toplumsal kabulünün birimi, “sınıftır”. Sosyalizmin ikinci temel argümanı, toplumsal ilişkiyi bir “kavga” olarak nitelemektir.

Marx bu şekilde cihanşümul/evrensel bir “doğru düşünce” biçimi yazmaya çalışmıştır.
Dikkat edilirse bu yüzden sol söylemin tamamı enternasyonalisttir. Bütün ulusların proleterleri için olan bir ideolojidir ama ulus onun dikkate aldığı bir “değer” değildir.

Sebebi de ulusla ilgili kavramların, yanlış bir egemenlik biçimi olan burjuva egemenliğinin yarattığı yanlış değerler, ilerideki güzel proleter diktatörlüğünü geciktirdikleri için de gerici kurumlar olduklarının kabul edilmesidir.
Dolayısıyla millî bir değerin varlığından bahsetmek sosyalizm için herhangi bir anlam ifade etmez.

Sosyalizmin ciddi bir ekonomik terim gibi kabul ettirdiği “emperyalizm” bile ancak emperyal batı için kullanılan bir terim halini almıştır. Meselâ yayılmacı Rus ve Çin komünist rejimlerinin istilaları, işgalleri asla “emperyalizm” olarak değerlendirilmemiştir. Yemen’den Orta Afrika’ya, Güney ve Orta Amerika’ya ve Hind-i Çiniye kadar yayılan bir ideolojik egemenliğin, merkantilist batının tavrından farkı nedir, hiç sorgulanmamıştır.

Bu ideolojik ve fizikî yayılmacılık, Marksizmin balyozuyla millî direnişleri ezmiş, sınırları sosyalizm lehine silikleştirmiştir.
Herhangi bir yayılmacılığa karşı olmanın gereği sosyalizm değildir. Yayılmacılığın millî sınırları ihlal etmesine karşı olmak için millî değerleri savunmak gerekir ama sosyalizm bunun bir gereği değildir.
Lenin, “Milliyetçilik azınlıklar için devrimcilik, çoğunluklar için faşizmdir!” diyordu.

Buradaki “diyalektik mantık” ile bir kavrama “şarta göre” tanım getirerek anlam dağarcığımızı karartmaya yönelik çalışmıştır. Bu karartma, kelimeye iki farklı ve uzlaşmaz anlam vermek ve düşünceyi “sınıfsal bilince” göre yönetmek amacını taşımaktadır.

Bu durumda meselâ bir ülkenin kurucu millî egemen çoğunluğunun, kendi millî değerlerini kendi yurdunda egemen kılmak anlayışı doğrudan faşizm olmalıydı ki bu gün etnik ırkçıların, solcu eskisi bazı liberallerin ve bazı solcuların ülkemizdeki millî hassasiyeti “yükselen faşizm” diye nitelendirmesinin sebebi de bu çarpık “çataldilliliktir”.

Meselenin bir diğer tarafı “milliyetçiliğin” bir ideoloji sanılmasıdır. Milliyetçilik, milleti meydana getiren değerlere duyulan bir bağlılıktan başka bir şey değildir. Bize ancak “geleneğe” dayalı genel bir bakış sunar, kapsayıcı bir doktriner ideoloji değil. Milliyetçilik toplumun özünün çatışmaya mı, mutabakata mı dayandığının cevabını veremez. Var olan toplumsal değerleri verili kabul eder ve değiştirmeye çalışmaz. Bu açıdan toplumsal düzeni, tamamen uydurulmuş bir felsefeyle yeniden “ayakları üzerine oturtmaya” çalışan marksizmle taban tabana zıt bir anlayışı benimser.

Maalesef milliyetçiliğin bu verili durum kabulü, çarpıtılmış Keynesyen ekonomik politik tercihlerin de verili durum olarak sanılması gerektiği sonucunu kafalarımıza kazımıştır. Milliyetçiliğin toplumsal düzene dair, verili durum kabulü aslında liberal okulun evrimci rasyonalist kabulüne çok daha yakındır. Çünkü bir milliyetçi için gelenek varolagelmiş ve var olması toplumun düzenin gerekli bir “değer” iken bir Marksist için gelenek “ilerlemenin” önündeki engeldir.

Bir milliyetçi geleneklere bağlılıkla ilerlenebileceğine dair el yordamı bir feraseti bu güne kadar sürdürebilmişken, bir Marksist için toplumun mevcut düzeni yıkılarak yeniden inşa edilmesi gereken “kokuşmuş burjuva geleneklerinin” bir eseridir.

Milliyetçilik içinden çıktığı toplumun dünyaya karşı genel bakışıyla ortaya tepkisini koyar ki bu neden bazı milletlerin milliyetçiliğinin şiddet ile tezahür ettiğini de açıklar. Dolayısıyla milliyetçiliğin tabiatı da şiddet ile mütemmim cüz teşkil etmez.

Sosyalizm, insanı birey olarak reddederek, kolektif bir algıyla hayalî bir insanlık için kurtarıcı rolüne soyunurken ve bu sebepten de “milletler üstü” olduğu iddiasını savunurken nasıl olur da millî değerlere yönelik “muhafazakâr” bir eğilimle yan yana bulunabilir?

Velhasıl-ı kelâm: Milliyetçi bir tepki, başka milletlerinin kendi varlığımıza yönelik emellerine direnmeyi gerektirir ki bu, toplumun genelinde paylaşılan bir tepkidir. Fakat bu tepkinin, toplumu yeni baştan ve gelenekleri pahasına yıkıp tekrar yapmaya soyunacak kadar hayalci ve barbar bir ideoloji ile ifade edilmesi ne ahlâkî ve ne doğal bir zarurettir.




Hiç yorum yok: