7 Eylül 2024 Cumartesi

Ülkü Toplumundan Dürtü Toplumuna

 

Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken sadece yeni bir devlet kurmuyordu; öz değer ve öz güven hislerine sahip yepyeni bir toplum kuruyordu. O toplumun kalıtsal kökenleri, kültürü ve tarihi zaten vardı, tek eksiği “bilinciydi”. İşte Atatürk o topluma "unutulmuş büyük tarihi vasfını" hatırlatarak, yılların toprağı altında kalmış büyük Türklük bilincini uyandırmıştı.

 


Bu bilincin sürekli uyanık kalması için de ona amaçlar ve hedefler verdi. Bu amaçlar ve hedefler, Türk toplumunun sürekli çabalarla kendisini uyanık ve diri tutması için  verilen ülkülerdi. “Andımız”da  bu ülkü tekrarlanarak toplum daha çocukluktan itibaren  Türk Ulus Devleti’nin koruyucusu ve sahibi yapılıyordu.

 

Oysa özellikle 1950’lrden sonra  demokrasinin yozlaşmasıyla birlikte  siyasi çıkarlar uğruna  toplum yavaş yavaş ülküsüzleştirildi.

 

“Dinlenmemek üzere yola çıkanlar asla yorulmazlar.” Sözündeki idealizm/ülkücülük, yerini, oy pahasına sağlana kısa vadeli menfaatler için terk edildi. Oy vermek gibi gayet kolay bir iş sayesinde devlet hazinesinin sınırsız gibi görünen imkânlarından yararlanabilmenin yolu açıldı. “Devletin malı denizken…” insanlar neden “yükselmek, ileri gitmek” için uğraşığ didinmeliydi ki?

 

Elbette bu, işin kolay açıklaması. Bunun altında yatan psikoloji ise daha derin ve karanlık.

 

İş sadece devlet imkânlarına seçilmiş iktidarların vasıtasıyla ulaşmakla ilgili değildi.

 

İş, siyasetin limbik sistemimizi sürekli uyarmasıyla ilgiliydi.

 

Atatürk Türk yurttaşlarına “kazandıkça, ilerledikçe mutlu olmanın” yolunu gösteriyordu. Aslında bu yol, “muasır medeniyetlerin” hepsinin istisnasız benimsediği ve çocuklarına da öğrettiği yoldu.

 

Şeriatçılıkla malul “merkez sağ” ise öncelikle oy gibi kolay bir yolla sonra ezberlenmiş ritüellerin tekrarı gibi bir alışkanlıkla kazanılacak ebedi ve sınırsız bir haz hayaliyle her gün ama her gün zihinlerimizi uyardı.  Bu sürekli uyarımın sonucunda “kazanılacak zorlu zaferlerin ve başarıların müstakbel zevki”nin yerine, kısaca, kolayca, çabucak yapılacak işlerden elde edilebilecek hem kısa vadeli hem de sonsuz ve sınırsız zevklerin hayali geçti.

 

“Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir!” diyen Türk çocuklarının Andı kaldırıldığında, artık Türk bilincinin tabutuna son çivi çakılmıştı.

 

Çünkü yükselmek ve ileri gitmek zevkinin yerine, basit bir taraftarlığın ezberlenmiş işlerini, ritüellerini her gün tekrarlayarak elde edilecek   hanideyse cazip cinsel  vaatlerin yarattığı “sanal tatminler” geçti.  Atatürk’ün büyük ülkücülüğü, bu basit, kolaycı “cennetçiliğin” yanında “faşizm” oluverdi.

 

Sorun budur: Türk toplumu, bir yandan etnik ırkçıların sürekli tehditleriyle diğer yandan şeriatçılığın sürekli mensubiyet ve cennet vaatleriyle iki telkin kutbunun geriliminde bir  adrenalin - dopamin bağımlısı haline getirildi.

 

Aklı başında olanlar, siyasetin sürekli uyarımlarından rahatsızlıklarını dile getirseler de Türk halkı  her tehditle ya da vaatle kafasında anlık olarak beliren izlenimlerin onda yarattığı adeta uyarıcı-uyuşturucu tepkilerine bağımlı hale geldi.

 

Sürekli terör tehdidiyle  “ Savaş”, sürekli cennet vaadiyle “Kaç!” uyarımına maruz kalmak, Türk halkını “bedava tatmin”  döngüsüne soktu.  Böylece şiddetli uyarıcıların ve uyuşturucuların pahalı tatminlerinin yerini, siyasi gerilimi sürdüren aktörlerin empoze ettikleri izlenimler aldı.

 

Bu izlenimlerin işi, Türk insanını gerçekten düşündürmek değil. Bu izlenimlerin tek işi beyin tabanındaki en iptidai bölgeyle meydana getirilen biyokimyasal dürtüleri uyarmak.  Bu biyokimyasal dürtüler de yaşamak için nefes almaktan başka bir şeye ihtiyacının olmadığını bilen ve daha fazlası için çabalamayı da gereksiz bulan koskoca kitleler yaratıyor.

 

Böylesi kitlelerle ne ulus devleti ayakta tutulabilir ne de medeni dünya ile beraber yaşanabilir. Başka bir yazının konusu olmakla birlikte  dünyadan gitgide daha kalınlaşan vize duvarlarıyla ayrılmamızın asıl sebebi, büyüyen alt beynimiz ve dürtü bağımlılığımızdır.

 

 

Hiç yorum yok: