13 Eylül 2024 Cuma

Narin’in Köyü Vatan Mı?

 


Her sabah olduğu gibi bu sabah da annemle Yılmaz Özdil’i seyrettik.

 

Programında sıradan vatandaşların amatör haberciliğiyle gelişen “vatandaş gazeteciliğinden” bahsettikten sonra Narin’in köyünde vatandaş gazeteciliğinin olmadığını söyledi.

 



Narin’in köyünde vatandaş gazeteciliğinin olmamasının asıl sebebi, “vatandaş gazeteciliğinin yapılamaması” değildi; o köyde “vatandaşlık bilincinin” olmamasıydı. Bu çok ağır bir cümle gibi okunabilir ama sanırım kuzucuğun amcası olan adam, birkaç gün önce köyün dışındaki polis noktasından şikâyetçi olmuş, “O polis noktası oradan kalkmazsa ya kan çıkar ya da biz köyden gideriz!” diye devlete sözüm ona gözdağı vermişti. Çok geçmeden köye neredeyse bir bölük jandarma geldi, amca beyin ağzının payı verilmiş oldu.

 

Devleti yönetenlerde, Türklük aidiyeti, Türklük bilinci zayıf olduğunda ortaya  bu manzara çıkıyordu.  Çünkü Türkiye’de demokrasi, “Em çok oy alanın her şeyi aldığı” bir tür kumar masasına dönmüştür. Hatta demokrasi, sandıktan çıkanın yeni bir devlet kurabileceğinin bile düşünülmesine sebep olabilecek şekilde yozlaştırılmıştır. Demokrasi, en üstün değer, en üstün ahlâkî ölçü haline getirildiğinde, meşruiyetin de tek kaynağı sandıktan çıkan oy sayısı olmuştur.

 

Hal böyle olunca demokrasi, “çeşitli oy paketlerini devşirme savaşı” haline geldi.

 

Cumhuriyetin kuruluşunda önce bile devlet otoritesine karşı gelip kendi egemenlik alanlarını kurmak için isyan eden Kürt etnik ırkçılığının feodal odakları, bu yozlaşmış demokrasiyi olabildiğine sömürdü. Ortaya hükümetlerden tavizler alarak devlet otoritesini yıpratmayı kendilerine hak bilen fiili bir feodal egemenlik alanı çıktı. İşte şimdi bölücülerin “Kürdistan” diye andıkları yörelerimiz, oy uğruna kendilerine taviz verilmiş fiilî Kürt feodal “egemenlik” alanlarıdır.

 

Demokrasi sömürücüsü etnik Kürtçülük, gemi öylesine azıya almıştır ki sözüm ona kendi topraklarında devletin iş makinesinden, öğretmenine kadar bütün unsurlarına düşmanlık göstermekten çekinmemiştir. Hatta Marksist kökenine rağmen ilgili bölgelerimizdeki feodal, teokratik odaklarla bile Kürtçülük ortaklığında anlaşabilmiştir.

 


“Gidemediğin yer vatan değildir” sözünün muhatabı aslında vatandaş değildir. Bu sözün muhatabı, vatandaş üstünde güç kullanma yetkisine sahip olanlardır. O yüzdendir ki  Andımız’dan Medeni Kanun’a kadar Türk egemenliğinin bütün  unsurlarının, “vatanın” her köşesinde ayrımsız, istisnasız ve tavizsiz uygulanması  mümkün olmazsa, sandığın da demokrasinin de anlamı kalmaz.

 

O yüzden Narin’in köyünün vatan yapılması, Türk dilinin, Türk kanunlarının, Türk yargısının, Türk kolluk güçlerinin yalnız ve ancak Türk olarak orada her şeyden üstün ve egemen şekilde bulunmasıyla mümkün olabilir. Narin’in köyünde Narinler öldürülebildiği müddetçe orasının vatan olması güçleşir.

 

İşte o yüzden Andımız’ı  verdikleri oylarla kaldıran “ahalimiz”, “Gidemediğin yer vatan değildir…” sözü hakkında  her gün düşünmelidir.

 

 

10 Eylül 2024 Salı

Feodalizm Sadece Ekonomik Bir Sorun Mudur?

 

Feodalizmde Görmezden Gelinen Etnik Kültür

Sosyalist okumuşlarımız için dünya iki şeyden ibarettir:

 

1-     Sınıf mücadelesi

2-     Ekonomik şartlar

 

Sosyalistlere göre insanlar, mensup oldukları sınıfa göre davranış gösterirler. Mensup oldukları sınıfı da onların ekonomik şartları belirler. Dolayısıyla söz gelimi herhangi bir işçinin, burjuva alışkanlıkları geliştirmesi, öncelikle ekonomik şartlarından dolayı, sonra da “sınıf bilinci” sebebiyle neredeyse imkânsızdır.

 

Marksizm, kendi tarih şablonu ve içeriksiz terimleriyle öyle kapalı bir devre kurmuştur ki mekanizması yukarıdaki iskelete dayanan bu kapalı devre, bir kesin inanç motivasyonuyla sürekli hareket ettirilir.  İşte bu hayalî devr-i daim makinesine “devrim” denir.

 

Devrimci bakışa göre dünya tarihini oluşturan şey bir sınıflar mücadelesidir. Dolayısıyla Marksizmin “insanı” da  aslında liberalistlerin kavramsal bireyi olan Homo economicustur. Aralarındaki tek fark,  Marksizimin  sınıf bilinci denen  kurgudur. Feodalite de tarihin eski dönemlerine ait bir ekonomik sınıf kategorisi olarak kabul edilir.

 

Dolayısıyla  Marksizme göre bu eskimiş, köhnemiş bu sınıfa ait şeyler, devrimci bilinçle, sınıf egemenliğiyle bağdaşmayan gerici eylemler ve durumlardır.

 

Marksizm dünyayı ve tarihi “en akılcı” şekilde açıkladığını düşünmesine rağmen teknolojinin akıl almaz biçimde gelişip emeğe dair bütün hipotezlerinin birbiri ardınca çöpe yollandığı günümüzde, sözgelimi Türkiye’de “feodalitenin” nasıl olup da varlığını hâlâ sürdürebildiğini açıklayamaz.

 

Bunun en büyük sebebi, Türk solunun, bir “sömürge aydını” zümresi olmasıdır. Türk solu için gündem ya da sorunsal takımı, ideoljisinin ana ekseninde “bağımsız” şekilde oluşturulmamıştır, Türk soluna sorunsal, başta SSCB olmak üzere komünist şefleri tarafından dikte edilmiştir.  Bundan dolayıdır ki dünyanın geri kalanında “ulusal sol” partiler kendi ülkelerinin refahıyla ilgili sorunlara eğilirken Türk solu, Türk olan her şeyden alabildiğine nefret eden, enternasyonalist, Rus-Çin vesayetçisi ve başlıca uğraşı Kürt etnik ırkçılığının Marksist örgütlenmesine odaklanan, yabancılaşmış bir sömürge işbirlikçisi aydın tugayı haline gelmiştir.

 

(Bu bağlamda Atatük’ün “yenileşme ve ilerleme”  amacıyla kurduğu “inkılâpçılık” da basit ve ucuz bir eşseslilik oyunuyla “devrimcilik” adıyla alabildiğine sömürülmüştür.)

 

Peki ama bütün bu anlatılanların konuyla ilgisi nedir?

 

Sol, dünyayı yukarıda sözü geçen ölçütlere göre kendince açıkladığında, bu etkenlerin dışında kalan her şeyi, “ikincil”, “etkisiz”, “önemsiz” ve “edilgen” faktörler olarak görür. Bu tutumu “üst yapı” olarak tanımlar. Buna göre sözgelimi “kültür”, aslında belirleyici olmayan, sadece ekonomik şartların etkisiyle şekillenen bir “üst yapıdır”.

 

Bütün bu düşünce nebulası, Türkiye’de solun Kürtçü demir çekirdek eylemciliğinin merkezi etrafında döner.

 

Hal böyle olunca Türkiye’de Kürt feodalitesi, solun ancak “Ulusal Sorun’dan” gelen “halkların kendi kaderini tayin hakkı” safsatası kadar anlamlıdır. Sol için “Kürt” kimliği, tarihsel materyalizmin şablonu içinde “ezilen halklar” kategorisinin “şanlı” bir üyesidir. Öyle ki sol Lenin’in “Milliyetçilik, azınlıklar için devrimcilik; çoğunluklar içinse faşizmdir!” sözde vecizesi ile Türk karşıtlığını kendi ideolojik etiğinin merkezi yapmıştır.

 

Son on yıldır, milliyetçiliğin gerekliliğini istemeden de olsa fark etmeye başlayan “ulusalcılar” belki biraz Türk düşmanlığından sıyrılsalar da hâlâ Ortadoğu’da artık ülkelerin bütünlüğünü terk eden Kürt feodalitesine salt ekonomik/Marksist bakışlarını sürdürüyorlar. Onlara göre Kürt feodalitesi bir ekonomik sorundan ibaret.  Doğu ve Güneydoğu ekonomik olarak kalkındığı anda insanların feodal bağları çözülecek ve sınıf bilinci her şeyi halledecek sanıyorlar.

 

Bu noktada “kültürü” bir üst yapı olarak küçümsedikleri için düğünlerinde tonlarca altın takılan, Türkiye’nin geri kalanı kadar kaçak elektrik kullanan, kişi başına düşen lüks araç sayısında ülkenin geri kalanından çok önde olan insanların nasıl olup da Marksist bir narko-terör örgütünün ideolojisiyle güdülenebildiğini açıklayamıyorlar.

 

Kültür için Erol Güngör “ hayatına ihtiyaçlarına cevap verme tarzı”  gibi bir tanımlama getirir. Şüphesiz coğrafya, geçim şartları vs  bu cevap tarzını etkiler. Öte yandan “değerler” toplumdan topluma değişir. Değerler Ayn Rand’a göre “ edinilmek  ve edinildiğinde de korunmak istenen varlıklar”dır. Bunlar maddi olabildikleri kadar manevi şeylerdir de. Öyle ki muhakememize ölçü olur ve “değer yargıları” üretirler.

 

O halde feodaliteye bakarken feodalliği bir “değer” olarak koruyan toplulukların ekonomik koşullarının ötesine  bakmak gerekir. Eğer böyle bir bakış geliştiremezsek ideolojisi  açıkça  Marksist olan etnik ırkçı partilerin nasıl olup da etnik feodal oy paketleriyle beslendiklerini anlayamayız.

 

Burada anlaşılması gereken şey, feodalitenin, “etnik” denen ikincil kültür yapılarının içe kapanık, korumacı, tepkisel kültürlerinin bir sonucu olduğudur.

 

Her topluluk/toplum, birleştirici ilkeler ve semboller arar. Bu semboller hem ona bir hareket amacı verir hem de onun kimliğini gösterir.

 

Feodalite sadece bir değerler ve simgeler kurumu değildir. O aynı zamanda bu değerler ve simgelerle berkitilmiş kapalı toplumun egemenlik ve yönetim biçimidir.

 

Fransız Devriminin getirdiği dönemde  cumhuriyet olgusu ile artık başta Fransa olmak üzere, kurucu bir ulusun egemenliğinin nişanelerinin bağlayıcılığı, vatandaşların ayrımsızca hukuk önünde eşitliği, bölünmez ve tartışılmaz bir ulus egemenliği gibi kavramlar modern ulus devletinin tanımlayıcı unsurları olmuştu. Modern Fransa sadece aristokrasiyi yıkmadı, ülkede “Fransız” adının bölünmesine yol açabilecek bütün “etnik”  kültürleri bastırdı.

 

(Etnisite, Orha Türkdoğan’ın ve A. T. Önder’in aktardıkları gibi “ana kültürden ayrılan ikinci kültür grupları” anlamına gelir. Etnisite “soy bağını” tanımlamaz.)

 

Bu şekilde ulus devletine rakip olabilecek potansiyel feodal unsurları ortadan kaldırdı.

 

Oysa 21. YY Türkiye’sinde feodalite, salt bir kültürel renk olarak yaşamıyor; doğrudan doğruya Türk Devleti’ne rakip bir egemenlik odağı olarak varlığını sürdürüyor. Feodalite, Doğu ve Güneydoğu’da siyaseti oy manipülasyonlarıyla doğrudan etkilediği gibi günlük hayatı ve asayişi dahi kendi etnik/ikincil kültürüne göre şekillendirebiliyor, baskılayabiliyor. Bütün bu etnik/ikincil kültürel yapılar, “sınıf bilinci” açıklamasına hiçbir şekilde uymamasına rağmen doğrudan sosyalist Kürtçü siyasetin omurgasını oluşturabiliyor.

 

Ulustan ayrı bir kimlik geliştirmesine izin verilen bir feodal egemenlik kurumunun ulus egemenliğini tanıması, bu egemenliğin sağladığı hukuk, eğitim, sağlık birliğini tanıması ve benimsemesi çok zordur. Çünkü feodalitenin dayandığı değerler ve kültür, ulus devletinin ortaya koyduğu “ayrımsız vatandaşlık”, “ ulus birliği”, “hukuk önünde eşitlik”, “bireysel değer” gibi kavramlarla taba  tabana zıttır. Feodal kültür “Aynı derebeyine bağlı olanlar ve olmayanlar” dışında bir kimliklendirme geliştiremez. Bu kimliklendirme de “türdeş olanların korunması, diğerlerinin umursanmaması” dışında bir değer yargısı geliştiremez.

Bundan dolayıdır ki feodal kültür, kurban psikolojisiyle geliştirilen bir toplayıcılık güdüsünden ibarettir. Peki ama bunu sol şablonla açıklamak mümkün müdür? Hayır.

 

Çünkü  feodal kültür, kendi mevziinden çıksa bile kafalardaki yerini korur ve en bireyci, özgürlükçü refah ülkelerinde bile kendisine uymayana karşı hırçınlık gösterebilir.

 

Demek ki feodalite ekonominin zorunlu bir sonucu değildir. Feodalite, değer ve kültür üretiminde kısır kalmış kapalı toplumların sığınağı ve yegâne “yönetim biçimidir.”

 

Türkiye’nin esas sorunu, Türk Devleti’nin egemenlik nişanelerinin bir kısmını feodaliteye terk edip etmeyeceğidir.

 

Narin olayının da öğretmen , asker, polis şehadetlerinin de esas sebebi budur.

 

 

 

 

 

 

 

 

9 Eylül 2024 Pazartesi

Kimin Ordusu Kimin Kılıçları?

 

Şeriatçı Popülizmin Türk Ordusuna Bakışında Liberalistlerin Rolü

2000 li yılların başlarında, liberalist okumuşlar Türk fikir hayatına çok hızlı girdiler.

 

Şüphesiz hükümet eliyle kayırmacılığın, döviz serbestisinin ve sihirli
“piyasa” kelimesinin getirdiği “hürriyet” rüzgârı, halkımızı çoktan mest etmişti. Yine de devlete duyulan güven,  devletle  milletimizin gönül bağları henüz hâlâ yerindeydi.

 

Oysa bilinmeyen bir gerçekliğin de tohumları ekilmişti. Şeriatçılığın en “ılımlısından” en köktencisine kadar her tipi toplum içine çok daha rahat kök salmaya başlamıştı. Bunun en büyük sebebi, zihnen Türk’e yabancı, birçoğu Türk soyundan da gelmeyen, Türklük bilinci son derece zayıf siyasetçilerin, kendini güçlü hisseden devlet aygıtı içinde rahatlıkla yer edinmelerine imkân verilmesiydi.

 

Sosyalizm hem güç hem itibar kaybetmişti. Bu durum özellikle din ekseninden sosyalizmi vurmaya çalışan batı ülkelerinin Türkiye üzerindeki projelerini güçlendirdi. Buraya kadar her şey zaten bildiğimiz şeyler. (Özünde “Türk-İslamcılık” vs. olmayan Türk milliyetçiliği bile gerek siyasi popülizm, gerekse “zindan travmaları” yüzünden tarikatçiliğin etki alanına sürüklendi).

 

Halkın “merkez sağla” temsil edilen çoğunluğunda hâlâ kayda değer bir İnönü-CHP antipatisi olmakla birlikte iş devletin özüne geldiğinde toplum büyük bir beraberlik gösteriyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin lâik, üniter bir ulus devleti olduğu konusunda hiç kimsenin şüphesi yoktu.

 

İşte bu ortamda DP popülizminin daha yeşil bir tonu olan “ılımlı İslamcılar” yaygın İnönü-CHP antipatisini, alabildiğine sömürerek egemen merkez sağı “uyarmağa” başladılar.  Bu noktada da devreye yeni liberalistler girdi.

 

Bu liberalist okumuşlar, akademik unvanlara sahip, yetkin insanlardı. Liberalist dünyadan etraflı ve güzel çeviriler yapıyorlardı. Öyle ki Türk sağına “neden solcu olunmaması gerektiğini” akıl, mantık ve vicdan çerçevesinde öğretecek gibi duruyorlardı.

 

Uzunca bir süre bu durum devam etti. Öyle ki adıyla sanıyla Liberal olan bir parti bile bu liberalist okumuşların yanında bir karikatür gibi kalıyordu. ( Bu satırların yazarı da 1998- 2009 yılları arasında  bahsi geçen liberalist okumuşları yakından izlemiştir.)

 

Ne var ki hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Halkla beraber , halkın yanında görünen  liberalist okumuşlar, halkın ortak değeri göz bebeği gibi görünen ana kurumlara hiç de onun gibi muhabbetle bakmıyordu.

 

Evet, görünüşte temel haklardan ve hürriyetten yanaydılar ama bu söylemin içinde bir şeyler eksikti. O eksiklik “milliyet duygusuydu”. Yayınlarından, toplantılarına kadar hemen her faaliyetlerinde yabancı vakıflardan destek alan liberalist okumuşlar Türk halkına öyle bir devlet tasavvuru sundular ki bu tasavvur, hali hazırdaki “renksiz, kokusuz, boş ve içeriksiz Anayasa” fetişinin temeli oldu.

 

Liberalistler için “milliyetsizlik” her türlü hakkın, hürriyetin ve demokrasinin gereği idi. Öyle ki içinde Türk adı geçen her şey faşist, ırkçı, baskıcı idi. Hatta bu liberalist okumuşlardan biri bu satırların yazarına “Ya milli egemenlik insan haklarını çiğnerse?” diye sormuştu. Soru, vicdana sesleniyordu. Öte yandan iki farklı kategoriyi kıyaslıyor ve dahası gizli bir kabulü gerekli kılıyordu. O kabul de “millet dışında bir insanlık kategorisinin varlığını kabul etmemizin gerekmesiydi.”  Böylece aslında  devletlerin milletlerce oluşturulmadığı, oluşturulmaması gerektiğini, devletin, adı sanı, milliyeti ne olursa olsun her “insana” hizmet etmesi gerektiği kabul edilmeliydi.

 

Böylece devleti milletten, milleti oluşturan her türlü değerden ve duygudan yani milliyetten uzak, tam anlamıyla kimliksiz ve nötr bir “güç kullanıcısına” dönüştürmemiz gerekiyordu. Bu görüşün son hali, “ İçinde Türk adı geçmeyen Anayasa” olarak bugün hâlâ gündemi meşgul ediyor.

 

Hal böyle olunca liberalistlerin orduya yüklenmesi gerekiyordu. Çünkü Türk toplumunun düşüncesinin ve ruh dünyasının omurgasını Türk Ordusu meydana getiriyordu. Çünkü Atatürk’ün dediği gibi “Türkler ordusu lan bir millet değildi, MİLLETİ OLAN BİR ORDUYDU!”

 

Liberalistler, CHP- İnönü antipatisinden köklenen bir ordu karşıtlığını, “akademik” dolayısıyla akılcı, “muhafazakâr” dolayısıyla etik bir planda yıllarca öyle ısrarla savundular ki onların fikirlerinden beslenen bir sözde gazete, örgütlü bir ordu düşmanlığının tetikçiliğini yaptı ve şerefli Türk subaylarına yıllarca süren bir eziyetin müsebbibi oldu.

 

Liberalistlerin “milliyetsiz devlet” hurafesi özellikle etnik ırkçıların ve şeriatçıların Türk düşmanlıkları için bulunmaz bir mesnet oldu.

 

Son dönemde “Mustafa Kemal’in askeri” olmak bile bu sözde liberalist “ nötr devlet” fikrinden dolayı bir tehdit olarak görülmeye başlandı.

Liberalistler, milletin devleti olması gereken devletin, milleti bozacak, onu biçimsizleştirecek, onun ruhunu boşaltacak kimliksiz bir zor kullanıcısı olmasının yolunu açtılar.

 

Kılıç tutan teğmenlere karşı yöneltilen şüphe ve husumetin kökeninde Türk düşmanlığını etik ve demokratik bir gereklilik gibi bize sunan liberalist okumuşların sözde kuramları var.

 

Liberalist okumuşların özellikle dindar bir geçmişlerinin olduğu kuvvetle muhtemel. Öte yandan özellikle Alman “düşünce kuruluşlarından” aldıkları destekler düşünüldüğünde “ceberrut devlete karşı hürriyetçi” muhafazakârlığın nasıl olup da devletin gövdesini çatlatabildiği daha iyi anlaşılabilir.

 

Savunulduğu ülkelerde milletlerin refahı, hürriyeti ve birliği için kullanılan bir düşünce aygıtı, özüne yabancılaşmış ve besleme bir okumuşlar grubunun elinde,  Türk Milleti’ne ve onun kutsal ordusuna bir  silah gibi yöneltildi.

 

Liberalistlerin yapmaya çalıştığı şey, Türk olmayan, iradesiz, kimliksiz, profesyonel fedailerden başka bir şey olmayan bir tetikçiler topluluğu.

 

Liberalistler Türk halkının zihnini öyle zehirledi ki halk artık “Türk olmayan” bir orduyla hiçbir şeyin korunamayacağını idrak edemez oldu. Liberalistlerimiz yabancılaşmış, mankurtlaşmış olabilir. Halkın sorumluluğu, kendisine sunulan akıl ve ahlâk söylemlerini kendi aklıyla ve vicdanıyla tartmasıydı. Türk halkı kendi askerinin onurunu korumadığı takdirde başka askerlerin çizmesini parlatacağını unutmamalıdır.

 

 

7 Eylül 2024 Cumartesi

Ülkü Toplumundan Dürtü Toplumuna

 

Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken sadece yeni bir devlet kurmuyordu; öz değer ve öz güven hislerine sahip yepyeni bir toplum kuruyordu. O toplumun kalıtsal kökenleri, kültürü ve tarihi zaten vardı, tek eksiği “bilinciydi”. İşte Atatürk o topluma "unutulmuş büyük tarihi vasfını" hatırlatarak, yılların toprağı altında kalmış büyük Türklük bilincini uyandırmıştı.

 


Bu bilincin sürekli uyanık kalması için de ona amaçlar ve hedefler verdi. Bu amaçlar ve hedefler, Türk toplumunun sürekli çabalarla kendisini uyanık ve diri tutması için  verilen ülkülerdi. “Andımız”da  bu ülkü tekrarlanarak toplum daha çocukluktan itibaren  Türk Ulus Devleti’nin koruyucusu ve sahibi yapılıyordu.

 

Oysa özellikle 1950’lrden sonra  demokrasinin yozlaşmasıyla birlikte  siyasi çıkarlar uğruna  toplum yavaş yavaş ülküsüzleştirildi.

 

“Dinlenmemek üzere yola çıkanlar asla yorulmazlar.” Sözündeki idealizm/ülkücülük, yerini, oy pahasına sağlana kısa vadeli menfaatler için terk edildi. Oy vermek gibi gayet kolay bir iş sayesinde devlet hazinesinin sınırsız gibi görünen imkânlarından yararlanabilmenin yolu açıldı. “Devletin malı denizken…” insanlar neden “yükselmek, ileri gitmek” için uğraşığ didinmeliydi ki?

 

Elbette bu, işin kolay açıklaması. Bunun altında yatan psikoloji ise daha derin ve karanlık.

 

İş sadece devlet imkânlarına seçilmiş iktidarların vasıtasıyla ulaşmakla ilgili değildi.

 

İş, siyasetin limbik sistemimizi sürekli uyarmasıyla ilgiliydi.

 

Atatürk Türk yurttaşlarına “kazandıkça, ilerledikçe mutlu olmanın” yolunu gösteriyordu. Aslında bu yol, “muasır medeniyetlerin” hepsinin istisnasız benimsediği ve çocuklarına da öğrettiği yoldu.

 

Şeriatçılıkla malul “merkez sağ” ise öncelikle oy gibi kolay bir yolla sonra ezberlenmiş ritüellerin tekrarı gibi bir alışkanlıkla kazanılacak ebedi ve sınırsız bir haz hayaliyle her gün ama her gün zihinlerimizi uyardı.  Bu sürekli uyarımın sonucunda “kazanılacak zorlu zaferlerin ve başarıların müstakbel zevki”nin yerine, kısaca, kolayca, çabucak yapılacak işlerden elde edilebilecek hem kısa vadeli hem de sonsuz ve sınırsız zevklerin hayali geçti.

 

“Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir!” diyen Türk çocuklarının Andı kaldırıldığında, artık Türk bilincinin tabutuna son çivi çakılmıştı.

 

Çünkü yükselmek ve ileri gitmek zevkinin yerine, basit bir taraftarlığın ezberlenmiş işlerini, ritüellerini her gün tekrarlayarak elde edilecek   hanideyse cazip cinsel  vaatlerin yarattığı “sanal tatminler” geçti.  Atatürk’ün büyük ülkücülüğü, bu basit, kolaycı “cennetçiliğin” yanında “faşizm” oluverdi.

 

Sorun budur: Türk toplumu, bir yandan etnik ırkçıların sürekli tehditleriyle diğer yandan şeriatçılığın sürekli mensubiyet ve cennet vaatleriyle iki telkin kutbunun geriliminde bir  adrenalin - dopamin bağımlısı haline getirildi.

 

Aklı başında olanlar, siyasetin sürekli uyarımlarından rahatsızlıklarını dile getirseler de Türk halkı  her tehditle ya da vaatle kafasında anlık olarak beliren izlenimlerin onda yarattığı adeta uyarıcı-uyuşturucu tepkilerine bağımlı hale geldi.

 

Sürekli terör tehdidiyle  “ Savaş”, sürekli cennet vaadiyle “Kaç!” uyarımına maruz kalmak, Türk halkını “bedava tatmin”  döngüsüne soktu.  Böylece şiddetli uyarıcıların ve uyuşturucuların pahalı tatminlerinin yerini, siyasi gerilimi sürdüren aktörlerin empoze ettikleri izlenimler aldı.

 

Bu izlenimlerin işi, Türk insanını gerçekten düşündürmek değil. Bu izlenimlerin tek işi beyin tabanındaki en iptidai bölgeyle meydana getirilen biyokimyasal dürtüleri uyarmak.  Bu biyokimyasal dürtüler de yaşamak için nefes almaktan başka bir şeye ihtiyacının olmadığını bilen ve daha fazlası için çabalamayı da gereksiz bulan koskoca kitleler yaratıyor.

 

Böylesi kitlelerle ne ulus devleti ayakta tutulabilir ne de medeni dünya ile beraber yaşanabilir. Başka bir yazının konusu olmakla birlikte  dünyadan gitgide daha kalınlaşan vize duvarlarıyla ayrılmamızın asıl sebebi, büyüyen alt beynimiz ve dürtü bağımlılığımızdır.