1 Haziran 2024 Cumartesi

İnsanlık Nedir?

 

İnsanlığın biyolojik bir problem olmadığını “moderniteyle” ortaya koyduk. Modernite, kendi dışındaki topluluklara tavrı yüzünden eleştirilebilir.


 

Ne olursa olsun, “insanlık” modernitenin bir icadı.

Kısaca doğada “insanlık” diye bir şey yok.

 

O halde “insanlık” ne demek?

“İnsanlık”, insan ırkının her ferdinin korunması gerektiğine dair ahlâkî emir niteliğinde  bir koruma arzusu ve yüksek marjinal fayda davranışı. Buna ekonomik bir bakış fazlasıyla duygusuz ve ahlâksız görünebilir. Aslına bakılırsa insanlığın bu tanıma  her toplum seviyesinde rastlıyoruz.  Buradaki asıl ayrım, bu koruma arzusunun ve “marjinal değer” sezgisinin neye dayandığında ortaya çıkıyor.

 

Diğer yandan sanayileşmiş, tarıma daha az bağımlı, iş bölümü geliştirebilmiş toplumlarda “insan”, dünyayı ve daha önemlisi kendi kendini idrak edebildiği için değerli olan canlı anlamına geliyor.

 

Peki ama sanayileşmemiş, tarım toplumlarında, ilkel kabilelerde, kabile bilincinin egemen olduğu topluluklarda durum böyle değil mi? Hayır. İlkel toplumlarda, insan beraberliği ancak belirli somut “tanınabilirlik” ölçülerine dayanır.  İlkel topluluklarda, kabilelerde, aşiretlerde “tanınabilirlik” kanıtlanabilir kan bağına kısa süreli hafızaya dayanan bir beraberlik ölçütü. Ayrıca ilkel topluluklarda, toplumlaşamamış insan beraberliklerinde “insan” ancak ortak üretimde, savaşta ve çıkar mücadelesinde doğrudan ve açık faydası olduğu için  krounması gereken bir tür sanayii üretimi.

 

Bu yüzden de ilkel topluluklarda “oğullarla övünmek” (çünkü soyu sürdüren oğullardır), çoğalarak tehdit haline gelebilmek gibi davranışlar, başattır. Demek ki ilkel topluluklarda -ki buna modern dönemde bile ısrarla sürdürülen aşiretler de dahildir- “insan” ancak kısa vadeli faydaları sağlamak için mekanik bir araç olmanın ötesinde bir anlam taşımaz.

 

Öncelikle şunu anlamamız gerekiyor galiba: Sanayileşme, gökten gelen bir nimet değil. Sanayileşme, sosyolojik gelişmesini büyük ölçüde tamamlamış, kural egemenliğiyle yaşayan, iş bölümünü gerçekleştirecek kadar ayrıntılı bir hayat kurabilmiş toplumların eseri.

 

Neden böyle? Çünkü bu toplumlarda “kan bağı” ölçütü aşılmıştır. Bu toplumlarda kan bağı ölçütüyle oluşturulamayacak kadar büyük bir nüfusun bir arada tutulması mecburiyeti, kanun egemenliği, kural aynılığı ve “kültürleşme” ile sağlanmıştır.

 

Kültürleşme, bir insan grubunun diğerine kendi kültürünü aşılaması olarak kabaca tanımlanabilir. (Bu “kötü” müdür? Herkes “eşit” ve “âdil” yaşayamaz mı? Konu hakkındaki sanırım en ayrıntılı ve tutarlı incelemelerden biri Locke’un “Hükümet Üzerine Birinci ve İkinci İncelemesi”dir. İnsan doğası, eylemsiz, barışçı, pasifist değildir. İnsan doğası kötülüğü de içinde barındırır. Bu kötülüğe engel olabilmek için insanlar bir arada yaşamak zorundadır ve bu beraberliklerin sürdürülebilmesi aynı zamanda insan neslinin korunabilmesi anlamına gelir. Sorun burada ortaya çıkar.  “Beraberliği oluşturan ve sürdürülmeye değer kurallar nelerdir? Bu kuralları kim belirlemiştir? Bu kuralları kim sürdürmelidir? Bütün bu soruların cevabı tek bir sözcükte yatar: “Egemenlik”.  Dolayısıyla insan toplulukları arasında bir “egemenlik mücadelesi” hem doğaldır hem de kaçınılmazdır).

 

Siyasî egemenlik, üreme ile gerçekleştirilemeyecek büyük nüfus artışları sağlamıştır. Oluşturulan büyük nüfus beraberliklerinde artık kabile ölçütleri geçerli olmayacağından ötürü de bu beraberlikleri güvence altına alan bir “zor kullanma” mekanizması kurulması gerekmiştir.  Şüphesiz aşiret, kabile yapılarında da bazı kurallar ve zor kullanıcılar vardır. Ancak bu zor kullanma yetkisi ve onun gerekçesi, aşiretin sınırlarında biter.

 

Oysa siyasi egemenlik kurabilen ve bu yolla kısa zamanda büyük nüfusları teşkilatlandırabilen toplumlarda (uluslar) durum farklıdır. Uluslaşmış toplumlarda artık insanlar salt aynı kanı taşımaktan ötürü değer taşımazlar. Uluslarda insanlar aynı değerleri, aynı duyguları, aynı kültürü sürdürebilmek arzusundan dolayı birbirlerini tanır ve birbirlerine bundan dolayı “değer” verirler. Uluslaşmış toplumlarda kanın, aşiretin, ağanın vs yerini “ortak değer yargıları”, “ortak geçmiş bilinci” (efsaneler ve tarih), ortaklaşmış bir ruh hali (sevinçte ve kederde ortaklık) gibi soyut ölçütler almıştır.

 

Sanayileşme ancak soyut düşünce, değer beraberliği gibi ölçütlerle bir arada yaşayabilen insanların yarattığı ayrıntılı iş bölümünün bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

 

İşte bu yüzdendir ki günümüzün sanayi toplumları, istisnasız, uluslaşmış toplumlardır. Ya da ancak uluslaşabilmiş toplumlar sanayileşme denen büyük ve ayrıntılı üretim ve dağıtım ağını yaratabilmişlerdir. Dolayısıyla uluslarda insan, aşiretlerin mekanik iş gücü ve savaş aracı olmanın ötesinde bir “anlam” taşırlar. Dolayısıyla “insan” ancak  yukarıda saydığımız “anlamları” oluşturabilen “modern” toplumların, ulusların var ettiği bir kavram ve değerdir.

 

Bugünün asıl sorunu ise moderniteyi yaratan uluslarla hâlâ ilkel ve animal kalmakta ısrarlı toplulukların aynı anda var olmasıdır.

Varlık sebepleriyle, varlık gerekçeleriyle, değer farklılıklarıyla birbirinden tamamen ayrı seviyelerdeki insan beraberlikleri için “insan” tanımında kendiliğinde bir fark ortaya çıkar.

 

Bugün ulus devletlerinin yapılarını tehdit eden demografik işgalin en büyük tehlikesi, modern toplumların, ulusların “insan” kavramını paylaşmayan, anlayamayan topluluklardan, bu devletlere doğru akan büyük ilkel nüfus gücüdür.

 

Toplumun değerlerine katkısı olduğu için aynı toplumun beraberliğini önemsediği için “önemli” sayılan insanla aynı dili konuşan, aynı doğal düşmanlarla savaştığı için önemli sayılan “animal” insan aynı şey değildir.

 

Modern toplumlar her Homo sapiensi “insan” olarak görürken ne yazık ki her Homo sapiens aynı değerleri, ölçüleri onlarla paylaşmıyor.

 

Dolayısıyla Homo sapiens, insan, insanlık gibi “kavramların” artık aynı çağda yaşadıkları için çağdaş sayılan toplumlarda aynı şeyi ifade etmediğini anlaşılması gerekiyor.

 

Modern toplumlarda, uluslarda, her biri bir ayrı değer ifade eden, kişilik ve niteliğini geliştirmek için uğraşan , dolayısıyla kendisiyle birlikte toplumuna değer katan bireylerin, aşiret, kabile mensupları tarafından her gün vahşice öldürülmesi veya kısıtlanması, “insan” tanımının bir daha gözden geçirilmesini gerektiriyor.

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok: