22 Ekim 2023 Pazar

İnsanlar, Uluslar ve Hayali Toplumlar

 


İnsana dair hiçbir şey insanüstü bir otoriteden gelmemiştir.

 

Bu insan icadı olan hiçbir şeyin anlamsız olduğunu göstermez.

 

Çünkü insan, kendi dünyasını yaratmak, inşaa etmek zorundadır. Hiç bir şey, insana önceden verili sunulmamıştır.

 

Bu yüzden insan toplumlaşmasına dair hiçbir şey, insan icadı olmasının ötesinde bir anlam taşımaz.

 

Yani inan kendisine kendisinden üstün bir otoritenin v erdiği bir düzen ya da toplum telakkisiyle var olmamıştır. İnsan kendisinin farkında olmak zorundadır.

 

Bunun nasıl olduğunu bilmiyoruz. İnsana varoluşunun farkında olmasını  sağlayan varlığın Tanrı mı yoksa “evrim” mi olduğunu bilmek imkânsızdır.

 

Ama insan bir kez var olduğunu anladığında… Daha doğrusu “varoluş” ortaya çıktığında ki insan dışındaki hiçbir biyolojik tür böyle bir bilince  sahip değildir,  hiç bir tür yok olup gitmek korkusunu taşımamaktadır.

 

Değer üretmek yalnızca insana özgü bir yetenektir. “Değer nedir?” diye soracak olursak bu, “Elde edilmek istenen ve elde edildiğinde de korunmak istenen varlık” anlamına gelmektedir  ki hiç bir hayvan türünün böyle bir ayırt etme yeteneğinden bahsedilemez.

 

Bu yetenek, insan denen hayvan türüne Tanrı tarafından mı bahşedilmiştir yoksa evrimin rastlantısallığının bir sonucu mudur bilinmez ama madem bir kez ortaya çıkmıştır, bu bilinç türümüzü diğer türlerden (aslında cinslerden) ayırt eden tek özelliktir.

 

Karşı cinsiyetle her halükârda ilişkiye girmek isteyen bir hayvan türünün kaçınılmaz dürtüleriyle bir toplumsal düzen kurmak isteyen insanların, aynı zamanda bu hayvanca dürtülerine söz gelimi karbon atomunu yaratan bir yaratıcıyı şahit ve dahası “sahip” göstermesi bu yüzdendir ki insanı diğer hayvanlardan ayıran varoluş bilincinin açık sömürüsüdür.

 

Yani? İnsan toplumlaşması “doğal” değildir, doğaya aykırıdır. Neden böyledir? Çünkü insan toplumlaşması, toplu bir anlamlandırma işlevinin soncudur.

 

Ve fakat…

İşte tam da bu sebepten toplumlaşmaya girişen insanların ortak bilinç geliştirebilme yetenekleriyle sınırlıdır.

Dolayısıyla… Zürafa doğanın bir “emri” iken Türk, Arap ya da Kürt kimlikleri, doğanın bir emri değildir. Bu kimlikler, bu kimlikleri zaman içinde oluşturan toplumların eseridir.

 

Öte yandan bu kimlikler birbirleriyle eşit değildir, çünkü bu kimliklerin oluşma biçimleri, içerdikleri toplumsal birikim ve kültürel gelişmişlik eşit değildir.

 

O halde şunu anlamalıyız ki her toplumsal oluşum, hukuk geliştirici ve devlet yapabilen ulus seviyesine ulaşamadığı gibi aynı derecede bir “etikete” de sahip olamaz.

 

O halde hepimiz “hayali” kimliklere” sahibiz. Hepimiz bu hayali kimliklere sahipken hepimiz bu kimlikleri oluşturan anlam geliştirme yeteneğimizi ortak anılar biriktirerek gelecek nesillere aktarıyor ve buna “tarih” diyoruz.

 

Burada da ortaya bir sorun çıkıyor ki o da kimi toplumların( ulusların) ortak anıların kendilerinin yazması, ulus olamayan, egemen olamayan, uydu olan, kurban duygusunu içinden atamayan, bağımlı bir takım toplulukların  “tarihin” içinde, tarihi yazanların kendilerinden söz ettiği kadar var olabilmeleri. ( Bu ayrı bir konudur…)

 

O halde… İnsanın “hayali” sanılan bütün kimlik oluşumları aslında onun dünyaya kendince verebildiği anlamlarla ilgilidir ki her toplumun bunu yapabilecek kaabiliyeti yoktur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2 yorum:

selcen dedi ki...

"O halde… İnsanın “hayali” sanılan bütün kimlik oluşumları aslında onun dünyaya kendince verebildiği anlamlarla ilgilidir ki her toplumun bunu yapabilecek kaabiliyeti yoktur." NOKTA.

afşar dedi ki...

Teşekkür ederim hocam. Her zaman beklerim.