17 Şubat 2021 Çarşamba

Düşünmüyoruz Ve Yok Olmak Üzereyiz






Sorun şu: “Olmakla” “ Gibi olmak” arasındaki fark,   gelişmişlikle geri kalmışlık arasındaki farkı oluşturuyor.

 

Peki ama bunu saptamak o kadar kolay mı? Elbette bunun hemen ortaya çıkan pek çok sonucu  var.

 

Malum, sayıya dökemediğiniz şey anlamsız sayılıyor. Bu ne kadar doğrudur o da tartışılır ama geri kalmış ülke aydınları ki aslında onlar matematikten hiç anlamaz, matematikle anlayacaklarını sandığımız şeylere örnek verecek olursak: Yayınlanan kitap sayısı,  ulaşılabilen kaynak sayısı,  süreli /düzenli yayın çeşitliliği, ülkede bilinen edebi tür sayısı gibi pek çok “sayılabilir”   unsur, gelişmişlik seviyesi açısında bize ölçü olabilir. ( Aslına bakılırsa gelişmiş ülke aydını matematiği, düşünce aygıtı olarak kullanırken  geri kalmış ülke aydınları onu hâlâ mağara adamının “sayma” aracı olarak kullanıyor…)

 

Peki ama olmakla, gibi olmak arasındaki farkın gerçek kökeni ne?

 

Bu köken “düşünmek” ile “ taklit etmek” arasındaki farkta yatıyor.

 

Düşünmek,  “kavrayışlar için gereken materyallerin yani kavramların keşfedilmesi”, “ var olanların yani olguların farkına varılması”  “ilişki kurmak”, “bağlantı kurmak”, “bağlam oluşturmak” gibi işlemlerin hepsinin bir arada yürütülmesi demek.

 

“Taklit etmekse” düşünüyor gibi yapmak düşünen insanların sözlerini tekrarlayarak düşündüğünü sanmaktan ibaret.

 

Gelişmiş ülkelerde akademinin “bahşettiği” doktora, “konusunda düşünebilen, kendi düşüncelerini meydana getirebilecek kadar yeterli görülen insanlara verilen” bir unvan.

 

Geri kalmış ülkelerde ki buna Türkiye’yi rahatlıkla örnek verebiliriz, doktora unvanı yalnızca “akademinin bahşettiği yeterlilik unvanı” anlamındadır.

 

Gelişmiş ülkelerde alınan bir doktora insanın gerçekten düşündüğünü yani işin felsefesini yaptığını onaylayan “philosophiae doctor” unvanı ile onaylanırken geri kalmış ülkelerde -görünen o ki-  belli bir zanaat sürecinden sonra alınan bir tür ustalık belgesi olarak ortaya çıkıyor.

 

Peki ama bu o kadar önemli mi?

 

Bu o kadar önemli ki…

 

Çünkü düşünen insana değer verilmeyen ülkelerde “ düşünürmüş gibi yapan insana” değer  verilmeğe başlanıyor. Bu durumda gerçek ve yürütücü   bir araçla oyuncak araba arasındaki farkın idrak edilememesi durumu ortaya çıkıyor.

 

Bu durumda düşünen insanların ortaya koydukları gerçek sorular ve gerçek çözümler çöpe giderken taklitçilerin kartondan  bilimleri,  ulusun zamanını ve enerjisini israf ediyor.

 

Ne yazık ki hal böyle olunca elimizde  “gerçek bilgiyi” ya da gerçek düşünceyi” ayırt edebilecek bir ölçü de kalmıyor. Bu durumda, “otorite” kimse onun dediğinin doğru olduğunu kabul etmek mecburiyeti hasıl oluyor.

 

Ve bunun sonucunda meselâ  etnik ırkçı terör “haklardan” bahsederken ülkedeki sayısız hukuk fakültesindeki tek bir hukuk felsefesi doktorunun “ Terör örgütlerinin, etnik ırkçılığın, örnek aldığımız modern hukuk devletlerindeki hukuk oluşturma süreçleriyle meydana getirilen kavramlar hakkında konuşması doğru mu?” gibi basit bir soruyu bile sormadığını, soramadığını görüyoruz.

 

Ya da Anayasa hakkında  ulu orta geliştirilen cahilce veya açıkça haince  sözde düşüncelerin, bu düşünceleri, “Anayasa- ulusal varlık ve egemenlik” ilişkisiyle incelemesi gereken Anayasa hukukçuları tarafından cevaplandırılmadığı  ya da yanlışlan-a-madığı görülüyor.

 

Türkiye’nin bugün üzerinde yaşadığımız hukuk konforu şartlarını, sözde federal bir Irak   haline geldikten sonra sürdürüp sürdüremeyeceği  gibi basit bir mukayeseyi yapamıyor oluşumuz,  var olmayı hak edip hak etmediğimiz konusunda kokutucu bir örnek…

 

Sanırım biz var olmayı kendiliğinden olabilen bir şey sanarak düşünmekten vazgeçiyoruz ve gönüllü bir yok oluşa doğru dolu dizgin gidiyoruz.

 

 

 

 

 

  


Hiç yorum yok: