Bunun demokrasiyi engellemek için bir bahane
olduğunu düşünürdüm. Öyle ya “metodolojik birey” vardı ve insan hakları bu
birey üzerinden mükemmelen tanımlanmıştı. Öyleyse bu çıkarımın ve idealin
ötesinde bir irade olamazdı.
Böylece bireyi, her türlü
çoğunluk diktasından, seçkinci
zorbalığından vs koruyacaktık.
Burada bir noktayı atladığımı
yıllar sonra fark ettim. O da “metololojik bireyin”, aynı zamanda “kötüyü de seçebilen
bir irade kullanıcısı” olduğuydu.
“Kötü” neydi? Kötü, yaygınlaştığı takdirde bütün toplumun dağılmasına sebep
olabilecek eylemlerin tamamıydı ki bu da
hayat, mülkiyet ve hürriyet ( ifade hürriyeti)nden ibaret olan “temel
hakların ihlali” anlamına geliyordu.
Peki ama
metodolojik birey denen ve üzerinde
felsefe yapılan ideal insanın, kötüyü seçme ihtimali adil bir devlet için “insan kalitesine”
dayanan ayrımcı bir yönetimi mi seçmemizi gerektirirdi?
Veya mevcut kötü yönetimleri nasıl
açıklamak veya düzeltmek gerekirdi?
Mevcut kötü yönetimleri
metodolojik bireyin basit bir sapması olarak görmek mümkün müydü? Normalde, bireyin zararlı olanı seçmesi kendisi için ve kendisiyle
sınırlı olarak belki bir özgürlük ve sorumluluk sorunu olabilirdi.
Sorun, adına “ demokrasi” denen
çoğunluk yönetimiyle bireylerin toplu
iradesinin toplumsal düzeni
değiştirmesine gelince çetrefilleşiyordu. Birinin diğerinin hayat tarzı üzerinde tartışmasız
egemenliği arzu edilir bir şey
miydi?
Ama belki de daha önemlisi…
Toplumsal düzenin sahibi olan gerçek toplumsal kimliğe yönelik içten gelen
tehdit veya ihanet metodolojik bireyin özgürlüğüyle mazur ve meşru gösterilebilir miydi?
Yaşam tarzı tercihi açısından
cevap çoğunlukla ilgili değildi. Bu, yaşam tarzının, en byük çoğunluğa,
zararsızlık ilkesi çerçevesinde sağlanabilen en büyük özgürlükle ilgiliydi. Bir
yaşam tarzının egemenliğinin mümkün olan en fazla sayıda “küçük yaşam
tarzlarının” bir rada var olabilmesini mümkün kılması ölçü olmalıydı.
Çoğunlukla ilgili asıl büyük ve yakıcı siyasal sorun belki de şu:
Çoğunluğun kendi kimliğini inkâr edip edemeyeceği veya bilerek dahi iç ve dış düşmanlarla
işbirliğine giderek kendi egemenliğin yok edilmesine alet olup olamayacağı .
Türkiye örneğinde, güncel sorunu
budur. Adına Türk Ulusu denen büyük kitle artık
iç ve dış düşmanların
güdülemesine açık hale gelmiştir.
İş sadece yaşam tarzından ibaret değil. İş, dünya
üzerinde belli bir kimlikle var olup olmamaktır. Uluslaşamamış toplumların dünyadaki
varlıkları gerek kültürel gerekse ekonomik anlamda
uluslaşmış toplumlara tam bir bağımlılık şeklinde ortaya çıkar.
Uluslaşamamış toplumların kendi üretken kültürleri ve ekonomileri yoktur ve
olamaz da…
Dünya üzerindeki bu varoluş şartı, ulusal düzeyde, belli bir
ülkede herkes için her zaman
geçerli bir kurallar düzeni kurabilmek için de zaruridir.
Bir yerde “ulusal” bir kimlik tesis edemezseniz, hiç kimseyi ayrımsız
uygulanan bir hukuk düzeni için ikna edemezsiniz.
Peki ama “metodolojik birey” bu
sorunu çözmez mi?
Sorun şudur ki “metodolojik
bireyi” tanımlayan filozofların tamamı
uluslaşmış toplumların ve lâik ulusal
devletlerin üyeleridir. Dolayısıyla
onların, ulusal bir devletin sağladığı hukuk birliği dışında etnik ve teokratik
bir devletin var olabileceğine dair bir
telâkkileri yoktur.
Oysa bugün Türk Ulusu’nun insan kalitesi, ulusal egemenlik ve
uluslararası ilişkiler açısından ciddi anlamda
kötü bir sorun haline gelmiştir. Bu sorun, “dağdaki çobanın oyu”
şeklinde ortaya çıkmaktadır. “Dağdaki çoban”, bugün, varlığını sağlayan ulusal
egemenlik ve hukuk birliği gibi iki
varoluşsal temel hakkında, bilgisi olmaksızın karar verebilecek durumdadır.
Metodolojik birey kabulüne göre bu iki
temel hakkında karar verici olmak hakkına sahiptir.
Sorun bunlar hakkında “karar
verdiğinin” farkında olup olmadığıdır. Ayrıca Bu kararının beraber yaşadığı
insanları nasıl etkilediğiyle ilgili bir fikrinin olup olmadığı… Türk toplumunun siyasal çoğunluğunu teşkil
eden ve yaygın bir yanlışlıkla “milli
irade” olarak adlandırılan kitle “dağdaki çobanlardan” oluşmakta.
Bu kitlenin metodolojik bireyinki
gibi bir ahlâkî normu, ahlâka dayalı bir fayda telâkkisi falan yok. Bu kitle,
gönüllü olarak cehaleti seçmiş, sorumsuz bir yetkiyi arzulayan, aklını
ancak “üretmek yerine yağmalamak” için
kullanan bir kitle. Bu açıdan Türkiye’de “milli irade” ancak Neandertahl adamı seviyesinde bir varoluş bilincine sahip olan bir kitle.
Ve bu kitle Anadolu’da Türk’ün
varlığının meşruiyetine karşı çıkan iç ve dış düşmanların gütmesiyle koskoca bir ulusun varlığını
oylayabileceğini sanıyor.
Türkiye’de insan kalitesi artık
yaşam tarzımızı ilgilendiren basit bir konfor sorunu olmanın çok çok ötesinde.
Türkiye’de insan kalitesi artık doğrudan doğruya Türk Ulusu’nun varlığını
tehdit eden bir sorun.
8 yorum:
Milli irade; kimin aklıyla şekillenen irade?
Demokrasi yerine hukukla sınırlandırılmış demokrasi; hangi akılla sınırlandırılmış bir demokrasi?
Sonuç olarak çoğunluğun verdiği karardan bahsederken insan kalitesi kilit nokta. Ellerine sağlık Afşar Abi.
Ben vakit ayırıp okuduğun için teşekkür ederim Yelizciğim senin aklına, gözüne sağlık...
Hocam tekrar merhaba
Tanıdığım bir twitter yorumcusu "Uluslarla ulus altı topluluklar arasındaki ilişki, Neandarthal ile Homo Sapiens arasındaki ilişki gibidir" demişti.
Ulus olmayanın dünya üzerinde varoluşu başkalarının rızasına bağlı...
İstedikleri kadar "dinlerini yaşasınlar", "Türk olmaktan kurtulmuş" olsunlar yahut "halklar kardeş" olsun.
Gizli veya açık ulus bilincine sahip olmayan, aslında "yok"
Mevzuyu şuraya çekeyim: Bu insanlar ve insan kalitesi kaya dibinden çıkmadı. Dün de insanlar kısa vadeli ve bilinçsizdi. Ama onlara "demokrasi" adına ülkeyi ayaklar altına alma yetkisi verilmiyordu.
Korku ile güdüleniyorlardı. Şimdi aç gözlülük ve hırsla güdüleniyorlar. Gözleri artık hiç bir şeyi görmüyor.
Sorum şu: Bir ulusu "demokrasi"ye katlettirecek miyiz?
Saygılar, selamlar...
Selamlar Orhun Bey,
Cevabımız geciktiği için özür dilerim. Soruya cevap vermeye çalışalım isterseniz.
Elbette hiç bir ulus, vatanını ve kimliğini "demokrasi" ile terk etmez. Vatanın ve ulusun bütünlüğüne aykırı hiç bir fikre de normalde demokraside yer verilmez. Türkiye insanlık suçlarının ve vatana ihanetin kanun korumasına alındığı bir ülke oldu. İş başa düşünce kanunların hiç bir önemi kalmaz. Hepsi birer kâğıt parçası haline gelir ve millet her şeyi kendi başına yeniden yazar.
Millet derin bir uykudadır. Bu uyku cehaletin uykusudur. Umarız ki milletin "egmen" kısmının cehaletine ve gafletine karşı devlet aklı ve refleksi gene vatandaşın vatansever kısmıyla sorun nihai biçimde çözülür. O biçim de ancak savaştır. Her zaman bekliyoruz.
"Bu açıdan Türkiye’de “milli irade” ancak Neandertahl adamı seviyesinde bir varoluş bilincine sahip olan bir kitle.
Ve bu kitle Anadolu’da Türk’ün varlığının meşruiyetine karşı çıkan iç ve dış düşmanların gütmesiyle koskoca bir ulusun varlığını oylayabileceğini sanıyor."
Bu iki cümle belkemiği bence bu yazının .Dilinize sağlık.
Selcen Hanım, özenli ve dikkatli okumanız için teşekkür ederim. Zaman ayırmışsınız. Her zaman beklerim.
Merhaba, bu konuyla ilgili benim de bir yazım var.Toplumda birey olamayan insanlar bizim hakkımızda karar veriyor olması çok kötü bir durum. İnsan hakları derken insan olamayanlara hak vermek insanların yaşamını zora sokuyor. Oy kullanma hakkı ülkemizdeki eğitim seviyesinin düşüklüğü sebebiyle en az üniversite mezununa verilmesi gereken bir hak. Bununla paralel olarak eğitim öğretim kurumlarında ders geçme sınıf geçme sisteminin ciddi denetimlere tabi tutulması gerekir. Eğitim ve oy kullanma hakkı mutlaka birbirine bağlanması gereken iki önemli parametre. Eline sağlık güzel yazıydı.
Ortasından okumuşsun. Yaşa var ol. Senin dükkândaki bir yazıyla meşgulüm. O yüzden fazla yorum bırakamadım.
Her zaman bekliyorum. Sağ ol, var ol.
Yorum Gönder