17 Aralık 2015 Perşembe

Ulusal Egemenlikte İnsan Kalitesi Sorunu



Eskiden insan kalitesine vurgu yapanlara kızardım.

Bunun  demokrasiyi engellemek için bir bahane olduğunu düşünürdüm. Öyle ya “metodolojik birey” vardı ve insan hakları bu birey üzerinden mükemmelen tanımlanmıştı. Öyleyse bu çıkarımın ve idealin ötesinde  bir irade olamazdı.

Böylece bireyi, her türlü çoğunluk diktasından,  seçkinci zorbalığından vs koruyacaktık.

Burada bir noktayı atladığımı yıllar sonra fark ettim. O da “metololojik bireyin”, aynı zamanda “kötüyü de seçebilen bir   irade kullanıcısı” olduğuydu. “Kötü” neydi? Kötü, yaygınlaştığı takdirde bütün toplumun dağılmasına sebep olabilecek eylemlerin tamamıydı ki bu da    hayat, mülkiyet ve hürriyet ( ifade hürriyeti)nden ibaret olan “temel hakların ihlali”  anlamına geliyordu.

 Peki ama   metodolojik birey denen ve üzerinde  felsefe yapılan ideal insanın, kötüyü seçme ihtimali  adil bir devlet için “insan kalitesine” dayanan  ayrımcı bir yönetimi mi  seçmemizi gerektirirdi?

Veya mevcut kötü yönetimleri nasıl açıklamak veya düzeltmek gerekirdi?

Mevcut kötü yönetimleri metodolojik bireyin basit bir sapması olarak görmek mümkün müydü?  Normalde, bireyin zararlı  olanı seçmesi kendisi için ve kendisiyle sınırlı olarak belki bir özgürlük ve sorumluluk sorunu olabilirdi.

Sorun, adına “ demokrasi” denen çoğunluk yönetimiyle  bireylerin toplu iradesinin  toplumsal düzeni değiştirmesine gelince çetrefilleşiyordu. Birinin diğerinin hayat tarzı üzerinde  tartışmasız  egemenliği  arzu edilir bir şey miydi?

Ama belki de daha önemlisi… Toplumsal düzenin sahibi olan gerçek toplumsal kimliğe yönelik içten gelen tehdit veya ihanet metodolojik bireyin özgürlüğüyle mazur ve meşru  gösterilebilir miydi?

Yaşam tarzı tercihi açısından cevap çoğunlukla ilgili değildi. Bu, yaşam tarzının, en byük çoğunluğa, zararsızlık ilkesi çerçevesinde sağlanabilen en büyük özgürlükle ilgiliydi. Bir yaşam tarzının egemenliğinin mümkün olan en fazla sayıda “küçük yaşam tarzlarının” bir rada var olabilmesini mümkün kılması ölçü olmalıydı.

Çoğunlukla ilgili asıl  büyük ve yakıcı siyasal sorun belki de şu: Çoğunluğun kendi kimliğini inkâr edip edemeyeceği veya   bilerek dahi iç ve dış düşmanlarla işbirliğine giderek kendi egemenliğin yok edilmesine alet olup olamayacağı .

Türkiye örneğinde, güncel sorunu budur. Adına Türk Ulusu denen büyük kitle artık  iç ve dış düşmanların  güdülemesine açık hale gelmiştir.

İş sadece  yaşam tarzından ibaret değil. İş, dünya üzerinde belli bir kimlikle var olup olmamaktır. Uluslaşamamış toplumların  dünyadaki  varlıkları gerek kültürel gerekse ekonomik   anlamda  uluslaşmış toplumlara tam bir bağımlılık şeklinde ortaya çıkar. Uluslaşamamış toplumların kendi üretken kültürleri ve ekonomileri yoktur ve olamaz da…

Dünya üzerindeki bu  varoluş şartı, ulusal düzeyde, belli bir ülkede  herkes için her zaman geçerli  bir kurallar düzeni  kurabilmek için de  zaruridir.  Bir yerde “ulusal” bir kimlik tesis edemezseniz, hiç kimseyi ayrımsız uygulanan bir hukuk düzeni için ikna edemezsiniz.

Peki ama “metodolojik birey” bu sorunu çözmez mi?

Sorun şudur ki “metodolojik bireyi”  tanımlayan filozofların tamamı uluslaşmış toplumların ve lâik ulusal  devletlerin  üyeleridir. Dolayısıyla onların, ulusal bir devletin sağladığı hukuk birliği dışında etnik ve teokratik bir devletin var olabileceğine dair bir  telâkkileri yoktur.

Oysa bugün Türk  Ulusu’nun insan kalitesi, ulusal egemenlik ve uluslararası ilişkiler açısından ciddi anlamda  kötü bir sorun haline gelmiştir. Bu sorun, “dağdaki çobanın oyu” şeklinde ortaya çıkmaktadır. “Dağdaki çoban”, bugün, varlığını sağlayan ulusal egemenlik ve hukuk birliği gibi iki  varoluşsal temel hakkında, bilgisi olmaksızın karar verebilecek durumdadır. Metodolojik birey kabulüne göre  bu iki temel hakkında karar verici olmak hakkına sahiptir.

Sorun bunlar hakkında “karar verdiğinin” farkında olup olmadığıdır. Ayrıca Bu kararının beraber yaşadığı insanları nasıl etkilediğiyle ilgili bir fikrinin olup olmadığı…  Türk toplumunun siyasal çoğunluğunu teşkil eden  ve yaygın bir yanlışlıkla “milli irade” olarak adlandırılan kitle “dağdaki çobanlardan” oluşmakta.

Bu kitlenin metodolojik bireyinki gibi bir ahlâkî normu, ahlâka dayalı bir fayda telâkkisi falan yok. Bu kitle, gönüllü olarak cehaleti seçmiş, sorumsuz bir yetkiyi arzulayan, aklını ancak  “üretmek yerine yağmalamak” için kullanan bir kitle. Bu açıdan Türkiye’de “milli irade” ancak Neandertahl  adamı seviyesinde  bir varoluş bilincine sahip olan bir kitle.

Ve bu kitle Anadolu’da Türk’ün varlığının meşruiyetine karşı çıkan iç ve dış düşmanların  gütmesiyle koskoca bir ulusun varlığını oylayabileceğini sanıyor.

Türkiye’de insan kalitesi artık yaşam tarzımızı ilgilendiren basit bir konfor sorunu olmanın çok çok ötesinde. Türkiye’de insan kalitesi artık doğrudan doğruya Türk Ulusu’nun varlığını tehdit eden bir sorun.






8 yorum:

Derya Yeliz ULUTAŞ dedi ki...

Milli irade; kimin aklıyla şekillenen irade?
Demokrasi yerine hukukla sınırlandırılmış demokrasi; hangi akılla sınırlandırılmış bir demokrasi?

Sonuç olarak çoğunluğun verdiği karardan bahsederken insan kalitesi kilit nokta. Ellerine sağlık Afşar Abi.

Afşar Çelik dedi ki...

Ben vakit ayırıp okuduğun için teşekkür ederim Yelizciğim senin aklına, gözüne sağlık...

Orhun dedi ki...

Hocam tekrar merhaba
Tanıdığım bir twitter yorumcusu "Uluslarla ulus altı topluluklar arasındaki ilişki, Neandarthal ile Homo Sapiens arasındaki ilişki gibidir" demişti.
Ulus olmayanın dünya üzerinde varoluşu başkalarının rızasına bağlı...
İstedikleri kadar "dinlerini yaşasınlar", "Türk olmaktan kurtulmuş" olsunlar yahut "halklar kardeş" olsun.
Gizli veya açık ulus bilincine sahip olmayan, aslında "yok"
Mevzuyu şuraya çekeyim: Bu insanlar ve insan kalitesi kaya dibinden çıkmadı. Dün de insanlar kısa vadeli ve bilinçsizdi. Ama onlara "demokrasi" adına ülkeyi ayaklar altına alma yetkisi verilmiyordu.
Korku ile güdüleniyorlardı. Şimdi aç gözlülük ve hırsla güdüleniyorlar. Gözleri artık hiç bir şeyi görmüyor.
Sorum şu: Bir ulusu "demokrasi"ye katlettirecek miyiz?
Saygılar, selamlar...

Afşar Çelik dedi ki...

Selamlar Orhun Bey,

Cevabımız geciktiği için özür dilerim. Soruya cevap vermeye çalışalım isterseniz.

Elbette hiç bir ulus, vatanını ve kimliğini "demokrasi" ile terk etmez. Vatanın ve ulusun bütünlüğüne aykırı hiç bir fikre de normalde demokraside yer verilmez. Türkiye insanlık suçlarının ve vatana ihanetin kanun korumasına alındığı bir ülke oldu. İş başa düşünce kanunların hiç bir önemi kalmaz. Hepsi birer kâğıt parçası haline gelir ve millet her şeyi kendi başına yeniden yazar.

Millet derin bir uykudadır. Bu uyku cehaletin uykusudur. Umarız ki milletin "egmen" kısmının cehaletine ve gafletine karşı devlet aklı ve refleksi gene vatandaşın vatansever kısmıyla sorun nihai biçimde çözülür. O biçim de ancak savaştır. Her zaman bekliyoruz.

selcen dedi ki...

"Bu açıdan Türkiye’de “milli irade” ancak Neandertahl adamı seviyesinde bir varoluş bilincine sahip olan bir kitle.

Ve bu kitle Anadolu’da Türk’ün varlığının meşruiyetine karşı çıkan iç ve dış düşmanların gütmesiyle koskoca bir ulusun varlığını oylayabileceğini sanıyor."

Bu iki cümle belkemiği bence bu yazının .Dilinize sağlık.


Afşar Çelik dedi ki...

Selcen Hanım, özenli ve dikkatli okumanız için teşekkür ederim. Zaman ayırmışsınız. Her zaman beklerim.

Aksuvari dedi ki...

Merhaba, bu konuyla ilgili benim de bir yazım var.Toplumda birey olamayan insanlar bizim hakkımızda karar veriyor olması çok kötü bir durum. İnsan hakları derken insan olamayanlara hak vermek insanların yaşamını zora sokuyor. Oy kullanma hakkı ülkemizdeki eğitim seviyesinin düşüklüğü sebebiyle en az üniversite mezununa verilmesi gereken bir hak. Bununla paralel olarak eğitim öğretim kurumlarında ders geçme sınıf geçme sisteminin ciddi denetimlere tabi tutulması gerekir. Eğitim ve oy kullanma hakkı mutlaka birbirine bağlanması gereken iki önemli parametre. Eline sağlık güzel yazıydı.

Afşar Çelik dedi ki...

Ortasından okumuşsun. Yaşa var ol. Senin dükkândaki bir yazıyla meşgulüm. O yüzden fazla yorum bırakamadım.

Her zaman bekliyorum. Sağ ol, var ol.