15 Aralık 2015 Salı

Türkiye’de Medeniyet Kaybı Ve Akademik Otoriterizm



Başlık belki de yetersiz, bilmiyorum. Çünkü  siyasi bir gönderme içeriyor ama zaten hayatta siyasi olmayan ne var ki? Hayatlarımızın bir uzlaşmaya dayalı yaşandığı yerde siyasetsiz yaşayabilmemiz mümkün mü?

Ama  başka bir konuyla ilgili başlığımız.

Konu bilgi üzerindeki otoriterizm  ve bunun sebep olduğu medeniyet kaybı.

Bilginin belli bir düzen içinde alınması insan yaşamının bir döneminde özellikle önemli. Kaldı ki profesyonel bilginin kesinlikle organize ve kabul edilmiş bir otorite elinden verilmesi her şeyden önemli.

Sorun şu: Bilgi  otoritelerinin otoriteleri nereye ve ne zamana kadar sürmelidir? Ya da bilgi akademyanın tekelinde midir?

Türkiye gibi geri kalmış bir köylü toplumunda maalesef öyle. Türkiye’de köylü toplumu bilgi , “bilmesi gerekenlerin” tekelinde ve onlara has bir “altın yük” olarak görüyor.

 Aslında köy toplumu, üretim biçimi açısından sebep sonuç ilişkisine  yabancı değildir. Fakat sorun, köy toplumunun, kendi idrakinin aşan bir üretim  biçimine çok hızlı geçmiş olmasıdır.

Bütün idraki, tohumu ekip bitmesini  beklemek  ve sonra da bundan un elde edilmesinden ibaret olan köy toplumu, bir anda aklının ermediği bir karmaşıklıkta ve hızda işleyen büyük bir seri üretim çarkı ile karşılaşmıştır. Bu öyle bir süreçtir ki köylü istese de sürecin tamamını öğrenemez. Bu yeni vaziyette köylü, ellerinde tüfeklerle ve atlarla gelen İspanyolları büyücü sanan Amerikan yerlileri gibidir.

İşte bu köylü toplumunun evrenin niteliği hakkında düşünmesini beklemek hatadır. Bu köylü toplumunun şehre göçüyle değişen hiçbir şey olmamıştır. Çünkü bu köylü toplumu, karmaşıklaşmış seri üretimin  biçimlendirdiği, karmaşık şehir hayatına adapte olmak yerine kenar mahallelerde kendi  basit hayatını sürdürmeyi tercih etmiştir. Yani Türkiye’de köylülük  kalıcı bir bilinç olarak şehirde erimeden kalmış ve artan  nüfus göçleriyle de şehri  bozmaya başlamıştır.
Bugün Bekir Coşkun’a “Biz kazandık siz kaybettiniz. Sadece İzmir’de ve bir iki sosyete mahallesinde yaşıyorsunuz. Ya bizimle uzlaşacak ya da defolup gideceksiniz!” diyen mektubu yazan da işte bu kitledir.

Bu kitle için bilgi, ancak  bilgiden başka bir şeyle uğraşmayan insanların uğraşması gereken  bir fantezide veya hayalden ibarettir. Seri üretimin karmaşık süreçlerine yabancı kalmış köylüler için “bilgi” ancak profesyonellerin uğraştığı ve sonuçlarıyla kendi yaşam konforunu arttırması beklenen şeyden ibarettir.

Peki ama akademiya gerçekten bilgi üretebilir mi?  Şüphesiz akademiya bilgi üretir. Sorun akademisyenlerin sınırlı bir bilgi türünde sınırsız derinleşmeleriyle  bilinçlerini gerçek dünyanın ve diğer bilgilerin  sorunlarından kaçınılmaz şekilde soyutlamalarıdır.

Bugün doktora derecesi almış herhangi bir akademisyen incir çekirdeğini doldurmayan bir konuda  derinleştikten sonra bir anda dünyanın bütün bilgisine hakimmiş gibi muamele görmektedir. Sosyal bilimlerin herhangi bir sahasında doktora yapan herhangi bir akademisyenin estetikten tutun da psikolojiye kadar her sahada  fikir irad etmesi bugün gayet doğal karşılanan bir durum. Peki ama hayatı yalnız tuhaf ve geçerliliği tartışılır saçmalığın kıyısındaki tarihsel fiyat endekslerine  dayalı  ekonomik modellemelerle  “oyuncakçılık” oynamakla geçmiş herhangi bir ekonomist akademisyenin izlenimcileri, Adler’i,  Humboldt’u, Saramago’yu bilebilmesi mümkün müdür?

Ancak dikkat edilirse bizimki gibi bir köylü toplumunda, bütün bu konularda konuşmaya tek yetkili makam akademiyadır.  Avusturya’da çalışıp da Avusturya Okulu’nu duymamış akademisyenlerin olduğu bir köylü toplumunda,  hayatımıza hükmeden siyasetten tutun da  sanatsal estetiğe kadar her konu, hayatı yalnız ve ancak doktora ve doçentlik sınavına hazırlanmaktan  ibaret geçmiş  insanların  üstüne yıkılmaktadır.

Türkiye’de akademi de  kenar mahalleden daha şehirli değildir. Köylünün  buğdayı toprağa gömüp de  buğday elde etmekten ibaret idraki,   akademide sadece hacmen genişlemiş ve  “nitelikli bir ezber” haline gelmiştir.

Böyle bir zihniyetle, sanatın, bilimin felsefesiyle uğraşılması, düşünce süreçleriyle ilgilenilmesi düşünülemez. Çünkü hayatı buğdaya ve davara indirgemiş köylünün çocuğu ancak hayatını ilgili literatüre indirgeyecek kadar gelişebilmiştir.

Çünkü hayatının yeter ve gerek şartı olarak buğdayı toprağa gömmeyi gören köylünün çocuğunun,  “toprağı baştan yaratmak” gibi bir ufkunun olmasını beklemek saçmalıktır.

İyi de bunun ne önemi vardır?

Bunun önemi şudur:  Medeniyet denen insanın biricik varoluş biçimi, ancak  yaratıcılıkle beslenir ve var edilir. Medeniyet  insanın ancak gelişmek arzusu ile ayakta tutulabilir. Bu da ancak hayata bir bütün olarak bakabilmekle mümkündür ki bu da ancak hayata meraklı bir bakış ve araştırmak iradesiyle var edilebilir.

Hayatındaki en yaratıcı işi buğdayı toprağa gömmek olan köylünün daha ötesiyle işi olmaz. Bütün güzellemelere ve pastoral  övgülere rağmen köy,  “medeniyete”  ihtiyaç duyduğu çok yönlü  düşünme alışkanlığını, araştırma merakını veremez.

Bugün Türk toplumunun bilgi otoriterliğinin temelini oluşturan akademik profesyonelizmin temeli, buğdayı toprağa gömüp de geri kalan her şey için köy imamının fetvasını bekleyen köylü  kolaycılığı ve cehaletidir.

Bu da süreç içinde karşımıza bir medeniyet kaybı olarak çıkmaktadır. Olan biten biraz da budur.








4 yorum:

Derya Yeliz ULUTAŞ dedi ki...

Egitim anlayisimiz acisindan bir degerlendirme yaparsak, sanirim bu durum ogrenme isine ve bilgiye olan bakis acimizla da ilgili.

Bizde kucuk yaslardan itibaren cocuklara hep ogrenme eyleminin okulda yapildigi, sadece matematigin ve fen bilgisi dersinin ogrenme kapsamina girdigi asilaniyor. Hatta matematik degil de sosyal bilimlerle ilgilenen cocuklara basarisiz yaftasi yapistiriliyor.
Durum boyle olunca bizler ogrenme isini zihnimizde oyle bir sinirliyoruz ki, sadece mufredatta ne varsa onu ogrenmenin, ya da ezberlemenin yeterli oldugunu dusunuyoruz. Matematikten 5 test cozunce, gunluk ogrenme gorevini tamamliyor cocuk.
Seyrettigi filmden, okudugu bir kitaptan, bir tiyatro oyunundan bir sonuc cikaramiyor dogal olarak, cunku tum bunlari vakit öldürme araci olarak goruyor. Hayat ve ogrenme tamamen ayri kavramlarmis gibi geliyor.

Bilgi bizde sadece birisi " al bunu ogren sinavda cikacak " dedigi zaman edinilen, sonra da unutulmasindan kaygi duyulmayan degeri dusuk bir kavram. Ogrenmeyi istedigimiz degil, ogrenmemizin istendigi seyleri ogrenmek durumunda kalinca, bu itici bir eylem haline geliyor. Kafan rahat etsin istiyorsan ac bos bos televizyona bak, noktasina geliyoruz.

Ogrenmeyi eziyetli bir zorunluluk haline getirdigimiz surece yanibasimizda duran cicegin adini bile ogrenmeye yeltenmeyen, bundan keyif almayan odunsu canlilar oluyoruz. Kendimden biliyorum.

Afşar Çelik dedi ki...

Öğrenmenin mekanizması ve psikolojisi üzerine inanılmaz güzel bir yorum. Aslında başlı başına bir deneme, kutluyorum!

Bütüncül ve aktif bir öğrenmeye nefis dikkat çekmişsin! Zevkle okudum, yararlandım da...

Yorum blogun kanıdır. Desteklediğin için teşekkürler. Yorumsuz bırakma e mi? Cansın!

selcen dedi ki...

Geri kalmış memleketin akademisyeni de böyle olur işte.

Afşar Çelik dedi ki...

Öye bir zanaatten bahsediyoruz ki... Maalesef ülkemizde kendi içinde dahi eleştirel düşünceye en kapalı, adeta bir "inanç kolu" gibi örgütlenmiş bir yapıdan... Kendi içinde kurallarının olması ayrı ama düşünceyi kendi tekeline alması ve kendisi dışında hiç kimseyi ciddiye almaması bütün üretkenliğimizi ve yaratıcılığımızı öldürüyor, asıl problem bu.

Yorumunuz için teşekkürler efendim, saygılar.