11 Kasım 2009 Çarşamba

Etnik Şiddetle Türk Liberallerinin Buluşma Noktası: Anlam Düşmanlığı

Yeni Marksistlerin pek meraklı oldukları mantık düşmanlığı görünen o ki kendine hiç beklenmedik taraftarlar buluyor.

Alışageldiğimiz analitik mantığı bir burjuva üst yapı kurumu olarak küçümseyip, bu mantığın dayandığı anlam dağarcığını, kapitalizmin egemenlik avadanlığı olarak gören Marksistlerin niyetleri zaten belli idi… Onlar proleter sınıf dışındaki sınıfların hepsini bütün kavram ve anlam dağarcıklarıyla yok ederek yeryüzü cennetini gerçekleştirmek istiyorlardı.

Oysa liberaller için hayat birbirinden ayrılamayan parçalardan oluşuyordu. Bu yüzden meselâ ahlâktan ayrılmış bir fayda fikrine sıcak bakmıyorlardı. Veya temel hakları gözetmeyen refah devleti gibi hayallere net bir şekilde karşı dururlardı.
Peki ama bu net ayrılışın temelinde esas ne yatıyordu?

Bu ayrılışın temelinde liberallerin, “dile” doğrudan doğruya “varoluşsal” bir önem atfetmeleri yatıyordu. İnsanı insan yapan ve insan olarak kalmasını sağlayacak en temel değer dildi. İnsan kelimelerle ifade edemediği şeyleri var edemiyordu. Tasavvurları ancak dil ile “anlam” seviyesine ulaşıyordu. İnsan, hayatın “anlamı” üzerine düşünebilen yani hayatı dilsel bir bağlamda yeniden ele alabilen yegâne canlıydı.

Anlam yalnızca insanın algılarının isimlendirilmesi demek değildi, bu aynı zamanda düşünce dediğimiz inşayı meydana getiren kavramsal hacimleştirmeyi, biçimlendirmeyi ve sınırlandırmayı gösteriyordu.

Bu nokta çok önemliydi. Çünkü anlamlandırma süreci bize aklımızın sınırlılığını gösteriyordu aynı zamanda…

Dünyayı bir bütün olarak ve aynı anda kavramak bizim için imkânsızdı. O halde Marx’ın iddia ettiği gibi hele onu topyekûn değiştirebilecek ne aklımız ne de fizikî imkânımız vardı.

İşte tam bu sebepten ancak henüz “dile getirilmemiş” kuralların keşfedilmesi ve söze dökülmesi yoluyla meydana getirdiğimiz bir yasama faaliyetinden bahsediyordu Hayek.
Bu noktada dikkat edilmesi gereken nokta şuydu ki insana dair hiçbir şey sökülüp yeniden takılmıyordu. Belki bağlantıların yeri değişiyordu ama tamamı keşfedilmemiş bir bütüne yönelik tahminler üzerinden parçalar yerlerine koyuluyordu.

Bu da fikrî parçaların birbirleriyle ilişkisi göz önüne alınarak yapılıyordu. Bu açıdan “fikir” kendisine işimiz düştüğünde müracaat edilecek ve canımız istediğinde istediğimiz gibi değiştirebileceğimiz bir şey olmaktan çıkıyordu. Çünkü her bir fikri parça ancak temel anlamın diğerleri ile tutarlılığı sayesinde davranışlarımıza yön verebiliyordu. Bu yüzden şartlar değişse bile uyduğumuz kurallarımız vardı.
Burada karşımıza şu çıkıyordu ki: Marksizmin bir metot ve esas olarak benimsediği görecelik ve konformizm, varoluşumuza aykırıydı.

Ahlâksız faydacılık ve ahlâksız gerçekçilik (uyarcılık) olarak tanımlayabileceğimiz konformizm, “duruma” göre hareket etmekten bahsediyor ve burada da mesnedini, tanımların yapılamayacağı uyanıklığı ile ahlâktan kurtulmak isteyenlerin hemen benimsedikleri ahlâkî görecelikten temin ediyordu.

Bilim de araçların durumundan başka bir şeyi etkilemeyen ve bakış açımı hakkında biri düşünmeye iten görecelik davranışlara uyarlandığında, bilim sahasında kaldığı gibi nötr kalamıyor ve ciddi toplumsal gerilimlere sebep oluyordu.
Çünkü davranışlar/eylemler sahasında görecelik çok önemli bir engeli inkâr ediyordu: Ahlâkı!..

Çünkü bir davranışa ne kadar farklı gözle bakarsanız bakın sonuçta onu, keşfedilmiş veya keşfedilmemiş bazı “âdil” davranış kurallarıyla sınamak mecburiyetimiz vardı. Ve göreceliğin beton duvarı şu idi ki bir davranışa farklı açılardan bakmak farklı meşruiyet ölçüleri ihdas ediyor gibi görünse de bu bakış açılarının hepsinin “geçerli” olması mümkün değildi.

Para çalan bir yankesicinin, toplumun kendisini fakirliğe itmesinden dolayı bunu yaptığını söylemek, yapılan işin “hırsızlık” olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Çünkü anlam dağarcığımızda cebimizde duran, meşru olarak elde edilmiş bir malın bizimle ilişkisini, bağını belli eden bir kelime vardı ve bu kelimenin anlamı o anlamın aynı zamanda günlük hayattaki sınırlayıcı bağlayıcılığı ile de karşımıza çıkıyordu: Mülkiyet!

Dilin bu bağlayıcı özelliği en keskin şekilde kendisini “kanunlarda” gösteriyordu. Kanunla kendilerine uyulması, devlet tarafından denetlenen cümlelerdi. Bunlar en nihayetinde cümlelerdi ama herkes için anlamlı ve sınırlayıcı olan, davranış yönlendirici olarak kabul edilen kavramların yazılı hale getirilmesiydiler.
Kanunlara Marksist bir bakış, bunların belli bir sınıfın diğerlerini ezmek için kullandığı anlamsız kelime öbekleri olduğu gibi bir yorumu getirebilirdi ama en nihayetinde “sınıf” diktatörlüğü dahi kendi kelime öbeklerini yaratmak mecburiyetindeydi. Yani kendi anlam dağarcığını oluşturmak mecburiyetinde kalacaktı. Bu durumda her bir kelimenin üzerinde mutabık kalınarak benimsenecek biricik bağlayıcı anlamı olmak zorundaydı ve bu da konformizmin ve göreceliğin iflâsı anlamına geliyordu.


O halde ülkemizin mevcut durumu ile bu bakış açısının ilgisine bir göz atmanın zamanı gelmiş demektir.

Ülkemizin etnik terör ve onun dayanağı etnik ırkçı siyaset ile ciddi bir çıkmaza sürüklendiği su götürmez bir gerçek.

Bu çıkmazın en tehlikeli yanı, tartışmaların yukarıda bahsettiğimiz Marksist felsefesizlikle ciddi şekilde bulandırılması…
Bu felsefesizlik kelimeleri kendine göre çarpıtıyor, onları bağlamlarından ayırıp anlamlarını hiçe dönüştürüyor.

Meselâ “barış” kelimesi, saf bir çatışmasızlık anlamında kullanılıyor. Oysa bu kelimenin saf sözlük anlamı bu olsa bile kelimeyi ilişkili olduğu diğer kelimelerden yani bağlamından uzak kullandığımızda bizi hiçbir yere götüremiyor, düşünce inşamıza hiç bir fayda vermiyor.

Barış saf bir çatışmasızlık hali değildir. Zira bir çatışmasızlık hali birkaç şekilde temin edilebilir. Mutlak gücü elinde bulunduran tartışmasız bir diktatör de ülkesindeki sükûneti ve itaati “barış” olarak adlandırabilir.

Veya ikinci Dünya Savaşı hiç yapılmaksızın Avrupa Hitler iktidarına boyun eğseydi tam bir çatışmasızlık hali oluşabilirdi. Peki insanları, “barışı” kaybetmek uğruna Hitler’e direnmeye iten neydi? Çünkü barış kelimesinin bağlamında “hukuk”, “adalet”, “hürriyet” gibi başka kelimeler de vardı ve Hitler iktidarı barış kelimesinin sözlük anlamına sığdırılamıyordu.
Peki ülkemizdeki mevcut etnik ırkçı siyasetin felsefî dayanakları meselâ “barış” kelimesine sığdırılabilir mi?

Etnik ırkçılık, ırk olarak kesin şekilde ayırt edilebilen bir toplumun, çoğunluktan ayrı bir irade erkine sahip olması siyasi amacını taşımaktadır. Bunu elde etmek için de silâh kullanmak dahil her türlü aracı meşru görmektedir.
Ülkemizdeki liberallerin yukarıdaki paragrafta itiraz etmeleri gereken unsurların hiçbirini tartışmaya bile açmamaları ve açanları da doğrudan “ırkçılıkla” suçlamaları ise akıllara seza apayrı bir ibret numunesidir.


Irk farklılığının bir hak menşei olarak kabul edilmesindeki anlam kayması veya anlam tahribi, bütünüyle hukuk anlayışımıza yönelik ciddi bir saldırıdır. Bu, bir memlekette ırkları aşan bir hukuk birliği fikrini reddetmektir ki buna en başta liberallerimizin itiraz etmesi gerekirken bu fikri bir de liberal hak kuramıyla desteklemeleri, bu kuramın istismar edilmesine suskun kalmaları her şeyden önce fikrî namusa açık bir ihanettir.

Etnik ırkçılığın şiddeti bir metot olarak benimsemesine ses çıkarılmaması, aynen, eylemleri “şartlara” göre değerlendiren göreceli sahte Marksist etiğin bakış açısına teslim olmaktır. Dolayısıyla meselâ “barış” kelimesini etnik ırkçıların kullandığı gibi kullanmak, onun içerdiği “hukuk”, “adalet”, “hürriyet” çağrışımlarını inkâr etmek, barışı salt “çatışmasızlığa” indirgeyerek onu bir tür fikrî maymuncuk olarak kullanmak demektir.

Bir ülkede barış, ancak tadil edilebilir bir hukuk sağlayıcının varlığı ile mümkündür. Bu da sorunların fertler veya grupların kendi aralarında çözmemesi, haklıyı haksızdan ayırmakta bir hukuk sağlayıcıya müracaat etmeleri anlamına gelir. Herkesin kendi hakkını ilân ettiği ve aradığı bir yerde böyle bir hukuk sağlayıcı yoktur!

Tadil edilebilir bir hukuk sağlayıcının, fertlere tam bir kayıtsızlıkla baktığı bir ülkede “haklar” bu kayıtsızlığın hem gereği hem şartıdır. Dolayısıyla hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarının herkes için tartışmasız geçerli olduğu bir memlekette hiçbir farklılık için “özel” bir haktan bahsedilemez.
Peki ama meselâ ülkemizde “hak” kelimesi bu anlamıyla mı kullanılmaktadır? Yukarıdaki paragraftaki anlamıyla hak kavramını savunması gereken liberallerimiz maalesef, Marksist çarpıtmacılığın kolaycılığıyla “hak” kelimesinin, “ayrıcalık” anlamında kullanılmasına ses çıkarmamakta hatta, bizzat bu kavramın sulandırılmasını sağlamaktadırlar.

Belki ülkemizin şartlarının “barış” kelimesindeki devletle bağdaşmadığı bundan dolayı da bu kelimenin anlamını belirlemenin etnik ırkçıların işi olduğu iddia edilebilir ki zaten durum bu minvaldedir. Oysa unutulan şudur ki devletimiz bütün olumsuz örneklerine rağmen tadil edilebilir bir devlettir. Dolayısıyla “barışın” temin edicisi hâlâ Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir.

Ülkemizde Marksist kökenli etnik ırkçılığın görecelik ve konformizme dayalı sözde ahlâk felsefesine ve lisanî mantığına en başta karşı çıkması gereken liberallerin bu mantığı, enternasyonalist bir hümanizm ile savunmaları fevkalâde ürkütücü bir akıl tutulması ve ahlâkî zafiyettir. Elbette bu da ancak kelimelere vicdanlarında bir yer verebilen insanlar için anlamlıdır. Kelimeleri şarta uygun silâhlar olarak gören Marksist etnikçilerin bu tutumlarına sessiz kalan liberallerimiz, ahlâkın ve adaletin sukutunun en büyük sorumluları olarak tarihe geçeceklerdir.




2 yorum:

selcen dedi ki...

Kendisine liberal zırhını geçirenlerin bir kısmı zaten eski marksistler değil mi?Şimdi liberal faşist oldular.

Afşar Çelik dedi ki...

Aynen Selcen hanım! Türk düşmanı olunca ırkçı veya faşist olmuyorsunuz. Bedavadan hümanizm...