16 Kasım 2023 Perşembe

Kutsallık Tanrı Ve Kurmaca 3

 


Tanrı

Kutsallıktan bahsedildiğinde varılacak son nokta Tanrıdır.

 

Çünkü mutlak dokunulmazlığın ve eleştirilmezliğin yegâne kaynağı Tanrıdır.

 

Peki ama Tanrı’dan bahsettiğimizde aslında kimden bahsederiz?

 

Tanrı fikri ya da Tanrı telâkkisi derhal din tartışmalarının içine gömülür. Tanrı ile ilgili bütün düşünceler derhal dinlerin Tanrı telâkkilerine göre kıyaslanır.

 

Burada gözden kaçırılan  ve belki de özellikle gözlerden ırak tutulan nokta, Tanrı anlayışının, dinlerden bağımsız geliştirilip geliştirilemeyeceğidir.

 

Dinler Tanrı’nın kavranışını kendi ellerine almışlardır. Bu konu onların “egemenlik alanı” olarak görülür. Böylece “Tanrı’ya inanmak”, aslında herhangi bir dinin geliştirdiği Tanrı telâkkisine inanmak haline gelir.

 

Peki ama bu doğru mudur? İnsan, dinlerin anlatıları, kurmacaları, rivayetleri ve hükümleri olmaksızın Tanrı’ya inanamaz mı?

 

Aslında bu soruya dinler tarihinden cevap bulmak mümkündür.   Meselâ İbrahim’in tek Tanrı fikrine ulaşmasının hikâyesi aslında kurulu herhangi bir din yokken bile Tanrı’nın sağlam bir vicdan (aslında hikâyede buna  yer verilmemiştir ama…) ve akıl yürütmeyle  bulunabileceğini anlatır.

 

O halde Tanrı, insanın anlam arayışında ir son nokta olarak akılda belirebilir.

 

İşte gelinen bu noktada dinler bize Tanrı’nın nasıl anlaşılması gerektiğini dikte ederler/dayatırlar.

 

Tanrı’yı anlamak, anlamlandırmak insanın anlam arayışının bir başka yönüdür.

 

Sorun, onu “gerçekten” anlayıp anlayamayacağımızdır.

 

Evreni yaratan, var oluşun kaynağı olan “yüceler yücesi” bir varlık, “anlaşılabilir” mi?

 

Onu anlayabilmemiz ancak onun, bizim anlam oluşturabilmek kapasitemize sığabilmesiyle mümkün olabilir.

Oysa bütün bilginin kaynağı olan bir varlığın algıları ve idraki sınırlı bir canlı türü tarafından kavranması söz konusu bile olamaz.

 

Tanrı’nın “dile getirilebilir”, “anlatılabilir” özelliklerinin olması için onun da bizim gibi “sınırlı” olması gerekir.  Oysa eğer kâinatı bütün düzenlilikleriyle (everene kaosun hakim olduğun söylemek kolaycılıktır, çünkü onunla ilgili yasalar geliştirebilmemiz onun kavranabilir düzenliliklere sahip olduğunu gösterir.) yaratan bir varlık varsa  onu algılarımızın kafesine koymamız imkânsızdır. Bu durumda onun “âdil”, “cömert”, “intikamcı”, “kahredici” vs olduğunu söylemeye kalkmak sadece onu bir insanmış gibi anlatmaya çalışmak olur.

 

Pagan dinler bunu zaten yapmışlar ve putperest olarak lanetlenmişlerdi. Oysa nihayetinde kendi kurumlarını oluşturmakta son derece kıskanç ve katı davranan Sami dinlerin de Tanrıdan sürekli “insan gibi davranan bir aşkın güç” gibi bahsetmelerine hiçbir itiraz gelmedi. Çünkü bu dinler zamanla kendi devlet güçlerini ve meşruiyet gerekçelerini geliştirmişler ve böylece “eleştirilmezlik” köşklerine yerleştiler.

 

David HUME, “Din Üstüne” adlı kitabında teizmin, ateizmle bir tartışmasını yansıtırken aslında Tanrı fikrinin ve dahası din fikrinin gerekliliğini tartışıyordu.

 

Soru sanırım şurada düğümleniyor: Bugün hayranlıkla izlediğimiz evreni yaratan varlığın, bize yasalar, kullanım kılavuzları, vaatler yollaması gerekir mi? Ya da… İnsanlar kurumlu/kurumsal dinler var olmadan önce Tanrı ile ilgili hiçbir arayışa girmemiş miydi? Dinler Tanrı’dan bahsetmeden önce insanların ahlâk anlayışları, toplumlaşma ihtiyaçları yok muydu?

 

Bu soruların cevaplarını düşündüğümüzde görüyoruz ki Tanrı fikri insanın her zaman aklının bir köşesinde durmuş. Öte yandan toplumlaşma ihtiyacı çok daha hayati biçimde onu meşgul etmiş.

 

En nihayetinde Tanrı, iktidarın meşrulaştırılması için kullanılmaya başlıyor. Bu noktada da artık “kutsallığını” yitiriyor. Çünkü egemenlerin, muktedirlerin keyfî iradeleri için kullanılabilen bir Tanrı, “eksilmesi halinde toplumda yaşamsal bir eksiklik yaratabilecek” bir varlık olmak vasfını yitiriyor.

 

Dikkat edilirse kurum dinleri/ kurumsal dinler dinleşme süreçlerini devletleşerek, devlete eklemlenerek ve iktidar kurarak tamamlamış inançlardır.

 

Kurumların varlığı soyut bir gereklilik olsa da onları kullananların varlığı herhangi bir kutsallık taşımaz. Hal böyle olunca da Tanrı’yı yalnız kendilerinin anlayabileceğini söyleyenlerin “aşkınlığı” olamaz. Tanrı’nın bu aşkınlık iddiasına alet edilmesi ne yazık ki onun da kutsallığının tartışılmasına yol açıyor.

 

Kurumsal dinler, “ayrıcalıklı insanların” üzerinden tanımladıkları bir Tanrı ile insanların Tanrı’yı anlayabilmek hürriyetlerini kısıtlıyorlar.

 

Bu durumda insanlar, insanlaştırılmış, anlaşılabilir, kavranabilir ve dolayısıyla aşkın olmayan herhangi bir varlığın “kutsallığı” ile sömürülmek, esir edilmek istemiyor.

 

Bugün Türkiye’de yaşadığımız şey tam da akılları, idrakleri, bilgileri ve vicdanları sıradan insandan hiç de farklı olmayan ayrıcalıklı bir kesimin Tanrı üzerinden insanların  akıllarına ve vicdanlarına hükmetmeye çalışmaları. İnsanların buna tepkisi de ya sömürü aracı olarak kullanılan Tanrı’dan vazgeçmek (ateizm) oluyor ya da onu kullanan sistemden yani dinden vazgeçmek (deizm) oluyor.

 

Deizm, Tanrı’nın kutsallığını dinin kurumlarının baskısından kurtararak korumaya çalışıyor. Ateizm ise sömürülebilir hiçbir insanüstü varlığa aklında ve vicdanında yer vermeyerek insan varlığını kutsamış oluyor.

 

Mevcut dinler ise üstüne kuruldukları kitap, elçi, şeriat ve ruhban/kilise  sac ayaklarıyla hâlâ insanların hayatlarına, akıllarına ve vicdanlarına hükmetmeye çalışıyor. Bunu yaparlarken de aslında “kutsallığı” yıprattıklarını maalesef kimse fark edemiyor.

 

 

 

Hiç yorum yok: