Sabah bulaşıkları yıkarken aklıma geldi. İhmal
edilen bulaşıklar bir anda birikip
yorucu bir yığın haline geliyor ne de olsa.
Şeriatın tarifi hakkında memleketimizde
pek sert tartışmalar yapılır. “Sağ” diyebileceğimiz kesim için şeriat, tartışılması
bile düşünülemeyecek kadar kutsal bir “emirler” bütünüdür. Öyle ya bizi yaratan, tabiatımıza en uygun hayat
tarzını bize emretmişe; hangi felsefe veya hukuk bu emirlerin üzerinde olabilir ki?
“Şeriat” konusunda düşünmek için
Yahudiliği göz önüne almalıyız belki de?
Musevi dininin kutsal kitabı
Tevrat/ Eski Ahittir ve o da pek incedir. Peki ama Yahudilik denen hayat
tarzının akıl almaz ayrıntıları bu incecik kitabın neresinde yazılıdır? Tamamı
İsrailoğullarına dair bir hikâyeler kitabı gibi görünen bu kitabın içinde
meselâ “Koşer” ve bunun uygulanmasına dair herhangi bir şey var mıdır?
Elbette işin sadece kutsal
kitaplardan ibaret olduğunu sandığımızda Yahudi yaşayışıyla kitap arasındaki
kopukluk bizi hayrete düşürüyor.
Oysa Yahudiliğin, Musevilikten
ibaret olmadığını Talmut kültürüne baktığımızda anlayabiliyoruz.
Talmut kültürü nedir? Talmut, Yahudi olanların hayat tarzını en ince
ayrıntısına kadar “ Torah’a dayalı tefsirlerle”
biçimlendirmeye çalışan dinî çabadır.
Mesele şu ki hiçbir “din”, bir
yaşayış tarzını, ayrıntılı biçimde tanımlayacak biçimde “inmemiştir”. Dinler , mensuplarının dünyaya bakışlarını,
sıradan menfaatlerin üstünde bir şeye
göre düzenlemesini hatırlatan “objektif ahlâk kuraları” va’z etmeye çalışan
inanç temelleri olarak inmiştir.
Ama mesele asıl bu kadarla
kalmamış ne yazık ki.
Bir şekilde yöneticiler bu “objektif”
emirlere ortak olmak istiyorlar. Böylece ortaya “anlaşılmaz dini anlaşılır hale
getirmeye çalışan” ulema ve ruhban sınıfları ortaya çıkıyor. “İslam’da ruhban
yoktur!” sözü ancak peygamber zamanı için doğrudur. O öldükten sonra ise
halifelikle başlayıp şeyhlere kadar uzanan tam bir ruhban sınıfı ortaya
çıkmıştır.
“Din” bu açıdan,” İlâhi olduğuna inanılan temel ahlâkî ilkelerin kutsallığına dayandığını
söyleyen, bilişsel ve idari bir otoriter egemenlik
kurumudur.” Bu açıdan dinin, ilâhî kaynağın objektif ve kapsayıcı
genel düşünüş biçimiyle bir ilgisi yoktur.
Dinin hayatın her anını kapsadığı safsatası, “ Allah adına tartışılmaz bir otoriteyi kullanan ulema ve yönetici
sınıflarının, sıradan yani yetkisiz Müslüman’ın
hayatının her anını emirler altında biçimlendirebilmesi” demektir.
Bugün, şeriatçılığın yasayla
yasaklanmadığı ülkemizde, dinci iktidarın, on üç yılda 2000’in üstünde yasa yapması
da aslında dinin hayata egemen olmasından ibaret. Demokrasinin hangi şartlar ve
sınırlamalar altında meşru ve yararlı olacağına
dair bir endişe duymazsanız, “oy paketleri” olan toplulukların/cemaatlerin duygularının istismar edilmesini engelleyemeyeceğiniz
gibi çarpık bir yasama faaliyetinin yaratacağı sınırsız yıkımı da durduramazsınız.
Türkiye’de olan budur. Bugün
dinci iktidar belki mota mot bir şeriat rejimi kurmamıştır ama devleti
tam anlamıyla dine göre biçimlendirmiştir. Şu anda tek eksik olan
şey, şeriat isimli Allah adına yürütülen şirk diktatörlüğünün el, kol, kelle kesmek, recm, miras oranları
gibi “şekil emirlerinin” hayata geçirilememiş olmasıdır.
Yani aslında sağın istediği “din”, şu anda tam olarak
hayatımızdadır. İran olup olmayacağımızı sormak artık saçmalıktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder