23 Aralık 2025 Salı

Gerçek Üstüne


İnsan, idraki dışında bir bilgi edinemez.


 

Çünkü algılarımızın sınırlarının dışındakileri bilemeyiz.

 

Bütün yapabileceğimiz, algı sınırlarımızın ötesinde kalanları algı sınırlarımızın içine taşımak, oradaki olguları kendi algımıza “tercüme etmektir.”

 

Gördüklerimiz gerçek midir, değil midir? Bu aslında saçma bir sorudur. Çünkü beş duyumuza bir tane daha eklense ve daha önce algılayamadığımız bazı olguları ya da olayları görebiliyor bile olsaydık herhangi bir şey değişmezdi.

 

Böylesi bir durumda bile iki şey değişmeden kalırdı:

 

a.      Sınırlılığımız

b.     Cehaletimiz

 

Aslında ikinci durum birincinin kaçınılmaz sonucudur. Birinci durum, biz Tanrı olmadıkça asla değişmeyecektir. İkinci durum ise sürekli değişmektedir. O halde neden onu “değişmeyen” saydık? Bunun sebebi ne kadar değişirse sonsuzluğundan bir şeyin eksilmeyecek olmasıdır.  Evrende seyahat ederek pek çok şeyi görür  ve bilgisizliğimizi azaltabiliriz ama buna rağmen aslında sadece ileride bilinmesi gereken ne çok şey olduğunu fark etmekle kalırız.

 

Cehaletimizi azaltma gayreti, sınırlılığımızın farkında olmanın bir sonucudur.

 

Peki ama “gerçeği” aramak neden saçmadır? Ya da bildiklerimizden başka bir gerçeklik olduğunu düşünmek akılcı mıdır?

 

Sorun şudur: Algılarımızın birbirileriyle yeterince tutarlı olması, algılanan şeylerin yeterince tutarlı hareket ediyor olması, ya da bu tutarlılık algısının sürdürülebiliyor olması “gerçeğin” kendisidir. “Gerçek”, kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılan şeydir. Yani sınırlı algılarımız içinde bütün yönleriyle tutarlı ve her seferinde aynı düzeni koruduğunu algıladığımız şeyler bizim gerçekliğimizi oluştururlar.

 

Buna “nedenselcilik” ya da “deneyselcilik” denerek karşı çıkılabilir ama sorun şudur: Mantığın çözümleri eskimez. Dolayısıyla şunu idrak etmemiz çok önemlidir: Felsefe ve mantık bir “moda sorunu” değildir.

Böylece gerçeğin bizim algılarımızdan ibaret olduğunu ve aslında bir simülasyonda yaşıyor olabileceğimizi mi söylemiş oluyoruz? Diyelim ki öyle… Ne fark eder?

 

Evrendeki tüm elementlerin sabit davranış biçimleri varsa -ki şu an için evreni oluşturan elementlerin en azından önemli bir bölümünü keşfettiğimize göre- canlılar aleminin sınırlı algılarının sebebi de onların yapı taşlarını oluşturan elementlerin belirli kimyasal sınırlılıklarla davranması ve bundan kaynaklanan tepkimelerin ve fiziksel olayların da belli şekillerde cereyan edebilecek olmasıdır. Sinir sistemini meydana getiren yapıların uygun bir enerji ile çalışabilmesinin tek sebebi, moleküler düzeyde atomlarımızın “sabit davranışlar” göstermeleridir. Bu sabitlik de bir yanılsama olabilir mi? Bu soru sınırlılığımızdan dolayı cevaplanamaz.

 

Bir adım daha ileri gidip aslında bir simülasyonda yaşadığımızı fark ederek uyandığımızı düşünelim.  Sorun şudur: “Nasıl bir dünyaya uyanırdık?” Artık karbon atomunun olmadığı, nefes almadığımız, içimizden damarların değil de kabloların geçtiği bir evrede mi uyanırdık?

 

Aslında sorulması gereken soru şudur: İnsan var olmadığı bir evreni hayal edebilir mi? Ya da olmayan şeyleri tanımlayabilir mi? Ya da…  Bu gerçeklikten “çok farklı” olacağını düşündüğümüz bir evreni, hangi dilin araçlarını kullanarak tanımlar ve nasıl algılayabilirdik? Söz gelimi her rengin tersine döndüğü bir dünyadan bahsedecek olsaydık, yine de “renklerden” ve “renkler arası ilişkilerden” bahsetmemiz gerekecekti.  Rengin yerine geçebilecek bir algıyı tanımlamamız mümkün müdür? Böyle bir şey mümkün değilse eğer “gerçek” bizi var eden yıldız tozundan ortaya çıkmış bütün kimyasal temellerin ve fiziksel tutarlılıkların sonucunda oluşan sinir sistemimizle oluşturabildiğimiz yegâne tutarlılıktır.

 

Bu durumda her şey bir rüya mıdır? Hayır… Bizim evrenimiz belki “gerçeğin” kendisi ya da tamamı değildir ama algılarımızın sınırı içinde kalan tutarlılıklarla sürdürdüğümüz düzenliliklerin değişmezliğidir. Bu durumda “başka bir gerçeklik” arayışı açıkça saçmalıktır.  Çünkü “başka bir gerçeklik” belli spektrumda görebilen belli bir ses aralığını işitebilen bir canlı türü için tanımlanamaz bir şeydir. Bu durumda biz başka bir gerçekliği idrak edemeyiz.  Rüya âleminde “gördüğümüz” hiç bir  şey “gördüğümüz şeylerden başkası” değildir. Mitolojik tuhaf yaratıklar dahi var olanların bileşimleri ya da başkalaştırılmış halleridir. Neden böyledir? Çünkü biz farkında olmasak da yerçekimine göre hareket etmemiz gerektiğini biliriz. Çünkü yerçekimi sayesinde yürüyebildiğimizi, güneş sayesinde yaşayabildiğimizi biliriz.

 

O halde… Sürekli “başka bir” hayali kuran hayalperestlere yeni elementler icat ederek  evren kümesini ve bu kümenin fonksiyonlarını yeniden tanımlamadan hayallerini gerçekleştiremeyeceklerini hatırlatmalıyız. Gerçeği bilmemek ne onun varlığını ortadan kaldırır ne de bizi daha bilge yapar…

 

 


Hiç yorum yok: