İnsan, idraki dışında bir bilgi edinemez.
Çünkü algılarımızın sınırlarının
dışındakileri bilemeyiz.
Bütün yapabileceğimiz, algı sınırlarımızın
ötesinde kalanları algı sınırlarımızın içine taşımak, oradaki olguları kendi
algımıza “tercüme etmektir.”
Gördüklerimiz gerçek midir, değil
midir? Bu aslında saçma bir sorudur. Çünkü beş duyumuza bir tane daha eklense
ve daha önce algılayamadığımız bazı olguları ya da olayları görebiliyor bile
olsaydık herhangi bir şey değişmezdi.
Böylesi bir durumda bile iki şey
değişmeden kalırdı:
a. Sınırlılığımız
b.
Cehaletimiz
Aslında ikinci durum birincinin
kaçınılmaz sonucudur. Birinci durum, biz Tanrı olmadıkça asla değişmeyecektir.
İkinci durum ise sürekli değişmektedir. O halde neden onu “değişmeyen” saydık?
Bunun sebebi ne kadar değişirse sonsuzluğundan bir şeyin eksilmeyecek olmasıdır. Evrende seyahat ederek pek çok şeyi görür ve bilgisizliğimizi azaltabiliriz ama buna
rağmen aslında sadece ileride bilinmesi gereken ne çok şey olduğunu fark etmekle
kalırız.
Cehaletimizi azaltma gayreti,
sınırlılığımızın farkında olmanın bir sonucudur.
Peki ama “gerçeği” aramak neden
saçmadır? Ya da bildiklerimizden başka bir gerçeklik olduğunu düşünmek akılcı
mıdır?
Sorun şudur: Algılarımızın
birbirileriyle yeterince tutarlı olması, algılanan şeylerin yeterince tutarlı
hareket ediyor olması, ya da bu tutarlılık algısının sürdürülebiliyor olması “gerçeğin”
kendisidir. “Gerçek”, kendisinden başka
bir şey olamayacağı anlaşılan şeydir. Yani sınırlı algılarımız içinde bütün
yönleriyle tutarlı ve her seferinde aynı düzeni koruduğunu algıladığımız şeyler
bizim gerçekliğimizi oluştururlar.
Buna “nedenselcilik” ya da “deneyselcilik”
denerek karşı çıkılabilir ama sorun şudur: Mantığın çözümleri eskimez.
Dolayısıyla şunu idrak etmemiz çok önemlidir: Felsefe ve mantık bir “moda
sorunu” değildir.
Böylece gerçeğin bizim
algılarımızdan ibaret olduğunu ve aslında bir simülasyonda yaşıyor
olabileceğimizi mi söylemiş oluyoruz? Diyelim ki öyle… Ne fark eder?
Evrendeki tüm elementlerin sabit
davranış biçimleri varsa -ki şu an için evreni oluşturan elementlerin en
azından önemli bir bölümünü keşfettiğimize göre- canlılar aleminin sınırlı
algılarının sebebi de onların yapı taşlarını oluşturan elementlerin belirli
kimyasal sınırlılıklarla davranması ve bundan kaynaklanan tepkimelerin ve
fiziksel olayların da belli şekillerde cereyan edebilecek olmasıdır. Sinir
sistemini meydana getiren yapıların uygun bir enerji ile çalışabilmesinin tek
sebebi, moleküler düzeyde atomlarımızın “sabit davranışlar” göstermeleridir. Bu
sabitlik de bir yanılsama olabilir mi? Bu soru sınırlılığımızdan dolayı
cevaplanamaz.
Bir adım daha ileri gidip aslında
bir simülasyonda yaşadığımızı fark ederek uyandığımızı düşünelim. Sorun şudur: “Nasıl bir dünyaya uyanırdık?”
Artık karbon atomunun olmadığı, nefes almadığımız, içimizden damarların değil
de kabloların geçtiği bir evrede mi uyanırdık?
Aslında sorulması gereken soru
şudur: İnsan var olmadığı bir evreni hayal edebilir mi? Ya da olmayan şeyleri
tanımlayabilir mi? Ya da… Bu
gerçeklikten “çok farklı” olacağını düşündüğümüz bir evreni, hangi dilin
araçlarını kullanarak tanımlar ve nasıl algılayabilirdik? Söz gelimi her rengin
tersine döndüğü bir dünyadan bahsedecek olsaydık, yine de “renklerden” ve “renkler
arası ilişkilerden” bahsetmemiz gerekecekti.
Rengin yerine geçebilecek bir algıyı tanımlamamız mümkün müdür? Böyle bir
şey mümkün değilse eğer “gerçek” bizi var eden yıldız tozundan ortaya çıkmış
bütün kimyasal temellerin ve fiziksel tutarlılıkların sonucunda oluşan sinir sistemimizle
oluşturabildiğimiz yegâne tutarlılıktır.
Bu durumda her şey bir rüya
mıdır? Hayır… Bizim evrenimiz belki “gerçeğin” kendisi ya da tamamı değildir
ama algılarımızın sınırı içinde kalan tutarlılıklarla sürdürdüğümüz
düzenliliklerin değişmezliğidir. Bu durumda “başka bir gerçeklik” arayışı
açıkça saçmalıktır. Çünkü “başka bir gerçeklik”
belli spektrumda görebilen belli bir ses aralığını işitebilen bir canlı türü
için tanımlanamaz bir şeydir. Bu durumda biz başka bir gerçekliği idrak
edemeyiz. Rüya âleminde “gördüğümüz” hiç bir şey “gördüğümüz şeylerden başkası” değildir. Mitolojik tuhaf yaratıklar dahi
var olanların bileşimleri ya da başkalaştırılmış halleridir. Neden böyledir?
Çünkü biz farkında olmasak da yerçekimine göre hareket etmemiz gerektiğini
biliriz. Çünkü yerçekimi sayesinde yürüyebildiğimizi, güneş sayesinde
yaşayabildiğimizi biliriz.
O halde… Sürekli “başka bir”
hayali kuran hayalperestlere yeni elementler icat ederek evren kümesini ve bu kümenin fonksiyonlarını
yeniden tanımlamadan hayallerini gerçekleştiremeyeceklerini hatırlatmalıyız.
Gerçeği bilmemek ne onun varlığını ortadan kaldırır ne de bizi daha bilge yapar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder