22 Ocak 2025 Çarşamba

Sosyal Evrim, Egemenlik ve Vatan I

 


Hayek, toplumsal kurallarının oluşumunu, eylemlerimizin toplum
yaşantısı içindeki seçilimine bağlamıştı. Ona göre, toplumun devamı için yararlı olabilecek eyle
mler seçiliyor, tutuluyor ve devam ettiriliyor ve böylece bu eylemler “iyi” kabul ediliyordu. İyi kabul edilen eylemlerin yapılması da “ahlak” olarak adlandırılıyordu.

Liberal düşünürler arasında bireyin kendisini seçimleriyle ifade etmesi ve gerçekleştirebilmesi için “özgürlük” tartışılmaz bir gereklilikti Hayek özgürlüğü, “Bireyin kendi mutluluğunu (çıkarını)   kendi iradesiyle arayabilmek serbestisi” olarak ( ya da bu minvalde) tanımlıyordu.

Bu noktada “ahlâk” da bir “zarar vermemek iradesi” olarak karşımıza çıkıyordu.

Peki ama birey kendi başına mı bırakılacaktı? Eğer birey sınırsızca özgür olursa ne olurdu? Bu soruyu John Locke cevaplamıştı. Ona göre bireyin sınırsız özgürlüğü bir noktada mutlaka sınırlanacaktı ki o noktada diğer bireylerin varlığıydı. Dahası herkes kendi sınırını alabildiğine genişletmek için mutlaka diğerlerinin sınırlarını ihlal etmeye çalışacaktı ki bu “doğa durumuydu.” Oysa insan doğa durumunda kalamıyordu, çünkü doğa durumunda hem kendi varlığını-hayatını hem de ihtiyaçlarını sürdüremiyordu.

O halde hem kendi varlığını sürdürebileceği hem de çıkarlarını/mutluluğunu arayabileceği bir ortama ihtiyacı vardı. İşte sosyal evrim bu noktada başladı. Bireyin toplumlaşma  arayışı, kendine benzer diğer bireylerle ortak bir dil, ortak bir ifade, ortak bir hafıza, ortak bir zor kullanma ve sınırlama makamı oluşturma yönelimiyle sonuçlandı.

Bu noktadan sonra artık birey geriye dönüp ona hayat ve gelişi imkânı veren, koruyucu ve sınırlandırıcı, vahşet maniası toplumlaşma biçimini sorgulamadı. Bu saçma olurdu. Çünkü böylesi bir sorgulama insanı ebeveyn seçimi, ya da ebeveynin birbirini neden seçtiği gibi saçma sapan sorulara kadar götürebilirdi.

Bireyler bir kere ortak dil, ortak hafıza, ortak ifade, ortak irade gerçekleştirip de bu beraberlikleri sürdürmeyi seçtiklerinde artık bu ortaklık sayesinde geliştirilen kurumların geriye dönük sorgulanması doğrudan doğruya bireyin varoluşunu sorgulanmasına kadar varacaktı.

Toplumsal evrimin bu aşaması bireylerin toplanması ile ilgiliydi.

Ama sorun şuydu ki topluluklar arasındaki “doğa durumu” ortadan kaldırılamıyordu.

Önceden bireyler arasındaki doğa durumu, onların belli kurallarla sınırlandırılmasıyla ki devletleşmenin çekirdeği buydu, giderilebilmişti. Bunun sürekliliği bireylere ortak bir kimlik kazandırılarak sağlanmıştı.

Peki ama diğer toplulukların kendi sınırlarını bizim topluluğumuz aleyhine genişletmesi nasıl engellenecekti? İşte “doğa durumu” yine kendisini göstermişti. John Locke “Hükümet Üzerine İkinci İnceleme” adlı eserinde bunu “Uluslararası ilişkilerde doğa durumu egemendir” diye belirtiyordu.

Toplulukların kendi varlıklarını korumak için geliştirdikleri “devletleşme” süreci hem kendi bireylerinin birbirleri arasındaki emniyeti sağlıyordu hem de diğer toplulukların olası saldırılarına karşı bir savunma mekanizması oluşturuyordu.

Bütün bunların oluşumu için gerekli olan “değişimlerin” tamamı “sosyal evrimdi”. Bu evrim mekanizmasıyla topluluğun varlığına yararlı olan her eylem doğru ve geçerli sayılıyor, buna karşı olan eylemler, eğer topluluk üyelerinden geliyorsa ortak yargı organlarıyla sınırlandırılıyor; başka bir topluluktan geliyorsa savaş yoluyla engelleniyordu.

Burada sosyal evrimin çok bilinen güncel aşamasına geçildi. O da her topluluğun sürdürülebilir, karmaşık ve kabul edilen toplum düzenleri oluşturamamasıydı. Sürdürülebilir, karmaşık ve kabul edilen toplum düzeni oluşturabilen topluluklar ancak ortak ifade biçimleri, ortak hafıza, ortak irade geliştirmede başarılı olabilen topluluklar oldular ki onlar “toplumları” meydana getirdi. Toplumlar, biyolojik köken ve benzerliğin ötesinde “tanınabilirlik” ölçüleri geliştiren, ortak kurallara gönüllü uyan ve bundan mutluluk duyan, bu mutluluk hissini ortak ifade biçimleriyle ortaya koyan, yaşanan beraberliğin öncesini bir sonraki nesle aktarmak isteyen bireylerden oluşuyordu ki bu toplumların siyasi adı “ulus/millet” oldu.

16 Ocak 2025 Perşembe

Ahlâk Mı Taraftarlık Mı?

 


Başlık yeterince açık olmayabilir ama aklıma ilk gelen bu olduğu için bunu yazdım.

 

Gene de bir yerlerden başlamak gerekiyordu.

 

Çetin Altan, gazetecilerin kolay para kazandığını söyleyen birine  gazetecinin aldığı para karşılığında her gün yazdığını söylemişti.

 

Ben bu işten para mı kazanıyorum? Henüz hayır… Amma ve lâkin… yazmak bir alışkanlık. Bugün tezimden bir paragraf yazmak niyetim var idi, yazasım gelmedi. Gene amma ve lâkin yazmayınca da olmuyor.

 

Dolayısıyla yazıya girmiş olduk.

 

Ahlâktan bahsedince insan, bu memlekette bir destur demeli. Neden? Çünkü iki dakika sonra tuvaletteki banyodaki vs. görüntüleriyle bir şantaja vs. uğrayabilir. Hal böyle olunca… “Baksana hemşo! Hz. İsa bile ilk taşı günahsız olanınız atsın!” demiş.”  Akıldâneliğiyle ahlâk hakkında susmak bize gayet akılcı ve kolay görünüyor.

 

 Böyle düşünenler gene de birazcık ahlâka sahip olanlar.

 

Ahlâk suskunlarının asıl büyük çoğunluğu/ kahir ekseriyeti, “Aman abi! Bir açığımızı ifşa etmesinler de ne bok yerlerse yesinler”ci takımından oluşuyor.

 

Felsefî bir yazı daha mı mesafeli yazılmalıydı?

 

Kesinlikle haklısınız.

 

Peki ya bahsedilen tavır ve taraflar hiç de o kadar mesafeli ve terbiyeli değillerse?

 

Kimlerden bahsediyoruz ya da hangi tavırdan?

 

Kestirmeden söyleyelim: Tarafının  doğal ahlâkî üstünlüğüne, ezelî ve ebedi masumiyetine inananlardan bahsediyoruz.

 

Böyleleri yokmuş ya da size çok uzakmış gibi görünüyorsa çevrenizdeki siyasi ya da dinî kümeleşmelere dikkat etmenizi öneririm.

 

Yine kestirmecilik yapacak olmakla birlikte şunu da hemen belirtmeliyiz ki insanlar zaten kesin ve sarsılmaz bir inanç geliştirmek ve dahası ebedi bir masumiyete kavuşmak  için birbirleriyle “cemaatler” oluştururlar.

 

Bu cemaatlerin oluşma mekanizması, kanaatlerin kesin inançlara dönüşmesiyle gerçekleşir. Söz gelimi Marksizm, insan ilişkilerinin sınıfsal olduğuna dair öyle basit, öyle net bir kanaat va’z eder kibuna inanmak bütün dünyayı anlamak hatta değiştirmek için insanlara inanılmaz büyük bir kolaylık verir. Marksizmin diğer kesin inançlara göre üstünlüğü, savunduklarının “doğal” olduğuna dair yarattığı illüzyondur. Yani rüzgârın esmesi, suyun kaynaması ne kadar doğalsa, proleter devrimi de o kadar doğaldır ve doğa ahlâkî yargıların üstünde olduğuna göre devrim de böyle olacaktır. Öte yandan Marksistler, mutlak ve değişmez bir inanç ihtiyacından kurtulmuş, “salt akılcı” robotlar olmadıklarından, Marx’ın “doğal/tarihî” gelişim şemasına insanî ahlâk urbası giydirmekten kendilerini alamamışlardır.

 

Kurumsal dinlerde durum daha da belirgindir. Aslında din zaten başlı başına bir kurumdur; yani, belli kurallara göre işleyen bir hiyerarşik yapıdır. Bu hiyerarşi kişiler arasında oluştuğu gibi insan bilincinin işleyişinde de kendisini yerleştirir.

 

Kurumsal dinler de inananlarından mutlak ve değişmez olana inanmalarını isterler, onlara mutlak ve değişmezlerin tam bir takımını onlara sunarlar. Bu açıdan cennet bütün dekorasyonuna rağmen aslında “değişmezliğin” müjdesidir. Ne olursa olsun değişmeyecek bir şeylere ihtiyaç duyanlar için bu tür bir değişmezliğe ulaşmanın bir “bedeli” olamaz.

 

Marx nasıl kendi gelişim şemasını sözde akla dayandırdıysa dinler de kendi “gelişim şemalarını” kültürlerindeki yaratıcıya dayandırır. (Peki ama kültürler üstü bir Tanrı’dan bahsetmemiz gerekmez mi? İstesek de bunu yapamayız, çünkü insan görmediği şeylerin rüyasını göremez ve bilmediklerini ifade edemez. “Dilötesi bir dil yaratılamaz.) Oysa Tanrı bütün kavrayışların ötesinde olmalıdır.

 

Buradaki gereklilik yani “olmalıdır” fiili, Tanrı il ilgiliyse onu kısıtlamak onu bir şeye zorunlu kılmak anlamına gelir ki bu Tanrı telâkkisi ile çelişir. Eğer bu bizim için bir kavrayış mecburiyetini ifade ediyorsa o halde Tanrı ile ilgili olarak  onun adı dışında, onun hakkında, onunla ilgili tek bir söz bile etmememiz gerekir.

Peki ama konuyu bu kadar dağıttıktan sonra nereye varacağız?

 

Değişmezliği, hele de zevkin, çıkarın değişmezliğinin yolunu bir kez bulanlar için bundan daha önemli ve değerli hiçbir şey olamaz. Bedeller yan yana konduğunda, sonsuza dek ulaşılabilecek bütün dünyevi (komünizm) ve uhrevî (Cennet) zevklerin haritalarıyla diğer  şeyler kıyaslanamaz bile.

 

[Rica ederim, Marx’ın komünizm fikrinin bir “cennet ideali” olmadığını söylemeyin. Sabah canı istediği için cerrahlık edip de akşam operada rol alabilen insanların, “üretim ilişkileriyle” yaratılamayacağını herhalde aklı başında herkes kabul eder. Marx’ın cenneti, kendi kültürel bağlamındadır.]

 

İnsanlar bir kez “kesin inançlarını” bulduklarında, bunu destekleyen bir “yankı odasıyla” kendilerini kandırmaları çok daha kolaylaşır. İşte “cemaatler” ( bu sosyolojik anlamda kapalı toplulukları ifade eden bir terimdir) insanlara hem sosyal bir dayanışma hem de değişmez bir “kanaat sağlaması” sunarlar. ( Matematikte “sağlama”, işlemin doğruluğunun sınanması anlamına gelir.) “Yankı odaları”, aynı şeyi sürekli birbirlerine söyleyen kapalı insan topluluklarıdır.

 

İşte yazı başlığındaki “taraftarlık” bütün bu “yığışma” davranışının ana güdüsüdür.  Taraftarlık “sihirli” bir etikettir. Bu etiketi sihri, şişenin içindekini değiştirebilme gücüdür.

 

Ebedi çıkarın peşinden gidenler için “taraftarlık” etiketi,  bireyi düşünmek, inşa etmek,  yanılmak, cezalandırılmak sorumluluklarından kurtaran  bir vaattir. Hasan Sabbah’ın kullandığı sihirli şey aslında afyon değildir; afyondan daha güçlü olan “derhal ulaşılabilen ebedi zevk” beklentisidir. Bu da hiçbir çabaya gerek kalmadan elde edilebilen “taraftarlıkla” kazanılabilmiştir.

 

“Mutluluğun hayalinin” derhal edinilebilmesini sağlayan “taraftarlık”, insanları yaşanan dünyanın gerçekliğinin ağırlığından kurtarır. İnsan için bundan daha güzel bir sonsuzluk olabilir mi?

 

Peki ama böyle bir insana, gününün her anında “diğer insanlara zarar vermemek için uyanık/farkında kalması gerektiğini” anlatabilir misiniz? Elbette hayır.

 

Çünkü ebedî çıkarın kısa yolunu bulmuş bir insan için “ahlâk” sadece kendisine o yolu gösterene kayıtsız şartsız sadakatten ibarettir. Bu yüzdendir ki kendi mezheplerinden olmayan Müslümanları bile gözlerini kırpmadan kesebilen bazı  vahşiler için eylemlerinin haklılığını sorgulamak diye bir şey söz konusu değildir.

 

Taraftarlığın amaç güdülü bağlılık ahlâkı ile  bu yüzden  taraflar, objektif ahlâkî yargılamaları bir kenara atıp sürekli “sui misali emsal  kabul eden” ( kötü örneği örneklem sayan) çarpık muhakemelerle karşıdakini suçlar ve kendi eylemlerini kayıtsız şartsız aklar.

 

Bundan dolayıdır ki meselâ yozlaşmış bir demokrasi, aslında saptırılmış, yozlaştırılmış bir taraftarlık bilincinin, yönetimleri belirleyebilmesinden başka bir şey üretemez.

 

İşte yine meselâ güncel Türk seçmen davranışının neden bunca çarpık ve aykırı olduğunu merak ediyorsanız olaya bir de bu açıdan bakmak, faydalı olabilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

2 Ocak 2025 Perşembe

Akıl ve İnanç İlişkisi

 İnanç ve akıl arasında nasıl bir ilişki vardır?

 

İnanç aklın çözümlerinin bittiği yerde, “ötesine” dair duyulan güçlü sezgiden ibarettir. En nihayetinde akılla dirsek teması sürse de inancın açıklanabilir akıl güzergâhı yoktur.

 

İnanç ve akıl arasındaki ilişki aklın önceliğine dayanır.

 

Aklı olmayan insanın inanç geliştirebilmesi mümkün değildir.

 

Aklı reddeden şeriat rejimlerinde bile bu böyledir. Şeriat rejiminde “akıl” ancak şriata göre yetkilendirilmiş kişilere mahsus bir ayrıcalıktır. Şeriat rejimlerinde sıradan inananların akıllarının hiçbir önemi yoktur. Sıradan inananın ya da sıradan dindarın kendi aklını kullanması ihtimali “Herkes kafasına göre din yaşamaya kalkarsa din kalmaz!” savunmasıyla engellenir.

 

Şeriat rejimlerinde başkasının aklına inanarak akıl ötesine inanmanın imkânı elde edilir. Oysa hiç kimse şeriat rejiminde aklı ve sınırlılıkları bize benzeyen insanların akıllarının neden inanç alanında daha güçlü sezgiler geliştirebildiğine inanması gerektiğini düşünmez.

 

Şeriat alanı, inananın önce başkasının aklına sonra da o aklın emrettiği, dayattığı bilinmezlik alanına inanmasını emreder.

 

Aklın öncelenmesi neden önemlidir? Çünkü her akıl sahibi öncelikle aklının sınırlılıklarıyla sonra da tutarlı düşünebilme yeteneğiyle “bilinmezlik alanı” hakkında kendince bir fikir geliştirebilir. Oysa aklı engellediğimizde “bilgi ötesi” alan hakkında tam anlamıyla cahil kalırız. Ne kendi akıl sınırlarımızı test edebiliriz ne de özgürce tutarlı düşünceler geliştirebilir, “akıl yürütebiliriz”.

 

Aklın öncelenmesi neden önemlidir? Çünkü akıl, kelimeleri, dili kullanır ve dünyayı sürekli tanımlar.  Dolayısıyla şeriatta sıradan inananın, din yetkililerinin tanrı adına söylediklerine inanması istendiğinde dahi, inananın aklı çeşitli akıl yürütmelerle ikna edilmeye çalışılır.

 

Dolayısıyla şunun anlaşılması gerekir: Akıl inanmak için yeter-şarttır ama -gerek şart değildir. Çünkü “inanmak” ancak  bir kanaat olarak  sağlam bir gerekçe sunar, bir gerekçe olarak kullanılamaz.

Dolayısıyla aklıyla Tanrı’yı veya dini reddeden insanlar, akıllarını, inançları gereği reddeden insanlardan daha “doğal” davranırlar.