21 Ağustos 2016 Pazar

Gelir Dağılımı Hurafesi


Gelir dağılımı ekonomistlerin en sevdikleri terimlerden biridir. Bu terime duygusal bağlılıkları öyle yüksektir ki gerçek olup olmadığını düşünmeye bile yanaşmazlar.
Gelir dağılımı kutsal bilgi kaynağı Wikipedia’da şöyle tanımlanıyor:
Gelir dağılımı, bir ekonomide ortaya çıkan gelirin, oyunculara nasıl paylaştırıldığını gösteren ekonomik göstergedir. Ülkeler düzeyinde, gelirin sosyal sınıflar arasındaki dağılımıdır.”

Tanımın başlangıcına baktığımızda  “ortaya çıkan gelir”  anlatımının ne kadar  iktisat dışı olduğunu derhal görebiliriz. Aynı kutsal bilgi kaynağında gelir de şöyle tanımlanıyor:
Gelir, kişinin dönem başındaki servetinin dönem sonundaki servetine eşit olması koşuluyla, o dönem içinde tüketebileceği mal ve hizmet miktarı toplamıdır.”

Bu tanım iktisadi açıdan daha da anlamsızdır.   Çünkü tanımda geçen servetin kökenine dair hiç bir  açıklama getirmediği gibi neden belli süre boyunca değişmemesi gerektiğine dair de hiçbir  açıklama sunmamaktadır.  En azından “gelire” esas olarak yapılan vergi hesaplamasında kullanılan “gelir” olgusuyla hiçbir ilgisi görünmemektedir.

Gelir, mal veya hizmet üretenlere, müşterilerin ödemeye razı oldukları fiyattır. Bu da “değişmeyen servetle” vs ilgisi olmayan, aksine piyasanın değişen şartları altında sürekli değişebilecek bir değerdir.

Dolayısıyla  bir ekonomide ortaya çıkan gelir  diye bir şey yoktur. Ekonomide ortaya çıkan şey, sadece üretimdir. Bu üretim de somut mallar veya hizmetlerden ibarettir.  Burada  “ortaya çıkan gelir” ile kast edilen ancak bir toplumun belli bir süre içinde  yaptığı toptan üretimin, üretilen malların fiyatları üzerinden  hesaplanan değeri  olabilir.

Öyleyse gelir dağılımı tanımında bahsedilen gayri safi  milli hasılanın “paylaştırılması” söz konusu olamaz. Yani insanlar, üretimden elde etmeyi umdukları gelirin bir havuzda toplanarak başkalarına paylaştırılması amacıyla herhangi bir üretim yapmazlar. Onlar  kâr etmek amacıyla üretim yaparlar ve ürünleri için istedikleri fiyatların içinde ,  onların kâr taleplerinin olduğunu bilgisi de herkes tarafından paylaşılır.

Kâr , başkalarıyla paylaşmak için elde edilmez ve salt bencilce   edinilse bile, insanlara  rızaları karşılığında gerçek bir değer sunmaktan dolayı elde edildiği  sürece, kesinlikle dokunulmaz bir menfaattir.
İnsanları dolandırmadan, tehdit etmeden, onların rızasıyla oluşmuş bir fiyatı elde edebilen insanların topluma tek borçları,  topluma, gerçek değerler sunmalarıdır.

Dolaysıyla “gelir  dağılımı” terimi, gelir elde edebilen gerçek üreticiler, girişimciler ve tüccarların meşru  menfaatlerini, bir tür kolektif mülkiyet olarak görmeyi gerektirir ki bu açıkça “toplum adına gaspa kalkışmak” demektir.

 Elindeki bir kilo limonla herkesin sevdiği  bir limonata yapıp daha sonra işinin büyüten bir girişimcinin elde ettiği gelir, toplumda ortaya çıkan gelirden bir pay mıdır? Yoksa öyle bir “gelirin” oluşmasını sağlayan bireysel bir çabadan mıdır?

Öncelikle toplum, kendi başına bir üretim yapabilecek bir birey falan değildir. Bireyler de onun  niteliksiz  ve homojen parçaları değildir. Homo economicus  bile insanları bu şekilde tekdüzeleştiremez.

Ekonomi denen şey öncelikle bireylerin niteliksel eşitsizliğine sonra da fayda ölçeklerinin eşitsizliğine dayanır. Çok olanın az olana, malını  “değeri karşılığı” aktarması olmazsa üretim yani “çoğaltım” meydana gelmeyeceği gibi “aktarım” yani ticaret/mübadele de meydana gelemez.

Dolayısıyla üreticilerin/ girişimcilerin kendi sınırlı bilgileriyle  müşterileriyle karşılaştıkları devasa piyasa hiç kimsenin toptan bilebileceği ve hele düzenleyebileceği bir  “dağılım” veya “bölüşüm” ortamı değildir.

Toplumda hiçbir gelir elde edemeyen şanssızlar elbette var olabilir  Ama bir toplumda bunların istisnai olması gerekir ki ancak bu şekilde  ekonomi denen üretim ve mübadele eylemi yürütülebilsin.

Eğer bir toplumda “gelir dağılımı bozuksa” bu ne anlama gelir? Bu iki anlama gelir:
1-       O toplumda  herhangi bir gelir elde etmek yeteneğinden mahrum insanların son derece yüksek olduğu anlamına gelir. Yani üretmeden tüketmeye alışmış insanların oranı ne kadar artarsa “gelir elde edebilecek” insanların yüzdesi o kadar azalır.
2-      O toplumda devletin, her insana bir gelir sağlamayı vaat ettiği ve bunun içinde sürekli olarak  gerçek gelirleri siyasi menfaatler vs için gasp ettiği, etmek istediği anlamına gelir.

Gelir dağılımı bir tür istatistiki terim olarak bir topludaki bireylerin genel refahı hakkında bir ölçü verebilir ama bunun dışında hiçbir anlamı yoktur.

Çünkü en gelişmiş ve müreffeh topluluklarda bile niteliksiz işçiler en düşük gelire sahip olacaktır.  Ve böyle toplumlarda da hiç kimse  “ Toplam gelirin yüzde seksenini toplumun yüzde yirmisi alıyor!” gibi saçmalıklara iktisadi bir anlam yüklemeye falan çalışmayacaktır. Çünkü böylesi bir cehalet veya yalan  bahsedilen yüzde yirmilik kesimin aslında elimizdeki malların neredeyse tamamını ürettiğini gizlemeden ifade edilemez.

Eğer gelir dağılımında ciddi ve samimiysek "ortaya çıkan gelirde” meselâ Afrika ülkelerinin  ne kadar payı olduğunu  göstermemiz gerekir. Batı teknolojisinden tarımda veya enerji üretiminde yararlanmak yerine “özgürlük soslu” diktatörlüklerin silahlı devamı için yararlanan ilkel toplulukların, hibrid motorların yarattığı  servetten veya tasarruftan yararlanmak için ne tür bir “hakları” olabilir?

Bu durum ülke içi ekonomik faaliyetlerde de geçerlidir. Eline sadece  yasama gücünü geçirmiş ve gerçekte bu gücün hukukiliği konusunda hiçbir  endişesi olmayan seçilmiş iktidarların akıllarının asla eremeyeceği üretim  ve mübadele süreçlerini,  aptalca dört işlem mantıklarıyla  düzenlemelerine “gelir dağılımı” gibi  saçma sapan bir terimle izin verilebilir mi; dahası buna izin vermeli miyiz?

İnsanların  zorlamasız ve yalansız  bir mübadelede hür iradeleriyle  elde  edilmiş gelirlerin “ daha adil” olması mümkün değildir. Gelirin miktarı konusunda  tek “adalet”, tüketicinin  kendi fayda algısıdır.  Tüketici kendi faydası için “değecek” bir fiyat olduğunu düşündükçe üreticinin  bu  rızadan elde ettiği gelirin adil olup olmadığın sorgulamaya hiçbir memurun veya siyasetçinin hakkı yoktur.

Gelirin gönüllü ve adil bir mübadeleye dayandığı, topraktan bitmediği ve bu yüzden de hiç kimse tarafından paylaştırılmasının mümkün olmadığı anlaşılmadığı müddetçe  üretim dışı gelir elde etme algısının, beklenti  manipülasyonlarının, siyasi kayırmacılığın ve enflasyonun  önüne geçmek mümkün olamaz.

İktisatçılar basit bir ekonomik gösterge olmaktan ileri gitmeyen  “gelir dağılımına” , evrensel bir siyasi yol gösterici gibi bakmaktan acilen vazgeçmelidir. Çünkü “gelir dağılımı” saçmalığının varacağı nokta, sosyalist bir yağma cehenneminden başka bir şey değildir.




9 Ağustos 2016 Salı

Terliksi Demokrasi


Başlık orijinal olmayabilir, bilemiyorum. Bir başkası bu başlığı ve benzetmeyi kullanmış da olabilir; emin değilim.

Ama aklıma İsrafil Kumbasar’ın  sanırım bugünkü yazısını okuyunca geldi. “Debil” denen ortalama zekâlardan bahsediyordu  yazısında.

O zaman aklıma Irak’a Amerikan askerleri girdiğinde, devrilen Saddam heykeline halkın yaptıkları geldi. Birileri ayaklarından çıkardıkları terlikleri heykelin kafasına vuruyorlardı. Eh dünyanın en demokratik ülkesinin askerleri, çantalarında demokrasiyi de getirmişlerdi işte.

Oysa belki altı ay önce o halk Saddam için sloganlar atıyordu. Saddam döneminde Irak halkının giyimi kuşamı yerinde görünüyordu. Herkes işinde gücündeydi. Bir  ev aldığınız ya da sattığınız zaman tapuda  bir memur bulabiliyordunuz belki.

Ama işte Saddam düşmüş, kel görünmüştü. Irak halkı aslında terlikli ve pespaye bir insan topluluğundan ibaretti.

Askerler Saddam heykelini devirirken Irak halkı -ki aslında Türkmenler dışında kendisinden uygar bir toplulukmuş gibi bahsedilebilecek bir Irak halkı da yoktu ya-  özgürlük şiirleri okumadı, meydanlarda çalgılı kutlamalar falan yapılmadı. Irak orkestraları zafer konserleri düzenlemedi. Ünlü sanatçılar o gün için besteler yapmadı. Irak’ın diktatörlükten kurtuluşu, diktatörlük zamanındaki düzenle kutlanmadı.

Egemenlik Saddam’dan halka geçmişti ama halk bunun farkında değildi. Egemenliğin ne olduğu ya da nasıl kullanılması gerektiği konusunda Irak halkının en ufak bir fikri bile yoktu.

Partileşerek yeni yönetim seçenekleri oluşturulmadı Irak’ta. İnsanlar derhal aşiretlerine ve mezheplerine göre ayrıştı. Diktatörlüğün bir arada yaşamalarını sağladığı halk, bir anda etnik ve mezhepsel topaklara döndü.   Irak halkı denen kitle, özgürlüğü, Saddam’ın heykelini, terliğiyle döverek kutladı.
Peki ama Irak’tan bize ne? Sonuçta bu onların ilkelliği olarak görülemez mi?
Yoksa iş daha mı vahim ve derindir? Korkarım ki öyledir.

Çünkü Türkiye İran bile değil ama hızla Irak olma yolundadır. Türkiye’de halkın zaten iyi kötü kullandığı egemenlik Irak benzeri bir BAASgil parti-devletine devredilmek üzeredir.

Ulus bir yandan “etnik halklara” diğer yandan dinsel  inanç kabilelerine bölünmekte ve sonra bunların hepsinden bir parti devletine kayıtsız şartsız itaat beklenmektedir.

Türkiye’de muktedirlerin, ulus ve laiklik allerjisi, toplumu Irak’taki gibi parçalanmaya götürüyor ve buna kimse aldırmıyor. Siyaset, dünyanın her yerinde ilkesiz ve menfaatperesttir. Ama dünyanın uygar uluslarında gerçek sivil irade, vekillere sınır çizmede daima etkilidir.

Mantıklı sorular soramayan, içinde yaşadığı çelişkilerden ve problemlerden acı duyan ama  bunları ortadan kaldırmakta aciz kalmayı seçen, tepkiselliğe tapan, duygusallıkla bölünmeye iman etmiş bir kitle, Türkiye’de gerçek demokrasinin yerleştiğine inanıyor.

Saddam heykeline inen terliklerin ayak kokusu dört bir yanı sarıyor.

Bilinçsizlikle sarhoş olup da alkolü toptan yasaklamak için sabırsızlanan kitlenin terliksi demokrasisi, insan beyinlerine resmen hükmedeceği günü bekliyor.


4 Ağustos 2016 Perşembe

Menfaatler Açısından Sağ Seçmen Davranışı

İnsanlıktan Kaçış



Eylem, iradeyle oluşmuş ve hedef gözeten bir davranıştır.  Yani insanın iradesi dışında giriştiği eylemler birer davranış olabilirler ancak eylem vasfı taşımazlar. Bu açıdan eylem aynı zamanda “sorumluluk”  içeren bir davranıştır.

Bu açıdan hayvanların eylemlerinden bahsetmeyiz; ancak onların davranışlarından bahsedebiliriz. Çünkü onlar yaratılışlarının gereği dışında davranamazlar.

O halde insan ve hayvan davranışlarını birbirinden ayırt ederken öncelikle irade unsuruna dikket etmek gerekir.

İkinci unsur ise genellikle pek dikkate değer bulunmaz. Oysa özellikle “suç” eyleminin yargılanmasında ikinci unsur devreye girer ki o da “hedeftir”.

İnsan için hedef  faydadan ibarettir. İnsanın özel fayda saptaması ise onun menfaati anlamına gelir.

Fakat bu noktada temel  hakların menfaat sınıflamasının neresinde olduğunu düşünmemiz icap eder. Çünkü  hayat, mülkiyet ve hürriyet her insan için  geçerli olan istisnasız menfaatlerdir.

Bu durumda   menfaatler bağlamında temel haklar,  dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez menfaatlerdir.

Bunlar dışındaki menfaatler, kişinin fayda derecelendirmesiyle belirlenen, değiştirilebilir, aynı zamanda vazgeçilebilir hedeflerdir.

Bu durumda yazının devamında bahsedilecek menfaatler temel  hakların dışında kalan  , birey tarafından belirlenen menfaatler olacaktır.

İnsanların menfaatlerinde, bir akıl yürütme süreci vardır ve bu süreç kaçınılmaz şekilde gereklidir. Çünkü insanların, hayvanlar gibi doğuştan gelen hayatta kalma kodları yoktur. Dolayısıyla insanlar hayatlarını sürdürmek için kendi yollarını, kendi başlarına belirlemek zorundadırlar.
O halde neden bütün insan toplulukları aynı seviyede ilerlememiştir? Neden bazı toplumlarda yaşamak daha güvenli ve konforludur da diğerlerinde insan beraberlikleri aynı seviyeye ulaşamamıştır?

Hatta gelişmiş kabul edilen toplumların dışındakilerin yaşantısında temel hakların bile korunmadığı görülmektedir. Ortadoğu denen bataklıkta sokağa çıkmak, ölmek için yeterlidir. Ya da Türkiye dahil herhangi bir Ortadoğu ülkesinde, iktidar odağına karşı açıktan muhalif olmak ortadan kaldırılmak için yeterli sebeptir.

O halde batıyla doğu arasındaki gelişmişlik farkı gibi somut bir ölçü üzerinden bakacak olursak gelişmiş toplumlarla gelişmemiş toplumlar arasındaki farkı belirleyen insani  eylem nedir?

Bu, bu toplumlardaki bireylerin menfaate dair kanaatlerini  farklı oluşturmaları veya farklı menfaatler geliştirmeleridir.

Sonuçlara bakarak yapılabilecek bir mukayesede, gelişmiş kabul edilen toplumların daha fazla iş bölümüne ve tasarrufa sahip olduklarını görebiliyoruz.

İş bölümünün gelişmesi belli bir işin geleceğe yönelik olarak plânlanabilmesi becerisini  gerektirir.   İş bölümü , iş gücünün verimliliği açısından elzemdir. Ayrıca  yeni imkânların yaratılması da iş bölümü sayesinde daha kolay olur.

Bütün bu işlerin yapılabilmesi için birikim de  tüketicilerin ertelenmiş tüketimlerinden yani tasarruflarından elde edilir. Tasarruf, şimdi elde edilecek bir yararın ertelenmesi, zaman tercihinin, daha büyük bir yarar beklentisiyle   geleceğe yönelik  yapılmasıyla oluşur. Böylece tüketici bu gün bir kilo domates almak için harcayabileceği  para ile yapacağı bir yatırı sayesinde,  yarın bir domates serası yapılabileceğini düşünür.

Geleceğe dönük  beklentiler, uygarlık geliştirebilen insana özgüdür. Gelecekle ilgili bir menfaat geliştirme eylemi,  düşünmeyi, tasarlamayı ve üretim yapmayı gerektirir.  Geleceğe dair ayrıntılı ve büyük ölçüde etkileşimli   geliştirilen menfaatler, “insanî menfaatlerdir”. İnsanî menfaatler, üretimle ilgili karmaşık süreçleri ve toplumsal hayatın  sürekliliğini sağlayıcı, medeni düşünme alışkanlıklarını içerir. Uygar bir toplumda  bireyler  menfaatlerinin maliyeti ve  etkileşimi ile sürekli bir  gözetim eylemi sergilerler. Bundan dolayıdır ki uygar toplumlarda “bireyin menfaatiyle çelişen  toplum menfaati” gibi  hurafelere yer yoktur. Çünkü uygar bir toplumda birey var olabilmek için etkileşmesi gerektiğini,  dolayısıyla menfaatinin toplumsal  düzenin korunmasında olduğunu bilir. Bunu bilmek, geçmişten gelen sağlıklı davranış kodlarının nesilden nesle aktarılarak aynı zamanda  değişen toplumsal yapı için kuralların en uygun şekilde tadil edilmesine etkin katkıyı yaratır. Geleceğe dair kaygılar ve tasarılar, zararsızlık ilkesinin yarattığı ahlâk kurumuyla korunur.

 Hayvanların beklentileri yoktur. Onlar zamanı geldiğinde, yaratılışlarının gereğini yerine getirmek dışında bir  kaygı  taşımazlar.   Hayatın  devamını sürdürmek dışında bir menfaati olmayan hayvanların durumunu taklit eden insanların geliştirdiği,     yalnızca bugün için ayrıntısız ve büyük ölçüde etkileşimsiz menfaatlere de hayvanî menfaatler diyebiliriz. Burada menfaat  kavramının yalnızca insanlara ait olduğunu ir kez daha hatırlatmalıyız.

Sorun,  bazı toplulukların,   etkileşimin arttığı bir zamanda dahi “gelecek”  kavramını idrak etmekteki gönülsüzlükleri. Böylece bu tip topluluklar, gelecek hakkında kaygılanan gelişmişlerin,  akılları ve emekleriyle ürettikleri  tüketim mallarını  israf etmek dışında bir yaşam tarzı geliştirmezler.

Türkiye için durum nedir?

Türkiye fiilî olarak bir cemaatler/kabileler koalisyonu haline getirilmiştir. Türkiye’de ulusal devlet yapısının şeriatçılıkla sistematik olarak yıpratılması, toplumda uygarlığa dair  uzlaşmayı ortadan kaldırmıştır. “merkez sağ” seçmen, iş bölümünün hemen hemen olmadığı köy toplumundan vazgeçememiş ve  uygarlığı geliştiren kozmopolit şehir yapısını da büyük ölçüde köyleştirmiştir.

Üretim biçiminin basitliği, uygarlığın gerektirdiği kurumların yokluğu ile köy ve sonrasında kenar mahalle yaşantısını kutsayan sağ siyaset,  seçmeninin kısa vadeli menfaatlerini güdülemek dışında hiçbir “proje” geliştirmemiştir.

Bugün milliyetçilerin de büyük ölçüde dahil olduğu “sağ seçmen” ,  kısa vadeli,  etkileşimsiz, bundan dolayı sorumsuz ve en nihayetinde kesinlikle yok edici hayvanî menfaatler geliştiren bir profil oluşturmuştur.

Sağ seçmen,  devlet dairesinde bir kadronun, devlet eliyle verilen bir ihalenin, kız çocuklarını din vasıtasıyla ezebilmenin, ordunun işleyişinin bozulmasının vs. bir , iki veya on yıl sonra yaratacağı yıkıcı sonuçları anlayamayan bireydir. Ona lâikliğin demokrasiyle neden koşut olması gerektiğini, beşeri hukukun ekonomiyi nasıl koruduğunu,  yaratıcı zekâların korunmasının, fikir mülkiyetinin önemini  vs. anlatamazsınız.  Çünkü onun için şu anda  gereken dışında bir menfaat yoktur.
 
Bu durum, dinle meşrulaştırıldığı için sağ seçmen bilincinde, gitgide yerleşik bir hal almakta ve Türk toplumu, uygarlık düşmanı, kalabalık bir primat sürüsü haline  geliyor. Kaldı ki evrimsel akrabalarımız içindeki toplumsal uyum, bu gün bizim çok önümüzde görünüyor.

Din “ebedi bir ahiret menfaati” için bu dünyayı küçümsediği için  sağ seçmen bu dünya ile ilgili hiçbir duyarlılık geliştirmeden, dahası bu dünya için endişelenen insanları  din adına baskılayarak “ahiret menfaatini sağladığını” düşünmektedir. Çünkü bir yandan dinin sürekli ve artan bir detayla emrettiği hayatı yaşarken diğer yandan banka yoluyla tasarruf etmenin gereğini, geri dönüşümle sağlanan temizlik ve enerji tasarrufunu, lâik öğretimle kazanılabilecek teknolojik ilerlemeyi düşünememektedir. Sağ seçmen için “ahret hayatı için bu dünyadan vazgeçmek”, bu dünya ile ilgili bütün maddi bağların kopartılması gibi görünse de çarpık bir şekilde,  din adına lanetlenen laik düzenin her türlü yolsuzluk ve vahşetle yıkılması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bankadaki müşteri temsilcisiyle aylık faizi için pazarlık eden “hacı amca”, kızının ya da torununun ilkokul yerine “sıbyan mektebine” gitmesini arzularken ona faiz, otomobil veya klima sağlayan bir rejimin  nasıl sürdürüleceğini hiç düşünmemektedir. İşte bu tam anlamıyla “hayvanî menfaatin”  geliştirilmesidir.

Lâik bir eğitim sistemi,  keyfilikten arındırılmış bağımsız ve tarafsız bir beşeri hukuk ve yargı sistemi, kayırmacılıktan arındırılmış, asgari müdahaleli bir ekonomik işleyiş, tartışılmaz ve bölünmez bir Türk  ulusal egemenliği sağlanmadıkça  Türkiye Türk toplumunun, insanlıktan uzaklaşmasını önlemek mümkün görünmüyor.

2 Ağustos 2016 Salı

Sevgi Korku Ve Saygı

Yönetim Biçimlerinde Temel Yönelimler

Din hakkında konuşulduğunda,  iş  kesinlikle kul- Tanrı ilişkisine  bağlanır. Böyle de olmak zorundadır; çünkü dine mensubiyetin temeli Tanrı inancıdır.


Kul- Tanrı ilişkisinde “başlangıç” sevgidir.  Dinin “pazarlanmasında” en etkili  ve popüler duygu sevgidir.  Tanrı’nın kayıtsız ve şartsız merhamet sahibi bir yaratıcı  olduğu fikri en güçlü ümit kayağıdır.  Böylece bir “din profesyoneli”, insanlara,  kurtuluşun ve nihai mutluluğun  kesin yolunun,  kayıtsız ve şartsız sevginin kaynağına ulaşmak olduğunu kabul ettirir. Bu yanlış mıdır? Buraya kadar yanlışolan ir şey yoktur. Çünkü kayıtsız şartsız bir sevgi ve merhamet,  kendince hatalar yapan, zarar veren, pişmanlık duyan fakat bunlara rağmen sevebilen  ve sevilmek isteyen herkes için tartışılmaz bir hedeftir.

Kayıtsız, şartsız sevgi ve merhamet, sınırlı bir varlık  olan insan için  ulaşılabilecek en büyük ödüldür. Bu, ödül olmanın ötesinde “çabalamaksızın” mutlu olmanın tek yoludur.

Bu durum sevginin “doğallığından” kaynaklanır. Sevginin doğallığı, insanın kendi çabası olmaksızın annesinden ona gelmesi demektir.  İnsan sevgiyi “edinir”. Bir müddet sonra  edindiği bu duyguyu çocuğuna aktarır. Sevgi bu yüzden “varoluşsaldır” ve varoluşun temelidir. Sevgi, kendimiz dışındaki varlıklarla paylaşılan var olmak isteğidir. Bu varlıklar  diğer bireyler olduğu kadar  doğanın parçalarıdır da aynı zamanda.

Edinilen bir başka “doğal” duygu da korkudur. Peki korkunun kaynağı nedir? Korkunun kaynağı “yok oluştur”, varlığın tehlikeye düşmesidir. Varoluşun ritmine ve akışına uymayan her olay, insanda korku uyandırır. Çünkü varoluşun algılanan ritmi dışında gelişen şeylerin “sınırlarımızı” aştığını görürüz. Sınırlarımızı aşan şeyin var oluşumuzla bağdaşmadığı sezgisi bizi “korkutur”. İnsan olarak algı sınırlarımız içindeki şeyleri anlamlandırarak var olduğumuz  ve algı sınırlarımız dışında kalan şeyleri de algı sınırlarımız içindeki  göstergelere tercüme ederek var olabildiğimiz için “gücümüzü aşan” yani “bilemediğimiz” şey bizi korkutur.

Bu durumda Tanrı’yı sevmeli miyiz  yoksa ondan korkmalı mıyız?

Dine mensubiyetin “reklam aşamasından” hemen sonra bir “ Tanrı korkusu” vaazı başlar.

İşlerin başında, herkesi istisnasız seven  ve   affeden  Tanrı, bir anda cezalandırıcı, kahredici bir hükümran haline gelir.  İş artık Tanrı’nın “öz niteliklerini” aşmıştır. Bundan sonra o, “insanlaştırılmış bir hükümran”  olmuştur.

“Tanrı’nın her şeyi bildiği ve gördüğü” vurgusu da bu aşamada yapılır. Bu sefer insan her şeye “muktedir” bir hükümranla karşı karşıya bırakılır.

Koşulsuz sevgisine doğru koşulan yaratıcı bu kez korkusundan gizlenmek isteyeceğiniz ama bunu asla başaramayacağınız bir hükümdar olmuştur.

Peki ama bir insanın davranışlarında hangi duygu egemen olacaktır?

Sevgi var olmak isteği olduğundan varoluşun mutlak kaynağıyla bütünleşilebileceğini bilmek insanı varoluşu sürdüren eylemlere yöneltecektir. Böylece “yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” var oluşu  koruyacak şeyleri yapmaya bizi yöneltir.

Korku, varoluşu tehdit eden şeylerden kaçınmak duygusudur. Özünde  bir uzaklaşmayı veya mücadeleyi içerir. Korkan hayvanlar ya kaçar ya da savaşır yani tehdidi yok etmeye çalışır.

Tanrının hem sevilip hem de ondan korkulacağını söyleyenler insan aklını sakatlarlar. Çünkü insan  yaklaşmak istediği varlıktan aynı zamanda kaçamaz ya da onu yok etmeye çalışamaz.

Tanrı korkusundan bahsedenlerin aslında habersiz oldukları bir başka duygu vardır ki o da “saygıdır”.

Saygı sadece insanda var olan bir duygudur ve “doğal” ya da kendiliğinden değildir. Saygı, türetilmiş bir duygudur. Saygı bir “zararsızlık mesafesi geliştirme duygusudur”. Zararsızlık geliştirme  duygusunun  yarattığı kurumun adı da “Ahlâktır”. Var oluşun kırılganlığının bilincine vararak ulaşılan “ Zarar vermemek iradesine”, AHLÂK denir.

Bu açıdan varoluşa yönelen ve onu koruyan ilgisiyle saygı,  sevgiyle ilgili gelişen bir duygudur. Bu yüzdendir ki  korkuya dayalı korunan mesafeyle hiçbir ilgisi yoktur. Korku o kadar karanlık bir kaçınma durumudur ki onun karanlığında “saygının” renkleri ayırt edilemez.

Dünyadaki bütün zorba liderler ve rejimler sevgi, saygı ve korku üzerinde Tanrısal bir irade kurmak yöntemini benimser. Bu yüzden bu varoluşsal duygularımızın Tanrı’ya yönelme şekilleri  birey-iktidar ilişkilerini incelemek açısından önem arz eder.

Sevgiyi benimsemiş toplumlarda iktidarların muhtemel tutumlarıyla, korkuya dayalı toplumların iktidarlarının tutumları arasındaki fark demokrasi ile diktatörlük arasındaki farktır.

Çünkü iktidarın barışçı şekilde el değiştirmesi  olarak tanımlanabilecek demokrasi ancak varoluşu korumayı isteyen saygı duygusuyla ayakta kalabilir.

Bir diktatörlük ise sonsuz dek korunmak istenen bir hükümranlık rejimidir. Bir diktatörlük için egemenliğin “ne pahasına olursa olsun” sürdürülmesi amacı, varoluşun korunmasına dair bütün kaygıların ve saygı duygusunun ötesindedir.

Burada dinden bahsedilmesinin sebebi, dinin, kul- tanrı ilişkisindeki emredici ve düzenleyici-aracı  varlığının önemine dikkat çekmektir. Çünkü dinsiz bir iktidar ve iktidarsız bir din olamaz.

Görünen odur ki sevgi, korku ve saygı üzerinde etraflıca düşünmeden varoluşu sürdürebilecek ve adil davranabilecek bir toplumsal düzen kurmak zordur.









1 Ağustos 2016 Pazartesi

Millî Kimlik Sorunumuz


Kimlik varoluşun ifadesidir. Varoluş insanın bilincidir. Bilinç kaybında, insanda  hayata dair hiçbir irade ve  istek kalmaz.

Siyaset  bu yüzden, ancak belli bir kimliğe sahip insanlar arasında yürütülebilen bir “belirleyicilik” işidir. Bu belirleyicilik, ekonomik  telâkkiden,  kültürel bakışlara kadar bir  dizi farklılığın  rekabeti sonucu elde edilir.

Siyasete bu bakış, ancak belli bir varoluşsal uzlaşma sergilemiş ve belli bir uygarlık düzeyine ulaşmış toplumlar için geçerlidir. Büyük bir toplumu ilgilendiren siyaset ancak büyük bir toplum haline gelebilmiş insanlar arasında anlamlı olacaktır.

Kabilelerin gönülsüz beraberliğinden müteşekkil bir büyük toplumda bütün kabileler adına  bir belirleyicilik sergilemek imkânsız olacaktır.

Bu durumda karşımıza “Nasıl bir toplum?” sorusu çıkacaktır. Böylesi bir toplum ancak, “değerleri” , menfaatlerden daha anlamlı bulan, kan beraberliğinden öte bir  değer ve kültür beraberliğini anlayabilmiş bir toplum olacaktır. Bu nitelikleri haiz toplumlar ancak uluslaşabilmiş toplumlardır.

Türkiye Türk toplumunun şu an en önemli sıkıntısı kimlik problemidir. Açıktır ki iktidar sahiplerinden etnik ırkçılara kadar kalabalık bir grup için Türk kimliği kavranamayacak kadar büyük ve bu yüzden yok edilmesi gereken bir olgudur. Siyasal İslamcılar ve Kürtçüler “kabile” ötesi bir  toplumsal uzlaşmayı ne yazık ki kavrayamamaktadır.

Vatansız liberaller, “ metodolojik birey” kabulünün kimliksiz bir insan varoluşunu mümkün kıldığı gibi bir aptallıkla Türk kimliğine yönelik saldırıları meşrulaştırmışlardır. Buradaki “vatansız” sıfatı milliyetçi açıdan  açık bir  tahkirken liberaller açısından anlamsızdır. Çünkü onlar için “vatan” zaten anlamsız  ve saldırganca bir kavramdır. Oysa aynı liberaller Türk dışındaki ulusaltı toplulukların “kimlik” probleminin bir tür iç savaş ve bağımsızlık  sorunu haline getirilmesine  sessiz kalmışlardır.

Kimlik sorunu, toplumsal gelişmişlikten ayrı düşünülemez. Toplumsal gelişmişlikse bir teknolojik ilerlemeden apayrı ve bunu çok daha aşan bir problemdir. Meselâ  en son teknolojiyi peşin parayla satın alabilen Arap kabileleri, toplumsal açıdan son derece geridirler.

Uluslaşmış toplumların kimliklenmelerinde, tarihsel  derinlik ve gelenek sürekliliği önemli yer tutar. Bu yüzdendir ki  Türk düşmanı siyasal İslamcılar ve Kürtçüler, liberallerin  ve sosyalistlerin desteğiyle sürekli tarihimizi yalanlamaya ve aşağılamaya çalışmaktadırlar.

Siyasal İslamcılar meselâ  geleneksel din uygulamalarımızı, “kültürel bir sapma” olarak görerek bizi bu yüzden Araplaştırmaya çalışmaktadır. Bu anlayış maalesef Türk İslamcı  ana akım siyasal milliyetçilik tarafından da paylaşılıyor. “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın!” saçmalığı bu sapmanın en berbat tezahürüdür.

Türk kimliği,  din üzerinden Arap kodlarıyla sulandırılırken Kürt etnisitesinin propagandalarıyla da  yavaş yavaş yok ediliyor.

Peki ama kurumların hâlâ ayakta durmasını nasıl açıklamalıyız o halde?

Kurumlarımız birer birer yıkılıyor ve bu büyük devletin büyük çöküşündeki yavaşlığı ne yazık ki Türkiye’yi yöneten kabile idrak edemiyor. Çünkü kimlik kabulünün beyinlerine çizdiği sınır, idraklerini öyle daraltıyor ki  dağarcıkları ulus olmanın gereklerini  barındıramıyor.

Türkiye yakın gelecekte Arap bile olamayacak ve muhtemelen fiilen Kürt etnik terörüne boyun eğdirilmiş bir kimliksiz kitle cumhuriyeti olmaya adım adım itiliyor.