14 Haziran 2016 Salı

Davranış, Eylem, Politika



“Eylem” ile “davranış” arasındaki farkı anlamak, günümüz politik yönelimlerini ve demokrasinin çıkmazlarını anlamak için son derece önemli görünüyor.

Davranış,  otomatikleşmiş veya rastgele bir amaca yönelik, herhangi bir canlı hareketidir.

Eylem ise “düşünen insan” için , belli sebeplerle girişilen ve belli bir sonucu hedefleyen ve buna uygun araçsallığı temin etmeyi de içeren  bir “davranıştır”. Dolayısıyla her eylem bir davranıştır ama her davranış bir eylem olmayabilir. Burada “düşünen insan” ayrımı, insan eylemlerinin türlerini ayırt etmek açısından önemli bir kayıttır.

Doğada otomatikleşmiş canlı hareketlerini izlemek bilimin başlıca işlerindendir. Çünkü karmaşık ekosistemlerdeki hayat, tamamen birbiriyle iç içe geçmiş çeşitli otomatik davranışların etkileşmesiyle yürür. Çevre bilincinin gelişimiyle birlikte insan da  en nihayetinde tabiatın bir parçası olduğunu anlayarak varoluşunu sürdürebilmesi için tabiatı yaşatması gerektiğini anlamıştır. Dolayısıyla  en küçük ve önemsiz gibi görünen canlıların davranışlarını incelemek gerektiğini düşünmüştür.


İnsan dışındaki canlıların temel davranışı, hayatta kalmaktır. Canlılar, belli sınırlar içinde onları hayatta tutacak donanımlarıyla beraber  dünyaya gelir. Canlılar üstlerindeki  donanıma  ve şartlara uygun davranışlar gösterirler. Kendi seçtikleri bir başka amaçla ya da araçla harekete geçmek gibi bir imkânları yoktur.

Canlılar içinde kendine, hayatta kalmak dışında  bir amaç seçebilen tek canlı,  insandır. Bunun dışında insan, hayatta kalması için gerekli donanımla dünyaya gelmeyen de tek canlıdır. İnsan hayatta kalması için gereken araçları kendi başına edinmek zorundadır.

Öyleyse insan neden salt hayatta kalmakla yetinmemiştir? Belki de bu sorunun cevabı, insanın, aynı zamanda “daha fazlasını isteyen” tek canlı türü olmasıdır. Bunun ahlâkî bir eleştirisi yapılamaz. Çünkü bu insanın varoluşunun temel güdülerindendir. İnsanın yaratıcı zekâsının “yaratıcılığı” varlıklar içine daha fazla varlık kazandırmasıyla ortaya çıkar.

Yaratıcı zekâ mevcut araçları birleştirmek ve geliştirmekle olduğu kadar bu güne kadar düşünülmemiş şartlar veya imkânlar ortaya çıkarmakla da kendisini gösterir.

Böylece yaratıcı zekâ hem  araçlar geliştirmek hem de yeni amaçlara ulaşmak arzusunu ortaya koyar.

Yaratıcı zekâ “eyleme geçer”. Eylem amaç, araç ve zamanı göz önüne alarak girişilen özel bir davranıştır.

Eylem bir amaca yönelmesi açısından bir yön/istikamet içeren bir davranıştır. Amaca ulaşmak için belli bir zamana  ve belirli araçlara/vasıtalara ihtiyaç duyar. Amaç zaman ve araçların belirli bir mantıkla bir araya getirilmesi onların “nedensel beraberliğini” ortaya çıkarır. Bu nedensellik amaç, araç ve zamanla ilgili bilgi sahibi olan herkes için değişmez olacağından eylem, vektörel bir doğrusallık olarak resmedilebilir. Elinde bir çekiç ve bir çivi olan herkesin çivi çakacağı ortadadır.

Bir resmi duvara asmak için  elimizdeki çiviyi duvara çakmamız gerekir. Elimizdeki çiviyi gücü yeten herhangi katı bir cisimle duvara çakabileceğimiz için resim asmak için gereken asıl araç çividir. Resmi duvara asmak  amacını gerçekleştirmek için öncelikle çiviyi çakmak amacını gerçekleştirmeliyiz. İşte resmi duvara asmak için gereken başlangıç eylemi sıfır noktasından başlayan ilk amaçsal/ vektörel eylemdir. Çivi çakıldıktan sonra amacımız, resmi o çiviye asmak ve duvara yerleştirmektir. Bu da resim arkasında uygun bir tel ve çerçeve ve aynı zamanda belirli bir zamanı gerektirir. Bunlar da var ise resmi duvara asabiliriz.

Çiviyi duvara çakmak ve resmi duvara yerleştirmek iki ayrı  eylem olarak ortaya konarken bunların hizmet ettiği “ evi güzelleştirmek” amacına ulaşılmış olur.

Bu iki eylemin amaçsal ayrılığı,  gerektirdiği  araç sayısı ve zaman açısından farklı üç boyutluluklar meydana gelir.  Bir  amacın gerçekleştirilmesi için gereken her  alt eylm kendi  dikdörtgen prizmasal üç boyutluluğunu meydana getirir. Amaç araç tutarlığı gözetilmezse doğrusallık sağlanamaz. Düşünen insanın amaçsallığında, tesadüfiliğe/rastlantısallığa  yer yoktur.

Sıfırdan başlayarak belli sayıda aracı belli bir zaman kullanarak ulaşılan ilk amaçla beraber bir E1 eylem vektörü meydana gelir. Nihai amaca ulaşana kadar başka araçlar için başka bir  süre boyunca gerçekleştirilen ikinci bir amaçla da bir E2 eylem vektörü elde edilir.

Her seferinde değişik amaçlar ve araçlar kullanılsa bile  herkesin bütün bunları tutarlı hale getirdiği bir nihai amacı vardır. Nihai amaca varıldığında ise   başlangıç noktasıyla nihai amacın (Xn, Yn, Zn) koordinatlarıyla başlangıç noktası arasında çizilecek  bir nihai vektör, bütün çabaların bileşke vektörü olacaktır.

Eylem belli bir düşünsel  çabanın sürdürülmesini gerektirir.

Peki ama bunun politikayla ne ilgisi vardır?

Politikanın yaygın tanımı, onun “ Kaynakların dağıtımı sanatı” olduğu yönündedir. Bu tanımdaki “kaynak” teriminin iktisadi kaynaklarla bir ilgisi yoktur.  Burada kast edilen “kaynak” , her türlü mal anlamına gelir. Politikacılar için bir malın yaratılma süreci önemsizdir.

Dünyanın en gelişmiş  ülkelerinde dahi politika, iktidar eliyle  yandaşlara  doğrudan doğruya mal veya dolaylı menfaat sağlamak işi olarak icra edilir. Dolayısıyla politikanın sınırlandırılmadığı ve demokrasi eliyle dokunulmazlıkla kutsandığı ülkelerde politik menfaat temini, mübadeleye dayalı menfaat temininin önüne geçer.

Mübadeleye dayalı menfaat temini esnasında  bireyler faydalarını maksimize ederken/enbüyüklerken bunu başkalarının faydalarına hizmet ederek yapacaklarını düşünürler. Faydaların karşılıklı temin edileceğine dair yaygın güven “Benim amacım için herkesin amacı”  fikrinin toplumda paylaşılmasını sağlar. Bunun en geçerli kural olduğunu düşünen herkes için objektif  davranış kodları, eylemin mantığını da belirler.

Bunun yanı sıra insanın varoluşsal  yetersizlikleri neyin yapılıp neyin yapılamayacağına dair zımni bir sınırlama getirir. Buna uygunsuz davranışlara yönelik toplumsal kınama mekanizmasını da eklediğimizde insanın meşru amaçları seçmesi, bu meşru amaçlar için meşru amaçlar seçmesi da  eylemde doğruallığı yaratan bir tutarlılık meydana getirir.

Oysa  aşırı politik toplumda, özellikle sınırlandırılamamış demokrasilerde politik menfaat temin etmek güdüsü, mübadeleyle menfaat temin etmenin üstüne çıkar ve onu akıldışı bir idealizm olarak gösterir. Böylece politik toplumda  eylem tutarlılığının  tek ölçüsü, muktedir çoğunluğun arzularına uygunluk olarak ortaya çıkar. Muktedir çoğunluğun makul bir fayda dizini oluşturulabilir mi? Maalesef hayır. Çünkü muktedir çoğunluk, artık kendisini sınırlayabilecek hiçbir şey olmadığı kanaatiyle tam bir güç sarhoşluğu yaşar. Bunun sonucunda eylemleri oluşturan bütün tutarlılık fikirlerinden ve ahlâk sınırlamalarından vazgeçer.

Çünkü  muktedir çoğunluk, sınırlanmamış demokrasilerde yaratılmış ya da toplanmış her türlü mal üzerinde sınırsız yetkiye sahip olduğunu bilmektedir.

Böylece  sınırsız demokrasinin politik toplumunda bireyin artık insani bir eylemden ziyade hayvansal bir “davranışa” yöneldiğini görebiliriz. Bu hayvansal davranışın güdüsü “Yakında olan her şeyi al!”dır. Yakıdakileri ne pahasına olursa olsun almanın başkalarına vereceği zararları düşünmek sınırsız demokrasinin bireyi için anlamsızdır. Çünkü o “Herkesin hırsız olmasının hırsızlığı meşru kılacağı” kanaatine sahiptir. Ve kuralsız olmanın, kurallı olmaktan daha kolay olduğu bir kere görüldüğünde, politik toplumun bireyi bir anda kan kokusu almış köpekbalığına döner.

Sınırsız demokrasinin politik toplumunda bireylerin eylemleri ancak korkutucu birer fesat gibi görünür. Çünkü  bir hırsız dayanışması haline gelmiş  böylesi bir toplumda  aklın varlığı, hırsızlığın yok edilmesi anlamına gelir.

İşte Türkiye’nin en büyük sorunu akıl ve ahlâkla  yönlendirilmemiş davranışların adeta  zoonotik bir salgın gibi  bütün benliklerimizi ele geçirmesidir.

Bu salgın, insanlığımızı menfaatlerimiz uğruna hayvanlaşmaya terk etmek davranışının yaygınlaşması şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Türkiye, tutarsız, hayvansal elde etme davranışlarının amaç, araç ve zaman üç boyutluluğunda birer kördüğüme dönüşmesinden mustariptir. Bu bir uygarlık kaybıdır. Uygarlığın inşa etme süreçlerini ancak amaç, araç ve zaman boyutlarında tutarlı  gerçek eylemlerle koruyabileceğimizi acilen öğrenmeliyiz.



9 Haziran 2016 Perşembe

İnsan Davranışının Doğası Ve Kitle İnsanı Olarak Merkez Sağ Seçmeni


İnsan davranışlarının doğasını anlamak önemli.
Düşünen insanın davranışı:
 E, eylem vektörlerini, D, davranış yörüngelerini gösteriyor. 
Her vektör bağımsız bir eyleme işaret ediyor.

“Öncelikle insan davranışlarının doğası” ile doğal hareketlerin özü aynı değil. Doğal hareketler doğanın kaçınılmaz ve değiştirilemez düzenlilikleriyle yürüyor.

İnsan davranışlarının doğası ise  her insanda  değişmez biçimde  var olan bazı güdülerden etkileniyor. Bunlardan biri de “ İnsanın,  çok olanı, az olana tercih etmesi…”

İnsanın en akıldışı davranışlarında bile yönelimi “çok olana” doğrudur. Mal mülk edinmekten imtina eden zahitler en nihayetinde sınırsız bir ilâhi “zevki” hedeflerler. Yani “çok olanı az olana tercih etmek” insan davranışının “doğasının” bir parçasıdır.

Bunun yanı sıra insan çeşitli ahlâkî değerlere de sahiptir ve bu değerler kurallara kaynaklık ederek “neyin yapılmaması gerektiği” konusunda sınırlar oluştururlar.

Dolayısıyla “düşünen insan” için “eylem”, belli sebeplerle girişilen ve belli bir sonucu hedefleyen bir “davranıştır”. Dolayısıyla her eylem bir davranıştır ama her davranış bir eylem olmayabilir.

Düşünen insan için eylemin istikametini/yönelimini belirleyen şeyler  ahlaki uygunluk ( ki ahlâk dışı davranışları gizlemek, bunlardaki zararı asgariye indirecek şekilde bunları sınırlamak ve sonrasında özür dilemek dahi bu bağlamdadır…) ve daha sonrasında amaca uygunluktur.

Bu iki uygunluk ölçüsünün sürekli denetimlerle gözlenmesi ile eylem belli bir “düzenlilik” arz eder ki bu  içsel düzenliliğin “katılığı” onu “doğrusal” bir hale getirir. Bu doğrusallıkta eylemin  ahlâki ve aklî doğruluğuna duyulan inançla sürdürülme müddeti de önemli bir etkendir.

İşte insan eylemlerindeki düzenlilik fikri, sürekli denetlenen akılcı eylemlerin doğasının bize ilham ettiği bir fikirdir. Bu da bize eylemin “vektörel” bir davranış olduğu izlenimini verir. Eylemin başlangıcının ve belli bir ahlâkî ve akılcı yönünün olması, vektörün yön okunu, eylemin süresi de onun  uzunluğunu verir.

Eylem vektörü içinde kalan mikrovektörel sapmalar;
E1den En'e kadar
Şunu da göz önüne almalıyız ki eylemin içindeki küçük sapmalar vs eylemdeki  kararlılık ve doğruluk inancı devam ettiği müddetçe eylemin yönünü değiştirmez.

 İnsan ne zaman farklı bir amaca yönelir veya  fikirlerinin kökten değiştiğini düşünürse eyleminin yönü de ona göre değişir. 

Bu durumda insan hayatı boyunca değişik istikametlere sahip ve değişik şiddetlerde  vektörel eylemler gerçekleştirir.

Burada bütün bu benzetmelerin “düşünen insan” için geçerli olduğunu belirtmeliyiz. Düşünen insan dahi davranışlarında akılcılığın ve ahlâkî sınırlamanın dışına çıkabilir, bu insan olmanın kaçınılmaz sonucudur. Burada önemli olan düşünen insanın davranışlarına “genel olarak” aklın ve ahlâkın egemen olmasıdır. İçkinin zararlarını bilen akılcı insan, zararlarını bilse bile rahatlamak için içki içebilir. Meselâ filozofların, sataçıların, akademisyenlerin vs.  eşlerini aldattıkları vakidir. Buna rağmen onlar bize kendi davranışlarının yargılanmasını da içeren ahlâkî ve akılcı yargılama ölçüleri sundukları için “örnek” insanlar sayılmışlardır.

Toplumun çoğunluğu ise genellikle kısa süreli “eylemlerde” bulunurlar. Bu çoğunluğun hayatı, çoğunluğunu geri kalanına uyarak onların davranışlarını taklit etmek ve böylece kendiliğinden refaha ve zevkle ulaşmakla ilgilidir. Dolayısıyla çoğunluğun davranışları genel olarak  “ vektörel bir eylem” olmaktan daha doğrusu bir eylem olmaktan uzaktır.

Çoğunluğun davranışları içindeki refah ve zevk güdüsünü insan varoluşundan almakla beraber genellikle sürü hayvanlarının “hayatta kalma” davranışından pek de  farklı değildir. Sürü hayvanlarının davranışları nasıl yiyeceğe, kaçınmaya ve çiftleşmeye yönelik otomatizmlerden ibaretse, çoğunluk(kitle) insanının davranışları da bunlara yöneliktir.

Dolayısıyla kitle insanının davranışlarında akılcı kesintilere  pek az rastlayabiliriz.   Kitle insanının davranışlarında  yön değişikliği genellikle hayvani güdülerin yönlendirmesiyle meydana geldiğinden, onun davranışlarında “doğrusallık” ancak anlıktır.

Bu tahlillerin Türk toplumu için önemi nedir?

Kitle insanı davranış yörüngesi
“Kitle insanı”, merkez sağda ifadesini bulan seçmen tipidir.  Merkez sağ seçmeni, hayatındaki seçimleri, konuyla ilgili uzmanların kararlarına dayandırarak her türlü akılcı sorumluluktan kaçan ve duyusal/ duygusal seçimler için de en yakın zevk odağını hedefleyerek yaşamayı, adeta bakteriyel düzeyde bir “maliyet hesabıyla” amaç edinmiş bir  kitledir. Dolayısıyla bu kitlenin hayatında,  herhangi bir tutarlı ahlâki ve akılcı eylem bulmak son derece zordur.

Peki ama merkez sağ seçmenine hakaret mi etmeye çalışıyoruz? Elbette hayır. Yalnız şu unutulmamalıdır ki içlerinde felsefeciler, sanatçılar vs olan bir toplumun topyekûn düzeni ve yaşam tarzı “merkez sağ seçmenin” güdülenimiyle  belirlenmektedir.

Bütün bunlar ne anlama gelmektedir? Bütün bunlar merkez sağ seçmeninin adeta sürü hayvanına yakın akıldışı zevk ve kaçınma yönelimlerinin, ancak akılla yaşatılabilecek bir devlet düzenine hükmetmesinin ne deni tehlikeli olacağını anlamamız gerektiği, anlamına gelmektedir.

Çünkü ülkemizde cari   olan “sınırsız demokrasi” bizi, davranışlarında en ufak bir sorumluluk hissetmeyen, davranışlarında en ufak bir akılcı amaç ve ahlâkî denetim taşımayan, başkalarından dolayı yaşayıp başkalarını yok etmekten çekinmeyen “asalak” bir kitle insanı  tipine esir edilmeye götürüyor.

İnsan davranışının doğasına  inmekten sakındığımız müddetçe ahlâkımızın ve toplumsal düzenimizin bu  iki yüzlü ve istikrarsız kitlelerce  sömürülmesini engelleyemeyiz. Ulusumuzun geleceğe bırakacağı sağlam davranışsal bir miras olmadıkça ülke bütünlüğünü korumamız da zorlaşacaktır. Çünkü ülkeyi tehdit eden etnik ve dinci ayrılıkçılığı ve şiddeti kullanan her gücün en temel  aracı, davranışlarımızın güdüleri üzerinde yürütülen kışkırtma ve çarpıtmadır.

Eğitimimizin temel amacı bu yüzden, çocuklarımıza “doğru davranışsal güdüleri” kazandırmak olmalıdır. Bu da   sorumlulukta kaçarak zevke ulaşmayı hedeflemiş bedavacı bir merkez sağ seçmeni kitlesiyle başarılabilecek bir iş değildir.




4 Haziran 2016 Cumartesi

Kürtlerin Cehennem Özleminin Adı: “Kürdistan”


Hayallerine sınır tanımayan bebek katillerinin haritası

Türkiye’de dinci çılgınlık ve cehaletin, her şeyi yerle bir etmesine  izin verilir de bir Kürdistan kurulacak olur ise neler olur?

Amaç basittir. Ortadoğu’da Suudi krallığı kadar pahalıya patlamayan bir petrol sömürgesi kurulmak istenmektedir. Kürtlere koklatılan bağımsızlık ve özürlük masallarının hiçbir önemi ve anlamı yoktur.

Hiç kimse Kuzey Irak’taki Kürt yığışmasının  neye benzediğini tartışmıyor. Oysa  Amerikan güdümündeki bu sömürgecikte bile içten içe bir kaynama var.

Öncelikle şu bilinmeli. Irak Kürtleri Barzan aşiretinden ibaret değil. Çok yakın zamana kadar Talabani’nin devlet başkanı olmak tavizi  verilmeseydi, Irak Kürtlerinin iki büyük aşireti arasında korkunç bir kıyım büyüyebilirdi. Buna karşılık Barzan aşireti tarafından baskılanan, devlet yönetiminde asla söz sahbi olamayacak Kürt  aşiretlerinin ne fırsatlar kolladığını da bilemiyoruz.

Ortadoğu Kürtleştiriliyor. Kürdistan pahasına bölgede Türk, Arap ve Fars kimliklerinin sınırlanmasına veya silinmesine çalışılıyor.

Peki ama Kürtler uysal ve kanaatkâr petrol bekçileri olacaklar mı?

Şahsen hiç sanmıyorum. Bu, sömürgeciliğe isyan edecekleri anlamına gelmiyor elbette. Kürtlerin, menfaat  güdülü toplumsal yaşayışlarında, kendilerine menfaat sağlayan herhangi bir güçlü devlete taabi olmak dışında bir düzen telâkkileri yok. Türk topraklarından geçerlerken bağımsızlık aşığı Kürtlerin, “Serok Obama !” diye bağırmaları bunun en belirgin deliliydi.

Kürdistan sanılan coğrafyada, Kürtlerin yerel ulusal kültürlerle etkileşimleri ve toplumsal yerleri, çok farklı. Irak’ta ancak amelelik yapmalarına izin verilmiş, Suriye’de pasaport dahi alamamış Kürtler,  Türk devletinde, toplumsal hayatın içinde kabullenilmişlerdir. Dolayısıyla muhtemel bir Kürdistan durumunda, daha en başta toplumsal düzenin belirlenmesi konusunda  “Kürdistan’ın  hangi parçasının” belirleyici olacağı sorunu ortaya çıkacaktır. Kuvvetle muhtemeldir ki Kürtler nüfus yoğunluklarına göre kendi bölgelerinde egemenlik iddiasında bulunacaklardır. Çünkü kürt toplumsal yapısı herhangi bir “Büyük Kürdistan’a”  liderlik edecek kapasitede herhangi bir  insana sahip değildir. Bu aşamada Apo denen bebek katilinden  medet umanlar için  onun kafasındaki Stalinist ve seküler  sosyalist Kürdistan’da yaşamaya kaç aşiretin rıza göstereceği meçhuldür.

Şu unutulmamalıdır ki , doğu ve güneydoğunun Türkiye’de ayrılması halinde bu güne kadar bölgeye para akışını sağlayan bütün devlet  teşebbüsleri bir anda yok olacaktır. Muhtemelen Kürdistan coşkusu içindeki ahali ilk gülerde üstünde Türk Bayrağı gördükleri her yeri tahrip edecektir.

Bölgede asfalt dahi dökülemeyecek ve aşiretler kendi aralarında bu güne kadar gizledikleri bütün  kan davalarını ve nefreti ortaya dökeceklerdir. Şu bilinmelidir ki Kürdistan hayali hiçbir Kürt aşireti için bağlayıcı bir “ideal” falan değildir. Bunun en basit göstergesi “Kürt belediyesi” sayılan belediyelerle menfaat çatışması yaşayan aşiretlerdir.

Bir de bu denkleme Suud ailesine debdebeli bir hayat sürme imkânı sağlayan petrol üzerinde söz sahibi olmak konusunu getirdiğinizde, ortada ne demokrasi ne tahammül ne de vatanseverlik kalacaktır. Suudi bayağılığının dünyada yaşayabilmesi, bir avuç aile ferdinin bu serveti sımsıkı tutmasından ve batı bankerlerinin bu görgüsüz mudilerine dağladığı itibardandır.

Herhangi bir Kürt devletinin, Suud refahına ulaşması da mümkün olamayacaktır.

Kürt toplumsal yapısı, ulusal bir devletin tesis edeceği medeni kurumları kurabilmekten çok uzak. Ulus olmayı, birbirlerini kendiliğinden ve doğal olarak  tanımaktan ibaret sanan ulusaltı  toplumların, sözde bir bürokrasi kurabilmeleri elbette mümkün. Sorun, Kürt bireyinde “büyük bir devlet olmanın” tarihi bilincinin olmaması dahası bu bilincin artık yaratılamayacak olması. Kürtler birbirlerini görünüşlerinden tanıyan sürüler veya kabileler gibi elleri silahlı adamların koruduğu bir takım arazileri ele geçirebilirler ama bunun ötesine geçmeleri mümkün değil.

Bunun böyle olmasının kime ne zararı olacağı sorulabilir ama Kürtler şunu bilmelidirler ki vatan  aşkına dağlarda bebeklerinin  ardından aşı için koşan Türk sağlık görevlilerinin idealizmini kedni sağlık görevlilerinde bulamayacaklar. Muhtemelen doktorun veya hemşirenin hangi aşiretten olduğu hatta hangi ülkeden olduğu ( Suriye, Irak vs..)  konuları gündeme gelecek ve sağlık hizmetlerinde ciddi aksamalar yaşanacaktır. Keza meselâ herhangi bir Kürt devletinde Kırmaçç’anın mı Soranca’nın mı resmi dil olması gerektiği de bir kavga sebebi olacaktır, çünkü bu  doğrudan bir egemenlik sorunudur.


Türk devletinde, Kürtler karşılarında “kurumları” ve kuralları bulmakta. Oysa herhangi bir Kürt devletinde, hiç kimse  kurum ve kural tanımayacak. Kürt toplumsal yapısı, toplumsal hayatı derinden etkileyecek bürokratik ve geleneksel  ve ayrıntılı kurumlar oluşturamayacak kadar zayıf. Kürdistan, bağımsızlığın anlamını bilmeyen, onunla ne yapacağını bilmeyen, ulus  olayı artık idrak etmesi de mümkün olmayan bir topluluk için ancak sömürgecilerin güttüğü bir dehşet dengesinden başka bir siyaset üretemeyecektir ki Kürtler için bunun “cehennemden” başka bir anlamı olamaz.