24 Nisan 2016 Pazar

Ne De Normaldir Başörtüsü Güzel Yurdumda



Başörtüsünün normalliği 1
AKP iktidarı ile birlikte ilk kez bir başbakanın eşinin başının kapalı olabileceğini öğrendi, Türkiye… Varoşlardaki kadınlar ilk kez kendilerini gördüler başbakanın yanında yürürken, önceleri ürkek davrandılar, zamanla normalleştiler. Cumhuriyetin en büyük kazanımı olan sınıfsız ve özgür toplumun bir parçası olduklarını gördüler. Sonra hemen her kadın gibi modayı takip etmeye başladılar. Başörtülerine, bağlama biçimlerine, kıyafetlerine özenir oldular. Ne var bunda, kara çarşafa inat gök kuşağı gibi olsunlar, makyaj yapsın, güneş gözlüğü taksın kot pantolon giysinler..,Üniversitede okusun, araba kullansın, dans etsin, Beyaz Show’a katılsınlar…Burası Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu, “Türk Milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare” ile  yönetilen Türkiye Cumhuriyetidir.”

Hayır… Bu satırlar başörtülü bir   yazara ait değil. İçinde doğruluk payı yok mu? Elbette var. Amma ve lâkin tarihsel gözlem ve söylem tahlili yönlerinden birazcık eksik  kalmış bir paragraf….

Bu paragrafın cümle cümle tahlil edilmesi ülkemizin içinde düştüğü durumun bilişsel yönünü anlamak açısından önem arz ediyor.

Yazarı şahsen tanıdığım için bir “yandaş” olmadığından adım gibi eminim. Bu paragraf “Ben olsaydım” mantığıyla yazılmış bir empatik yaklaşım. Kaldı ki aslında hepmizin kendi fikirleri hakkında zaman zaman yapması gereken bir sorgulamanın güzel bir örneği.

 Bu yüzden bu paragrafın analizinin  aslında yazara doğrudan doğruya bir cevap olmadığını en başta belirtmek istiyorum.

Cevabımız “ Bir de böyle düşünenler var..” denenlerin düşüncelerine, bu yazı üzerinden bir eleştiri olacaktır.

AKP iktidarı ile birlikte ilk kez bir başbakanın eşinin başının kapalı olabileceğini öğrendi, Türkiye…” Denmiş. “Öğrendik mi?” gerçekten?  Veya bir başbakan eşinin başörtülü olması bize gerçekte neyi öğretti? AKP iktidarı ile birlikte öğrendiğimiz şey “Bir başbakanın eşinin” giyim tarzı olmadı aslında. Burada böylesine naif ifade edilen şeyin daha derin ve geniş anlamı, “ Hukuk denetiminden yoksun ve “sınırsız bir demokrasinin” her giyimi bir yere taşıyabileceği” oldu sadece. Peki ama AKP’nin o çok öğretici demokrasi dersi bize, yazarımızın daha önceki paragraflarda gösterdiği kenar mahalle- entelektüel sanayi toplumu çelişkisi hakkında  ne öğretti?

Varoşlardaki kadınlar ilk kez kendilerini gördüler başbakanın yanında yürürken, önceleri ürkek davrandılar, zamanla normalleştiler”
Çok güzelim, alımlıyım ama ...
Sevgili yazarımızı kızdırmak istemem ama gülmeden edemedim. “Zamanla normalleştiler” mi gerçekten? Karısı, başbakanın yanında “lâik bir devlet protokolü” sayesinde yürüyebiliyordu. Yani başbakanın karısı kocasının yanında yürümesini ancak lâik bir kanun önünde eşitlik rejimine borçluydu. “Zamanla normalleşmek”  deyimiyle ilgili olarak Ankara’nın atık betonlaşmış, apartmanlaşmış kenar mahallelerine, bir göz atmasını yazarımızdan istirham ederim. Elvankent, Batıkent, Sincan gibi semtlerde apartmanının balkonunda yorgan kurutan, bahçede  yastığının, yorganın yününü yıkayan, evinin bütün ayakkabı birikimini kapısının önünde sergileyen, başı açık kadınlara hâlâ uzaylı gibi gözünü diken kadın profili  acab gerçekten normalleşmiş midir? Veya uçağa bindiğinde “Ben erkek yanında oturmam!” diyen lüks pardösülü başörtülü bacımız acaba gerçekten normal sayılabilir mi?

“Cumhuriyetin en büyük kazanımı olan sınıfsız ve özgür toplumun bir parçası olduklarını gördüler. Sonra hemen her kadın gibi modayı takip etmeye başladılar. Başörtülerine, bağlama biçimlerine, kıyafetlerine özenir oldular.”

Şu “sınıfsız” terimine bayılıyorum, kim ne derse desin. Demek ki gerçek anlamıyla hayallerimizdeki anlamı arasındaki fark gerçekten da hâlâ anlaşılamamış bir terim.

Öncelikle “sınıfsız” bir toplum “ideali” ( Aaaa! Yahu  Marx idealist değildi ama? Nasıl oldu şimdi bu?) toplumsal sorunları doğuran çelişkileri ortadan kaldırabilecek sihirli bir formül olarak ortaya atılmıştır. Tamam tamam … Bu “tarihsel bir zorunluluktu” da o yüzden kurucu bir idealist gericilik değildi falan filan…

Sınıfsız toplum ile insanların, problem yaratabilecek her türlü farklılığının ortadan kaldırılabileceği düşünülüyordu. Zamanlar sınıfsız bir toplumun ancak insanı ortadan kaldırarak yaratılabileceği anlaşıldı ve sosyalizmin asıl büyük çöküşü de böyle oldu. Çünkü insanlar arasındaki  zekâ, yetenek farklılıklarının bütün sonuçlarıyla doğal ve kaçınılmaz olduğu ortaya çıktı.

O halde cumhuriyet böylesi bir sınıfsızlık ideali üzerine mi kurulmuştu? Elbette hayır. Cumhuriyetin “sınıfsız” toplum idealinin “imtiyazsız”  bir toplumsal oluşum olduğunu düşünmek daha yerindedir. Cumhuriyetin “sınıfsız” toplumu, “kanun önünde eşit bireylerden oluşan” bir toplumdur. Bu ideal, “gelir farklılıkları yok edilmiş, tamamen eşitlenmiş bireyler” anlamına gelmez.

Cumhuriyetin sınıfsız toplumu, toplumsal düzeni akla ve bilime dayandıran ve bunların belirleyiciliği üzerinde hiçbir  başka düzeni veya inancı tanımayan bir “kanun önünde eşitleştirici” yönetim  tarzını benimser. Dolayısıyla  dini  veya etnik cemaatleşmelerin, cumhuriyetin beşeri hukuka dayalı, kanun önünde eşitleştirici egemenliğine rakip olmasına kesinlikle izin vermez.

Peki başörtülü “normal bacılarımız” “kocasının yanında yürüyebilen”( Demek ki aslında cumhuriyette   o güne kadar kadının kocasının yanında yürüyebilmesi sağlanamamıştı da  ilk defa baş örtülü bir hanım bize  kocasının yanında nasıl yürüdüğünü göstererek hepimizin normalleşmesini sağlamıştı .[ Polemikte provokasyonun dibine vurmaya kararlıyım.]) başbakan eşinin, başörtüsüzler gibi rahatça çalışabileceğinden, gezebileceğinden eminler miydi? Yoksa kocasının dini üstünlüğü, “normal baş örtülü başbakan eşinin” hayatında kanunların, “sınıfsız toplum yaratan” kanun önünde eşitlikten daha mı baskındı?

Normal baş örtülü başbakan eşi acaba “ Lâik bir ülkedeyiz, ben baş örtüsünü gerekli görmüyorum. Taksam bile istediğim toplantıya, etkinliğe katılabilirim! Hatta çalışabilirim!” diyebiliyor muydu?

Evet belki “normal başörtülü bacılar” kendi modalarını yaratıp kendi kadın dergilerini çıkarıyorlar ve hatta köşe yazarı oluyorlardı. Ama hâlâ erkeğin “emredici üstünlüğü” kabul edilmiş bulunuluyordu.

Öncelikle erkeğe böylesi bir üstünlük atfetmek ve daha sonrasında, yer sofrasında yemek yemek tarzına “resmi bir egemenlik” alanı açmak çabasıyla “normal baş örtülü bacılarımız”, onlara sanayi toplumunda “kanun önünde eşit bireyler” olmak imkânını sunan lâik toplumsal düzeni tahrip ediyorlardı, hâlâ tahrip ediyorlar.

Demokrasi şüphesiz bir ifade hürriyeti rejimiydi fakat kadını erkekten eksik gören ve bu yüzden toplumsal düzeni erkek egemen bir şeriat rejimi haline getirmeye çalışanların vahşetine de izin veremezdi. Çünkü böylesi bir düşünce tarzıyla demokrasiyi var etmek mümkün değildi.

Derya Hanım’ın normalleştiğini iddia ettiği güneş gözlüklü kadınlar belki ciplere biniyor, çoğumuzun maaşından pahalı baş örtüleri takıyor ve her yere bu bez parçasını bir tür işgal bayrağı gibi artık daha özgür sokabiliyor. Ama hâlâ birilerinin “ortanca hanımı”, cariyesi gibi yaşıyorlar. Üniversiteye gidiyor, beşeri hukuk eğitimi alıyor ve hâlâ şeriatı savunmaya devam edebiliyorlar. Televizyonlarda şeriat savunuculuğu yapıp güzelliklerini sergilerken milyonlarca kadının  erkek şiddetine, tecavüzüne daha fazla açılmasına sebep oluyorlar.

Bir dakika yahu? O sen güzelleşesin diye takılmıyordu ki..
Normalleşmiş bir türbanlı siyasetçi çocuk tecavüzleri konusunu “sınıfsız bir toplum siyasetçisinin” aklıyla değil de “Erkeğine taabi bir Müslüman kadının”  mantığıyla değerlendirerek “Bir kerelik bir şeyden hüküm verilemez!” diye değerlendirebiliyor.

Kısacası başörtüsü ya da türbanın özgürleşmesi, özgürlük alanının genişlemesini falan sağlamıyor.. Türbanın egemenliği, kanun önünde eşitlik ile biçimlenmiş, lâik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin tahribatına yol açıyor. Bunu demokrasinin bir gereği ve “normalleşme” sayabilir miyiz?
Başörtüsü ne zaman “normal” olabilirdi?

Başörtülü  bacılar,  ikinci kadına kendi hakları açısından karşı çıksalardı, kadını erkeğe taabi kılan din hükümlerine göre değil de  beşeri hukuka göre  kendi akıllarınca yaşamak istediklerini söyleselerdi, başörtüsünün toplumda  bir ahlâk ölçüsü olamayacağını söyleselerdi, açık kadınların tecavüzü hak etmediğini açıkça söyleyebilselerdi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ancak ve yalnız uluslaşma ile ayakta kalabileceğini ve Müslümanların da ancak bu şekilde kendi akılları ve bireysel iradeleriyle ahlâkî ve normal bir hayat sürebileceğini söyleselerdi ya da  “Müslümanlar” diye bir kategori yaratılamayacağını, Müslümanların, tevhit inancını benimsemiş bireylerden oluştuğunu söyleselerdi, din adına işlenen cinayetleri, tecavüzleri kınayabilselerdi, “seks cihadı” denen sapıklığa karşı çıksalardı… Belki o zaman “normalleştiklerinden” bahsedebilirdik. Oysa bu gün baş örtüsü tartışmasız biçimde beşeri hukukun, akılcı  toplumsal düzenin yani lâikliğin, kanun önünde eşitlik idealinin karşıtı, mütecaviz ve saldırgan dinciliğin bir istismar aracından başka bir şey değil.
Hemşerim senin özgürlük anlayışına hayranım
 ama kafandakiyle olmuyor.

Başörtülü bacılar da çoğunluğu  içlerindeki kin duygusunu tatmin etmek için  bu simgeye sarılan ya da n iyi bir tahminle taabi oldukları erkeklerin emrinde yaşayan kadınlardan ibaret.

Yani yazarımız belki kızacak ama ortada ne normalleşme ne de sınıf  davranışı falan var. Ortada sadece dinin doğasından kaynaklanan bir riyakârlık ve hukuk sömürüsü var.


Sınıfsız ve Özgür Başörtüsü

             Afşar Çelik Beyin “Öküzler “ konusundaki hassasiyetlerine tüm yüreğimle katılmakla birlikte benim başörtülü bacılarıma bu kadar yüklenmesini de az biraz içerliyorum… İşin esprisi bir yana temelde düştüğümüz fikir ayrılığını huzurlarınızda tekrar tartışmaya açıyorum.
        

          Başörtüsü olgusuna dar bir açıdan bakarsanız tüm daireyi göremezsiniz. Salt dini çekinceler ve cinsellik(Birçok din de kapanmanın dayanak noktasıdır; dindar Yahudi kadınlar, rahibeler hatta tek tanrılı olmayan dinler de ki rahibeler bile başörtülüdür) ile açıklamak ya da siyasi iradeye yaranma olarak yorumlamak yeterli değildir. Bu nedenle biraz eskiye dönmek faydalı olacaktır.
        

         Kıyafet devrimi konulu fotografları hatırlarsınız; bir ayrıntıya dikkat çekerim:  Kıyafet devrimi ile ilgili fotograflar da kara çarşaflı kadınlar ile başı açık modern giyimli Cumhuriyet kadınları aynı karede gösterilir;  çağdaş kadın vurgusu ile aynı zamanda şehirli kadın vurgusu da yapılır(Tabii devrimler yapılırken köyünden şehrine kadar topyekun toplumu kucaklayan çağdaş ve refah bir toplum hedefi ile yola çıkıldı) . Köyde yaşayan kadınlar da elbette kıyafet devriminden nasiplerini almışlardır. En azından kasabaya giderken giymek zorunda kaldıkları çarşaflarından  kurtuldukları su götürmez. Köylerinde şalvarlarını giymeye yazmalarını takmaya kısacası otantik kıyafetleri ile hayatlarını sürdürmeye devam ettiler. Dönem ait köylü kadınları tayyörlü gösteren bir fotografa en azından ben hiç rastlamadım.
        

       
              60’lı yılların başında köyden kente göç ile birlikte büyük şehirler de ortaya çıkan gece kondu semtleri, köy yaşantısını ve alışkanlıklarını sürdürmeye çalışan ne köylü kalabilmiş ne de kentli olabilmiş, arafta kalmış ve gün geçtikçe sayıları artmış insanlar yığını.
       Ömer Lütfü Akad,  ünlü üçlemesi Gelin, Düğün ve Diyet’te  sözü edilen olguyu eni konu işler..Köyden şehre göç eden ilk birkaç nesil ata erkil aile düzenlerini muhafaza etti. Ağırlaşan koşullar kadınların da çalışmasını zorunlu kıldı. Eğitimsiz ve meslek sahibi olmayan kadınlar temizlikçilik, şanslı olanlar işçi olarak iş buldu( Hoş günümüzde de bu düzen değişmiş sayılmaz.). Yanlarında çalıştıkları şehirli ve varlıklı kadınlara öykünen ancak kendilerini daha alt bir sınıfa ait gören farklı bir kadın profili ortaya çıktı.
       


         Bu kadın profili;  atadan gördükleri üzere saçlarının beyazına kına yakan, kınalı ya da bakımsız saçlarını örtü ile kapatan, kına ile ellerini kalitesiz deterjanın zararlarından korumaya çalışan, eprimiş ya da demode kıyafetlerini pardesü ile gizleyen, üstelik kentte yaşayan köylü kadın itelemesinden kurtulamamıştı ki 80 askeri darbesi geldi. Toplum katı bir laik, laik karşıtı ayrımına maruz bırakıldı. Zavallı kadınlar üstüne bir de dinci damgası yedi, dışlandı. Kamusal alanlara başörtüsü ile giremedi, Elhamdülillah herkes Müslüman değimliydi, dinci de ne demekti? Yasağa olana ilgi Adem ile Havva’nın yasak meyveyi yemesine kadar gider. Tüm toplum yavaş ama derinden bir dönüşüm ile günümüze kadar getirildi. O zaman ve hali hazırda esasen sosyo ekonomik ve kültürel çekincelerle takılan başörtüsü, dini ve siyasi bir sembol oluverdi.
       
başörtüsü yasağı ile ilgili görsel sonucu

        AKP iktidarı ile birlikte ilk kez bir başbakanın eşinin başının kapalı olabileceğini öğrendi, Türkiye… Varoşlardaki kadınlar ilk kez kendilerini gördüler başbakanın yanında yürürken, önceleri ürkek davrandılar, zamanla normalleştiler. Cumhuriyetin en büyük kazanımı olan sınıfsız ve özgür toplumun bir parçası olduklarını gördüler. Sonra hemen her kadın gibi modayı takip etmeye başladılar. Başörtülerine, bağlama biçimlerine, kıyafetlerine özenir oldular. Ne var bunda, kara çarşafa inat gök kuşağı gibi olsunlar, makyaj yapsın, güneş gözlüğü taksın kot pantolon giysinler..,Üniversitede okusun, araba kullansın, dans etsin, Beyaz Show’a katılsınlar…Burası Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu, “Türk Milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare” ile  yönetilen Türkiye Cumhuriyetidir.
        

20 Nisan 2016 Çarşamba

Felsefenin Şişman Çocuğu Emperyalizm



Aziz dostum Derya Talipağaoğlu, bana son günlerde neden solculara bu kadar çattığımı sordu.

Sosyal medyadaki bazı  tartışmalarımız yazı konusunda beni harekete geçiriyor. Bunlardan biri “Emperyalizm”!

“Ulusal” bir uzlaşma konusu  olsa da “emperyalizm” hatalı ve uyduruk bir terim.

Emperyalizm terimini kimin uydurduğunu tam  bilemiyorum ama genel olarak Marx’a   izafeten kullanılır. Terimin anlamı üzerinde egemen olan Marxtır.

Marx bu terimi, doğrudan doğruya, kapitalist ülkelerin uluslararası ilişkilerdeki tutumlarını nitelemek için kullanır. Ona göre kapitalizm ile emperyalizm arasında doğrudan  ve yapısal bir ilişki vardır. Acaba öyle midir?

Yani toplumsal düzenlerini bireylerin temel haklarına dayandıran, özel  mülkiyeti koruyan ülkeler diğer ulusları sömürmek mi isterler? Ya da diğer ulusları  ya da sosyalist   söylemle “halkları”  sömürmek ancak kapitalistlere has bir kötülük müdür?

Her şeyden evvel Marx’ın kendisini bir idealizm karşıtı olarak konumlandırdığını hatırlatmalıyız. Yani ona göre “ sabit kategoriler”, kimlikler vs yoktu. Her şey “birbirine göre” değerlendirilmeliydi. Bu yüzden de tanımlama yapmaya kalkmak anlamsızdı.  Her şeyin tarihsel ve materyalist bir ilişkiler ağı içinde değerlendirilmesi, ona göre en doğrusuydu. Dolayısıyla bir şeyin, tarihin bir devrindeki anlamıyla diğer devrindeki anlamı farklı olabilirdi. Hatta aslında tarihsel olarak belli bir diyalektiğe göre anlamlandırılmamış şeyler bile anlamsızdı. Kısacası “anlam”  dediğiniz şey, Marx’a göre  nihaî ve kaçınılmaz egemenlerin, yani proleterlerin emrettiği şeylerden ibaretti veya eninde sonunda öyle olacaktı.

Marksistlere göre emperyalistler dünyanın mevcut zenginliğini sömüren ülkeler. Konu doğal kaynaklar olunca bu terimin üstüne atlamamak için insan epey zorlanıyor.

Sorun, işin doğal kaynaklardan ibaret olmaması. Ama bunun ötesinde sorun, Marx’ın uluslararası ilişkiler konusunda zırcahil olması.

John Locke “Hükümet Üzerine Bir İnceleme” adlı iki ciltlik incelemesinde “Uluslararası ilişkilerde doğa durumu egemendir.” der. Yani uluslararası ilişkilerde, toplumdaki adaletin sağlanamayacağını saptar. Böyle midir? Evet kesinlikle böyledir. Çünkü bir ulusun,  herhangi bir toprak parçasında kendi kurallarıyla yaşaması,ancak ve yalnız savaş yoluyla o toprağın kazanılması  ile elde edilen bir “haktır”. Çünkü savaş ya da şiddet, anlaşmazlığın nihai çözümüdür.

Hiçbir ülke, boş toprakların ulusları kendi aralarında çektikleri bir kurayla veya sandalye oyununa benzer bir oyunla elde edilmemiştir. Bunun sebebi de “egemenlik” denen nihai zor kullanma yetkisinin, ancak insanlar arasında meydana getirilebilecek en büyük uzlaşmaya dayandırılması gereğidir ki bu uzlaşmanın toplumsal    ve siyasal adı “ Ulustur”. Şüphesiz adı devlet olan pek çok siyasi örgütlenme vardır ve dünya üzerinde de  bunlardan neredeyse iki yüz tane vardır.  Sorun bu devletlerin çoğunun,  gerçek bir toplumsal ve siyasal uzlaşmaya değil de yalnızca silâhla sürdürülen bir “egemenliğe” dayandırılmış olmasıdır.

Dillerin doğasına kadar inmeye gerek yoktur ama en nihayetinde dillerle ortaklık geliştiren  ve bu ortaklığı yaygınlaştırarak büyüyen ve böylece de uluslaşan topluluklar bugünkü “ulusal devletleri” kurmuşlardır.

“Emperyalizmle” ilgili en önemli iki tanımlayıcı unsur savaşçılık ve sömürgeciliktir.  Bu iki unsur Marx’a göre birbirini sürekli besler ve böylece emperyalistler gene Marx’a göre dünyanın bütün zenginliğini sömürürler.

Marx kendisinin bir idealizm karşıtı olarak tanımlamasına rağmen gerçekte var olan, inkâr edilemeyecek uluslaşma ve egemenlik olgularına rağmen hayalindeki “proleter” ideasına göre bir hurafe geliştirmekten kendisini alamamıştır.  Marx’ın düşüncesini dayandırdığı toplumsal sınıfların hepsi bal gibi birer ideadır.

Dolayısıyla Marx’ın, uluslararası ilişkilerdeki “adil” ve barışçı dünya konsepti de bir ideadan başka bir şey değildir. Sorun, onun idealara dayandığını fark edememesidir. Sorun onun, kendi “ideaları” uğruna  olgulara  tamamen sırt çevirmesidir.

Hal böyle olunca petrol, kömür gibi doğal kaynaklara karşı gelişmiş ülkelerin  ilgilerini “emperyalizm” olarak yorumlarken o ülkelerdeki fikir mülkiyeti ile meydana getirilen  bütün soyut ve somut  ilerlemelere karşı körleşmiştir. Dünyanın en kalabalık materyalist ve hurafeci  Talmut’undan başka bir şey olmayan kitabından bile bir “değer” meydana getiren şeyin, ne olduğunu anlayamamıştır.

Buna karşılık  proleter  diktası adına kurulmuş büyük sosyalist devletlerin, politikalarını yönlendiren “ulusal çıkar” güdüsünün nereden geldiğini ve  sınıf diktasıyla neden ortadan kaldırılamadığını düşünememiştir.

Marx dünyada “emperyalistler” denebilecek sabit bir toplumsal ve siyasal kategori olduğu kanaatine kapılmıştır.  Uluslaşmanın siyasal dinamiğini bilmediği için toplumları sabit kategoriler içinde tanımlamak gerektiğini sanmıştır. Marx bu konuda, saf ve gülünesi bir hayalcidir.  Kendisini belki dinamikçi bir Heraklitosçu olarak görmesine rağmen uluslaşmayı meydana getiren hareketlerin sebepleri ve sonuçları üzerinde hiç mi hiç kafa yormamıştır. Bu konuda güya kafa yoran da ondan sonra dünyaya gelen ve dünyanın sayılı katillerinden biri olan Stalin olmuştur.

Dünyayı “emperyalist” dediği sabit sömürücü kapitalist devletlerle diğerleri arasındaki bir mücadele olarak gören Marx  aslında romantik bir idealist  yazar olmanın ötesine geçememiştir.

Bu yüzden “Emperyalizm”,  uluslararası ilişkiler olgusunu anlamakta faydasız bir terimdir. O, Marx’ın romantizmiyle tıka basa beslenmiş, felsefenin  şişman çocuğudur.







19 Nisan 2016 Salı

Öküzüme Dokunma!


 Blog yazarlarımızdan  Derya Hanım ile bu konuyu sürekli konuşuyoruz ama hâlâ  bazı şeyleri anlayabilmiş değilim.

Anlayamadığım konu: Türban.

Bir evlilik programında,  türbanlı aday hanım, hayalindeki erkeğin George Clooney gibi olduğunu söylemiş. George Clooney batılı ülkelerde  erkek cinsel  çekiciliğinin örneklerinden biri midir? Evet!

Yani türbanlı katılımcı hanım, herhangi bir erkekle ilgili cinsel tatmin ve arzu ölçüsünü açıkça dile getirmiş midir? Evet!

Türban, dinci parti tarafından, bir özgürlük alanı olarak pazarlandı. Amaçları, sözde yükseköğrenimde, türbana ( Müslüman kadınlara) bir alan açmaktı.

Ve ne oldu? Türkiye’de kadın nüfusunun neredeyse dörtte üçü kapandı. Daha sonra dinciler kendi aralarında,  neyin gerçek tesettür olduğunu tartışmaya başladı.  Sıfır beden Slav mankenlerle   pompalanan güzellik ve cinsel cazibe hayalleri her yeri istilâ etti. Lâkin bugünlerde artık o türban  reklâmı afişleri bile yok ortada. Sanırım kadının günlük hayattan tamamen uzaklaştırılmasının bir aşaması olarak onlar da kaldırıldı.
 
Peki ama türbanla ne amaçlanıyordu? Sanırım kadının cazibesinin erkeklerden gizlenmesi  amaçlanıyordu. Peki türbana rağmen güzellikleri ortada duran Slav mankenleri örnek alan ve alımlı makyajlarıyla  gösterişli türbanlarıyla yüzlerinin güzelliğini iyice ortaya koyan “türbanlı bacılarımız” neyin peşindeydi? Evet sıradan türbanları ve pespaye pardösüleriyle insanda bir acıma duygusu uyandıran kapalı hanımlar pek çoktu. Oysa bir anda türban, zenginiyle fakiriyle herkesi kucaklayan bir tür “estetik fetiş” halini aldı. Marka güneş gözlüklerini türbanlarının üstüne takan hanımlar, alımlı, seçkin ve güzel görünüyorlardı ama öbür yandan “eline erkek eli değmemiş” birer namus timsali oluyorlardı, sanırım.

Erkeklerin zaten fırsatçı birer “ tecavüzcü” ( bu kelimenin anlamını “mütecaviz” karşılamıyor artık…) oldukları ve olmalarının da tabiatları icabı gerektiği bütün ulema tarafından neredeyse onaylanmıştı. Bunlardan biri “ Öküzlerin bakmasından rahatsızsan, bayramlık tren gibi süslenmeyeceksin bacım!” bile diyebiliyordu.

“Öküz” bilinen ve geçerli bir argo kullanımdı, oysa “bayramlık tren” diye bir şey yoktu. “Öküzün trene bakması” , bir uygarlık eserine bigâne kalmış insanı tanımlamak için kullanılıyordu.

Ama bu yazıda işin erkek cephesine bakmayacağım. “Öküz” ve “tecavüzcü” olması dinen zaten en başta kabul edilmiş bir cinsle kadın cinsinin nasıl barışık yaşayabileceğini düşünüyordum.

Galiba “türbanlı bacılarımız” için erkeğin saldırganlığı da şehveti de sorun teşkil etmiyor. Onların  karşı oldukları şey “Müslüman olmayan” erkeklerle beraber yaşıyor olmak. Oysa kendisine sayısız cariye ve huri “müjdelenmiş” erkeklerin tamamı, türban fetişini durmaksızın sömüren  “öküz” takımı. Ki bu takımın şehvetlerinin kadınlarla sınırlı olmadığı da son zamanlarda türlü rezaletle yavaş yavaş ortaya çıkıyor.

Kadınlarımız, bir yandan güzeller güzeli Slav kızları gibi endam arz etmeyi haya ediyor, hayallerinin bir köşesini George Clooney gibi bir ikona ayırıyor, diğer yandan kendilerini, çocuklar dahi ele geçirebildikleri her savunmasız canlıyı kullanabilecek “öküz” takımına adayabiliyor.

Bu bir “kişilik yitimi” gibi görünüyor; hatta “gönüllü kişilik yitimi” gibi görünüyor.

Bir yanda, kadını cinsel tercihleri dahil olmak üzere, kendini gerçekleştirmek  için tamamen özgür bırakan beşeri hukuk ve lâiklik diğer yanda kadını ancak erkekle var olabilen ve  tamamıyla erkeğin cinsel oyuncağı yapan bir sözde “ilâhî nizam”.

Marka türbanlar, orijinal bağlama usulleri vs. aslında hep kadının güzellik özleminin bir ifadesi. Zaten dikkat edilirse marka türban  takan kadınların çoğunun kocası son derece “modern” giyimli , batılı görünümlü erkekler. Bir diğer dikkat çekici şey de “modern türbanlıların” eşleriyle el ele ve cinsel bir eşitlik görüntüsüyle yürümeleri. Oysa inandıklarını söyledikleri şer’i düzende erkeğe böylesi bir yaklaşım göstermeleri yasak. Erkekleriyle el ele, kol kola yürürken batılı olmakta sakınca görmeyip de  saçlarını gizlediklerinde namuslu ve Müslüman olduklarına inanmak, asgari bir mantığa sahip herkes için açıkçası saçmalık veya riyakârlık.

Eşleri olduğunu düşündüğümüz erkeklerle içli dışlı olup da marka türbanlarıyla ve güneş gözlükleriyle alış veriş merkezlerinin alkollü mekânlarına bile girmekte beis görmeyen kadınların ne tür bir “özgürlük” arzusu çektiklerini anlayabilmek mümkün değil.  Yoksa onlar, zaten özgür olan açık kadınların hayat alanını yavaş yavaş işgal etmeye mi çalışıyor?

Sebebi ne olursa olsun, yapılanlar sadece “öküzlere” yarıyor.
“Türbanlı bacılarımız” lâikliğin medeniyetini, onun sağladığı özgürlük ile daraltıp yok etmeye çalışırken aslında  günlük hayatımızda “kendi öküzlerinin” egemenliğini kurmaya çalışıyorlar.   Yapılanın psikolojik  sebepleri üzerinde çok daha uzun düşünmek gerekiyor ama vardığı sonuç işte bu: “Öküzüme dokunma!”









14 Nisan 2016 Perşembe

Hangi İdeolojinin Müminisin Gülüsün? *


- Oyunuzu isterdim
- Bana verecek neyiniz var?
- Onun cebindekini almak gücü ve onu size vermek
" Verdim, gitti".
Blogun sadık okurlarından Orhun Bey, ideolojinin “dinleşmesine” dair kısa bir  yorum bırakmıştı. Bu yorum ne zamandır kafamda dönüp  duran fakat tembellik sisleri arasında bir görünüp bir kaybolan bir sorunu aydınlığa çıkardı.

Marx “Din kitlelerin afyonudur!” buyurmuş. Aslında doğru da söylemiş. Çünkü din, ancak insan aklının susturulmasıyla  egemenlik kurabilecek siyasal bir kurum.

Din neden siyasal  bir kurumdur? Çünkü din öncelikle hayatın tamamına egemen olmak iddiasındaki bir kurumdur. Bu iddiasını, siyasal alanda, bir egemenlik mevkii olarak halifelik ( papalık, ekümeniklik vs) ile hukuksal plânda da şeriat uygulamasıyla ortaya koyar.

Böyle olmak zorunda mıdır? Böyle olmayan din var mıdır? Maalesef yoktur. Çünkü  bu iddiaları gütmeyen herhangi bir düşünceye “din” denemez. Öncelikle bir düşünce, toplumla ilgili yaygınlık ve yaptırım unsurlarını elde ettiğinde “kurumlaşır”. Toplumsal davranışlara etki etmeyen hiçbir anlayışın “kurumlaşmasından” bahsedilemez.

Peki ama ideolojinin kurumlaşma veya dinleşmeyle ilgisi nedir?

Öncelikle ideoloji, toplumsal düzenle ilgili kavrayıcı ve bütüncül bir önermedir. Aynen din gibi  ideoloji de günlük hayatın bütün noktalarına egemen olmak ister. İdeolojiler, bireylerin birbirleriyle ve devletle ilişkilerine dair genelleyici bir bakış açısı içerirler. Dünyadaki mevcut  iki gerçek ideolojiden liberalizmin genellemesi keşifçi ve negatif/ caydırıcıyken sosyalizmin  genelleyiciliği “allâme”/bilgiç ve pozitif/buyurgandır. Ama bu ayrı bir konudur.

Burada söz konusu ideolojilerden Marksizm’in  dinleşmesi üzerine kafa yoracağız.

Din “emredici” bir kurumdur. Çünkü  kitabı ve peygamberi, “Tanrı’nın emirlerini” dünyaya yaymak üzere gönderilmiştir. Dinin yaptırımları, sadece yasaklarla ilgili negatif sınırlayıcılar değildir. Din aynı zamanda, bütün mensuplarında görmek istediği davranışları da  ayrıntılı şekilde va’z eder. Böylece din, “birbirine benzeyen inananlar cemaati” yaratmayı hedefler. “Kim ki birine benzemek ister ondandır.” Mealindeki hadisler bunun en belirgin kanıtıdır. Elbette   gerçek dinin kitapta yazılı olduğunu söyleyen daha akılcı dindarlar çıkacaktır ama bu gene de birer küçük din haline gelmiş mezheplerin aynılaştırıcı emrediciliklerini nereye koyacağımız sorusuna cevap veremezler.

Peki ideolojinin, özellikle sosyalizmin bununla ilgisi nedir? Marx’ın yanılmıyorsam “ Bütün dinler zamanla dünyevîleşir!” mealinde bir tespiti vardı.

Üstat  ne yazık ki  “ Bütün ideolojilerin de zamanla dinleşebileceğini” görememiş.  Burada bahsedilen ideoloji, özellikle sosyalizmdir. Çünkü  allâmelikle yani gerçeğin  bilgisine önceden ve  bütünüyle sahip olmak iddiasıyla ve bütüncül bir emredicilikle var olan tek ideoloji, sosyalizmdir. işin içinden felsefi bir takım ayrıntıları  ayıklayacak olursak  sosyalizmin temel tavrının, dinlerin tavrıyla aynı olduğunu görürüz.

Sıkça dillendirilen “teorik-pratik çelişmesi” sosyalizmde yapısal bir sorundur. Çünkü sosyalizm sadece devlet zoruyla yürütülen bir kollektifleştirme işi değildir. Sosyalizm, kendi insan tipini yaratmak iddiasındaki bir ideolojidir. Dünyada böyle işlemeyen bir sosyalizm falan yoktur. İsveç örneği fevkalâde yanlıştır çünkü İsveç özel mülkiyeti reddetmek şöyle dursun milli  refahını fikir mülkiyetine ve ticaret serbestisine borçlu olan bir ülkedir. Orada yapılan sadece devlet eliyle gelirin dağılımına müdahale etmektir. Bu bile yeterince kötü olmakla beraber  İsveç’te toplumsal düzene egemen olan ideoloji liberalizmdir.

Peki ama bu örnek yeterli midir?  O halde sosyalizmin neden bir din olduğuna bakmalıyız. 

Doğru kararlar vermeye inanmam.
Kararlar verir ve onları haklılaştırırm.(İyi mi?)
Bir dinin, “din” sayılabilmesi için kitabının, peygamberinin, şeriatının ve ruhbanının( ibadethanesinin) olması gerektiğini hatırlamalıyız.

Öncelikle sosyalizmin bir kutsal kitabı vardır: “Kapital”. Bütün sosyalistler,  gerçekliği ve doğruluğu tartışılmayacak bu kitaptan yararlanmak gerektiğine akıllarını hiçbir şekilde işletmeksizin inanırlar. Hiçbir sosyalistin Kapital’i eleştirmesi mümkün değildir. Çünkü o gerçeğin tam ve eksiksiz bilgisine  sahip yegâne kitaptır.

Sosyalizmin peygamberi Marxtır. Marx kutsal kitabın yanı sıra düzeltici bazı eklerle felsefesini “tamamlamıştır”.

Bunun yanı sıra kolektivist felsefenin diğer  düşünürlerinin fikirleri de icma gibi değerlendirilebilir. Bu filozofların fikirlerinin geçerliliği tartışılabilir olmakla beraber kutsal kitabı anlayabilmek için onların varlıkları elzemdir. Kıyamet birer  mezhep  kurucusu gibi davranan  bu düşünürlerin felsefelerinde kopar.  Dünyanın nasıl sosyalistleştirileceğine dair en berbat  katliam tasavvurları genellikle sosyalist fraksiyonların  yegâne problemidir.

O halde sosyalizmin şeriatı nereden gelir? Sosyalizmin şeriatı, öncelikle Kapital’den ve daha sonra da Marx’ın tamamlayıcı düşünceleri ve diğer sosyalist düşünürlerin önermelerinden gelir. Böylece sosyalist itikada göre kurulmuş bir devlette işler sosyalizmin kaynaklarına göre  uygun otoritelerin yorumları ile yürütülür.

Peki ama sosyalizmin bir ruhban sınıfı ve ibadethanesi var mıdır? Elbette vardır. Sosyalizmin ruhbanları, devletin en yetkili makamlarını bile denetleyen parti denetçileridir. Öyle ki sosyalist bir devlette hangi makamda oturursanız oturun bilirsiniz ki herhangi bir parti denetçisi işlerinizin veya fikirlerinizin Marksist şeriata uymadığına dair bir rapor hazırlarsa  haliniz haraptır. Nazilere düşman sosyalistler bilmelidir ki Naziler de sosyalistti ve onların da işleri Gestapo tarafından denetleniyordu.

Bunun yan ısıra meselâ “toplumcu gerçekçilik” gibi doğrudan doğruya partiye tapınıcı akımlar ile sosyalizm, bir Homo socialistus yaratmayı hedeflediğini de gösteriyordu. Öyle ki partinin, sosyalist şeriat ile va’z ettiği ahlâkın toplumun normatif ahlâkından çok daha üstün olduğu, aile üyelerinin birbirlerini jurnallemelerinde ortaya çıkıyordu.

Ama bütün bunların ötesinde, sosyalizm, aslında içermediği fakat inananları tarafından kendisine yakıştırılan bir etik romantizmle aklanmaya çalışılıyor.

Sosyalizm  ideolojinin dinleşmesine  en çarpıcı kanıt olarak önümüzde duruyor. Belki insanların akıldan çok dine ihtiyaç  duymaları, buna sebep oluyordur. Kim bilir?

İnsanların dünyayı akılla anlamak yerine onu inançla  kesip biçme tutkuları her zaman kendine bir dayanak buluyor galiba.

* "Hangi bağın bağbanısın gülüsen?" türküsünden mülhem.


















12 Nisan 2016 Salı

Düşünüyorum O Halde Seçkinim




Çok eski bir dostum, blogda felsefe yaptığımı, bunun da insanlara ağır geldiğini söyledi. Bazılarına göre bu bir seçkincilik bile olabilirmiş.

Söylediklerine itiraz edemeyeceğim, “seçkincilik” eleştirisine bile.

Felsefe, mantığın feneriyle  yol bulmaya çalışan bir keşif çabası, en azından bana göre. Marksistlere göre ise   felsefe akla gerek duymayan bir heykelcilik sanatı.

Herhangi bir Marksist göre felsefenin işi “dünyayı  değiştirmektir”. Elbette dünyayaı tamamen tanıyıp tanımadığı ona sorulmamalıdır, çünkü “her şeyin kuralı”, Marx’ın tarihsel materyalizminde  ortaya konmuştur. Bu “neokabalistik”  yaklaşımla felsefe…

Evet haklısınız her ne kadar “dünyayı değiştirmekle uğraşmalıdır…” diye devam edecek olsam da aslında Marx’ın ve genel olarak sosyalistlerin dünyayı nasıl değiştirmek gerektiğin dair en ufak bir fikirleri yoktur.

Meselâ onlar asla idealist olmadıkları için dünyanın bir çelişkiler yumağı olduğunu kabul ederler. Ama öte yandan çelişkileri ortadan kaldırmanın ebedi huzurun anahtarı olduğunu da düşünürler.  Peki ama  insan toplumu için ( ideoloji zaten başka kimin için olabilir ki?)çelişki nereden kaynaklanır ya da başlıca çelişki nedir? Bunu  cevabını vermek kolaydır çünkü  “yığınları” sokağa dökebilecek, onları yok edici birer hayvan sürüsüne döndürebilecek  kelime bulunuştur: “Eşitsizlik”!

Bu durumda sözün gelişi, bir dal diğerinden uzunsa bu bir eşitsizliktir ve uzun dal budanıp kısaltılmadıkça  adalet sağlanmış olmayacaktır. Aslında marksizmdeki eşitlikle adalet arasındaki ilgiyi biz  hayal ediyoruz; çünkü marksist geleneğin içinde adalet kelimesine pek rastlayamayacağınızı söyleyebiliriz.

Peki ama bu hırçın marksizm eleştirisine neden daldık?

Çünkü marksizmin idealizme  karşı duyduğu sözde düşmanlık o derece bağnazcadır ki kimi neomarksist yazarlarda, bu düşmanlık  bir tür  köktenci anlam karşıtlığına dönüşür. Aslında neomarksist yazarların sanırım tamamı sözcüklerin anlamıyla ilgili hiçbir sorumluluk almaksızın daha  doğrusu aslında düşünmeksizin felsefe yaptıklarını  düşünecek kadar ileri gidiyor.

Yani kelimeleri, anlamları küçümseyerek kitap yazmak gibi bir budalalık,  çağımızın yeni Marksist püriten etiği olarak karşımıza çıkıyor.

Diyalektik denen hokkabazlık bir yandan sizi aslında anlamların olmadığına, dolayısıyla tanımların yapılamayacağına ikna etmeye çalışıyor, diğer yandan anlamlarını inkâr ettiği kavramlar arasında  “görecelik ilişkileri” kurmaya çalışıyor.

Peki ama bu ne anlama geliyor?

Bu, anlamdan, anlamaktan kaçınarak  dünyayı değiştirmemizin ne kadar saçma olacağı anlamına geliyor.

Michelangelo,  yanılmıyorsam Davut heykelini yapmadan önce atölyesine getirdiği mermer bloğa üç yıl boyunca bakmış. Heykeli bitirdiğinde , onu nasıl yapığını soranlara, onun taşında içinde zaten mevcut olduğunu söylemiş. Diyalektik ukalalığa göre bu cevap saçmadır. Çünkü herkes aslında heykelin taşın içinde olmadığını bilmektedir. Oysa Michelangelo, yapacağı heykeli, kafasında o taşın içine öyle uygun bir pozda yerleştirmiştir ki bu fikre göre yonttuğu taştan, heykeli kusursuzca çıkarabilmiştir. Yani Davut’un “ideasını”, hayata geçirmiştir.

O halde ne yapılmalıdır?

Görünen o ki neokabalist Marksçılar ve ezcümle sol aslında  hiçbir şey bilmeden ve düşünmeden taşa  vurmanın yeterli olduğu kanaatindedirler. Çünkü onlar için aslolan, elimizde bir çekicin bulunmasıdır. Proleterlerin eline bir çekiç verir ve  bunu istedikleri gibi kullanmalarına da ebediyen izin verirsek nasıl olsa  dünyayı daha eşit ve mutlu bir şekle sokuncaya kadar onunla istedikleri gibi kırıp dökebileceklerdir. Bunun için herhangi bir şey bilmelerine ve hatta düşünmelerine bile gerek yoktur. Çünkü  gerçek insanlar proleterlerdir ve onlar burjuvaların bütün üst yapı kurumlarının kirinden , riyak3arlığından uzakta saf ve lekesiz canlılardır.( Proleterlerin etik anlamda kesinlikle sorgulanmadığını solcular dahil herkese hatırlatmalıyım.) İyi de proleterleri bu denli “yetkin” görmek idealizmin ta kendisi değil midir? Elbette öyledir. Çünkü marks bir yandan geçişliliği önemsemeksizin sınıfsal kategoriler yaratırken diğer yandan  bu kategoriler arasındaki çelişkilerden bahsetmektedir. Öncelikle ideleri varsaymaksızın kategorizasyona gidemeyeceğini ne yazık ki düşünmemiş ya da  bunu dehşetengiz bir hokkabazlıkla saklayabileceğini  düşünmüştür.

Diyalektik, bütün görecelik maskaralığına rağmen “şeylerin” insan kavrayışını aşan  ilişkiler karmaşasın görmekten acizidir. Dolayısıyla “Önce yap, sonra düşünürüz!”’den başka bir fikri de yoktur.  Dolayısıyla aslında Marksist bir yaratıcılıktan vs bahsetmek de saçmadır.

İnsanın her şeyden önce düşünmesi gerekliliği, düşüncenin, üzerine inşa edildiği şeylerin hem var olması hem de inşa edilmesi gerekliliğini de ortaya koyar.

Sihir olmaksızın sanat olamaz.
Sanat olmaksızın idealizm olamaz.
İdealizm olmaksızın dürüstlük olmaz.
Dürüstlük olmazsa ürün dışında  hiçbir şey olmaz
Önce düşünmek gerekliliği, insanın yaptıklarının sonuçları hakkında düşünmesi anlamına gelir. Çünkü insan dışında hiçbir canlının “uzak vadeye” varacak kadar etkili bir eylemi yoktur. Eğer insanın diğer canlılara göre bir seçkinliği varsa o da sadece bu etkinlikten ve sorumluluktan dolayıdır.

Makarna ve kömürden başlayıp da altın kaplamalı klozete sıçmak  görgüsüzlüğüne kadar varan  bir menfaat düşkünlüğünün içinde sakladığı hayvanlaşma tutkusuna teslim olmak, belki Marksist felsefecilere, eylemci proleter ahlâkı açısından  daha sıcak gelecektir ama ben hâlâ düşünebildiğim  için kendimi mutlu ve dahası  seçkin hissetmeye devam edeceğim.



4 Nisan 2016 Pazartesi

Tercihler




Türkiye 1 Nisan gece yarısı 4.5G ye; ağ teknolojilerine dayalı yüksek hızlı(Öncekinin yaklaşık 10 katı kadar..) kablosuz veri aktarımına geçti. Yani, Türk halkı artık on kat daha hızlı olarak doğrulara ya da tercihlerine göre yalanlara ulaşabilecek. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de merkezinde şeffaf iletişimin bulunduğu yeni bir halk gücü ile politikacılar yüzleşmek zorunda. Thomas Jefferson, “Hükümetler halktan korkuyorsa, özgürlük vardır” demişti. Jefferson, sözü ile sivil güce- halkın gücüne vurgu yapmıştı. Günümüzde sosyal medyanın etkin kullanımı yurttaşlara düşüncelerini ifade etme ve kararları biçimlendirme gücünü vermektedir. Hükümetlerse (Gelişmiş demokrasiler de bile..) bu bir güç paylaşımına yeterince hazır değildir. Wikileaks belgeleri, en son Panama belgeleri..


.
                 
edward snowden ile ilgili görsel sonucuPanama belgeleri için Edward Snowden(NSA de çalışan ABD’ li bilgisayar uzmanı, kendisi de ilgili kurumla ilgili sızıntı yapmıştı.) veri gazeteciliği tarihinin en büyük sızıntısı yorumunu yaptı.  Süreç, bir yıl önce Süddeutsche Zeitung’a gelen ihbarla başlar; ilgili gazete 11.5 milyon belgenin tamamını kendi olanakları ile işleyemediği için 78 ülkeden 107 medya organizasyonuna dağıtmış haber gizliliği esasından hareket ile bir yıl boyunca incelenmiş, internet üzerinden duyurulması ile birlikte kısa sürede bütün dünya tarafından öğrenilmiştir. Sürecin iş dünyasına ve siyasilere etkileri(ABD Başkanlık seçimi aday adaylarından olan Hillary Clinton’un adı da ilgili belgelerde geçmekte, bakalım başkanlık seçimlerini nasıl etkileyecek.) önümüzdeki zaman da görülecektir.
                 
facebook ile ilgili görsel sonucuSosyal medya, bireylere düşüncelerini ifade etme gücünü vermektedir, tespitinde bulundum girişte… Aynı zamanda eyleme geçmek yerine, psikoloğa gidip içini dökmek gibi bir rahatlama hissi mi yaratmaktadır? Facebook’ta paylaşılan yazıları kaç takipçiniz gerçekten okuyor ya da nezaketten beğeni yapıyor? Karl Marx, din toplumun afyonudur, derken sosyal medya da yeni yüzyılın afyonu olma yolunda mıdır?

                 
Başlangıçta belirttiğim gibi, tercih size ait…